Site Tasarım: Savaş Çekiç Uygulama: İkipixel

Bu sitede bulunan resimler ve dökümanlar M. Sinan Genim'e aittir ve izinsiz kullanılamazlar. Ancak gerekli izin alındıktan sonra ve kaynak gösterilmek kaydıyla kullanılabilir.

Köşe Yazıları

KAHVE KÜLTÜRÜ VE KÜLLÜK KAHVESİ

 

Kahve ağacı, kökboyasıgiller (Rubiaceae) familyasının “Coffea” cinsinde yer alan bir bitkidir. Kahve ise bu ağacın meyve çekirdeklerinin kavrulup öğütülmesi ile elde edilen tozun su ya da süt ile karıştırılmasıyla hazırlanan bir içecektir. Sıcak içildiği gibi, son dönemlerde soğuk olarak da içilmektedir. Kahve bitkisinin kökeni Afrika’dır. İçecek olarak kullanımının ise ilk olarak Güney Arabistan’da gerçekleştiği kabul edilmektedir. Günümüzde Avrupa dillerinde “Cafe”nin türetildiği “Coffea”nın, Güney Habeşistan’da kahve üretim merkezi olan “Kaffa”dan geldiği, bu nedenle kahvenin anavatanının Afrika’daki bu yüksek yayla bölgesinin olabileceği düşünülmektedir.

 

Kâtip Çelebi

Habeşistan’dan Yemen’e geçen kahve kültürü, Kâtip Çelebi’nin naklettiği rivayete göre Şazelî Tarikatı’nın kurucusu Ebu’l-Hassan Şazelî (ö. 1260) tarafından benimsenir. Bu nedenle Şeyh Şazelî kahveci esnafı tarafından “Pir” kabul edilip, son döneme kadar İstanbul’daki kuru kahveci dükkânlarında “Ya Hazret-i Şeyh Şazelî” levhaları bulunmaktadır. Kahve özellikle uyarıcı etkisi nedeniyle uzun süren zikir meclislerinde zihin açıklığı sağlamak amacıyla dervişler tarafından kullanılmaya başlanır. Yemen’in ardından Mekke ve Kahire’de rağbet görmeye başlayan kahve, Solakzâde’ye göre Yavuz Sultan Selim’in (1512-1520) Mısır seferini takip eden süre sonrası büyük bir olasılıkla 1519 yılında İstanbul’a getirilir. Bu tarihlerde yaygın bir kullanımı olmayan kahvenin dar bir çevrede tanındığı, gündelik hayat içindeki yaygınlığının XVI. yüzyılın ikinci yarısında gerçekleştiği bilinmektedir. Kâtip Çelebi (1609-1657) “Mizanü’l-Hakk-En Doğruyu Seçmek İçin Hak Terazisi” isimli kitabının bir bölümünü “Kahve Hakkında”ki düşüncelerine ayırmıştır. “H. 950 / 1543-44 tarihinde gemilerle Rûm (Osmanlı) diyarına geldiğinde, şiddetle inkâr olunup haram olduğuna dair fetvalar verdiler… Merhum Ebüssuûd Efendi, kahve getiren gemileri deldirip yüklerini denize döktürdü, diye nakl ederler.”

 

Yemen-Mısır bağlantılı kahve ticaretinin son durağı İstanbul’dur. Eminönü’ndeki depoya çekirdek hâlinde getirilen kahve, burada kavrulduktan sonra yeniçeri teşkilatına bağlı “Tahmis Ocağı” tarafından denetlenen dibeklerde dövülerek esnafa satılmaktadır. Yeniçeri kontrolü altında yapılan bu ticaret kısa süre sonra “Çardak” adı ile anılan yeniçeri kahvelerinin yaygınlaşmasına yol açacaktır. Kâtip Çelebi kahve konusunu; “Ebüssuûd Efendiden sonra gelen şeyhülislamlar, kahvenin haram olmadığı konusunda fetvalar verirler. Bu nedenle kahvehaneler bazen yasaklanır bazen de açılırlar; ‘buralarda oturup, kıssa ve cenk masalları anlatanları dinleyen halk işinden gücünden kaldı… Merhum Gazi Sultan (IV.) Murad Han H. 1042 / 1632-33 senesinin sonlarında bu hususa vakıf oldu. Halka şefkati ve samimiyeti sebebiyle umumen Osmanlı devletinde vaki olan kahvehaneler bozulup bundan böyle yenileri de açılmaya’ diye ferman çıkardı.” sözleri ile bize aktarır. Bu nedenle Evliya Çelebi seyahatnamesinin İstanbul bölümünde birkaç yerde kahveci esnafından bahsedilirse de kahvehanelerden söz edilmez.

 

Kahvehaneler

Ekrem Işın, “Kahvehaneler” isimli makalesinde “XVI. yüzyıl sonlarına kadar İstanbul ölçeğindeki yaşama alanı üç geleneksel mekânla sınırlanan bir kültür ortamından ibarettir. Sırasıyla bu mekânlar, aile hayatını içine alan sivil konut, din hayatını organize eden cami ve tekkeler ile ticari hayatı düzenleyen çarşılardır. Kahvehanelerin açılmasıyla bu sınırlı hayat ortamının dışına çıkılmış, din, ticaret ve folklorun kaynaştığı bu yeni mekânlarda ilk defa İstanbul’un şehir ölçeğindeki yaşam üslubu üretilmeye başlanmıştır.” demektedir. Yeni bir alışkanlık yeni yaşam alanlarının ortaya çıkmasına yol açmıştır. Kişisel olarak kahveyi, özellikle de “Türk Kahvesi”ni çok sever ve fırsat buldukça da keyif alarak içerim. Ancak kahvehane alışkanlığım yoktur. Çocukluğumun ve gençliğimin Kuzguncuk’unda iki adet kahvehane vardı. Biri “Beyler Kıraathanesi” diğeri ise “Hamallar Kahvesi” idi. Yaşıtlarım gibi ben de “Beyler Kahvesi”ne girmeye çekinirdim, çünkü orada semtin büyükleri sessizce günlük gazeteleri okur, aralarında sakince sohbet ederlerdi, hemen hemen hiç oyun oynandığını görmedim diyebilirim. Diğeri ise yoğun sigara dumanı içinde bağrış çağrış, büyük bir gürültü içinde kâğıt oyunu oynanan bir yerdi. Birine çekindiğimiz için giremezdik, diğerine ise zaten girmek istemezdik. Hemen hepimiz yaşımızın ileriki safhalarında Beyler Kıraathanesi’ne girip eski günleri yâd etmeyi düşünürdük. Ama zaman geçti ne beyler kaldı ne de kıraathaneler.

 

Küllük

Şimdilerde adı unutulsa da XX. yüzyılın başlarından itibaren giderek ünlenen bir “İstanbul Kahvesi” vardı. “Muallimler Bahçesi”, “Akademi” isimleriyle de tanınan bu mekânın yaygın olarak kullanılan adı “Küllük Kahvesi”dir. Küllük; Bayezid Camii’nin meydana bakan kapalı kapısı önüne yerleştirilmiş, mermer tablalı masalarla, bahçeyi ikiye bölen dar yolun karşısındaki ünlü Emin Efendi Lokantası’nın mutfak bölümüne bitişik, önü tümüyle cam, tek katlı, limonluk benzeri bir kahvehanedir. “Küllüknâme” isimli uzunca bir şiir yazan ve küçük bir kitap olarak yayınlayan Mehmet Sıtkı Akozan, bu şiirinin beyitlerinden birinde şu sözleri söylemektedir;

 

“Sanmayın âvâre bülbüller gibi güllükteyiz,
Biz yanık bir kor gibi sabah akşam Küllükteyiz.”

 

Muhtemelen II. Meşrutiyetin ilanı (23 Temmuz 1908) sonrası açıldığını düşündüğümüz Küllük Kahvesi, Cumhuriyetimizin ilanından sonra edebî açıdan önem kazanmaya başlar. Eski Harbiye Nezareti binalarının İstanbul Üniversitesi’ne tahsisi, 1939 yılında Beyazıt Devlet Kütüphanesi’nin açılışı, Sahaflar Çarşısı’na yakınlığı kısa süre içinde Küllük Kahvesi’nin edebiyatçılar için İstanbul’un en önemli kahvesi hâline gelmesine yol açar. Salah Birsel 1940 yılından sonra kahvenin havasının değiştiğini, kahveyi artık “Genç kuşak” adıyla anılan irili ufaklı yazarların doldurmaya başladığını söylemektedir. Abidin Dino, Rıfat Ilgaz, Sabahattin Kudret Aksal, Suat Derviş, Âsaf Hâlet Çelebi, Tarık Buğra gibi isimlerin yanı sıra Yahya Kemal Beyatlı, Faruk Nafiz Çamlıbel, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mustafa Şekip Tunç, Hilmi Ziya Ülken, Abdülbaki Gölpınarlı, Şükûfe Nihal gibi yazar ve şairler de Küllük’ün daimî müdavimleridir.

 

Elbette eski kuşak bu yeni gençlerin yapmaya çalıştığı reformdan memnun değildir. Abidin Dino’nun şiirinde ki “Döner kebap / Dönmez olsun” mısraları, bu yeni müdavimlerin, parasızlıktan yiyemedikleri Emin Efendi Lokantası’ndan etrafa yayılan döner kokularına karşı oluşan tepkidir. Refik Halid Karay, “Üç Nesil Üç Hayat” isimli kitabındaki “Şiirler ve Şairler” bölümünde, Küllük Kahvesi müdavimlerinden başta Âsaf Hâlet Çelebi olmak üzere yeni şairlere ilişkin görüşlerini mizahi bir üslupla anlatır;

 

“Şimdiki durum. Küllük kahvesinde iskemlelerine ters oturmuş, tıraşları uzun, saçları yağlı ve kepekli, ceketleri gayet uzun ve bol, pantolonları çekik, çorapları düşük, sırtları kabarmış, omuzları kalkık, kırkına yaklaşmış gençler… Bir müddet aralarında, ‘Eskileri yerlerinden atmalı! Gazetelerin başköşeleri bizim hakkımızdır! Bunaklar ve cahiller defolsun’ diye haykırıştıktan sonra birbirlerine şiirler okumaya başlarlar.”

 

Küllük’ün Sonu

Küllük Kahvesi, 1950’li yılların ikinci yarısında Beyazıt Meydanı’nı ve Divanyolu’nu genişletme çalışmaları sırasında yıkılır. Bir dönem caddenin karşındaki Marmara Kıraathanesi ile Laleli’ye doğru Acem’in Kahvesi’nde buluşmaya devam eden Küllük Kahvesi müdavimleri de zaman içinde tıpkı Küllük Kahvesi gibi tarihin sayfaları arasına karışırlar. Küllük Kahvesi ve onun kadar tanınmış olmasa da benzeri kahveler, İstanbul kültürünün ayrılmaz birer parçasıdır. Her ne kadar kahve adıyla bilinse de “Kıraathane” tabirinin daha uygun düşeceği bu gibi mekânlar şehrin entelektüel hayatının geliştiği, düşüncelerin gündeme geldiği ve üzerinde tartışıldığı birer toplumsal eğitim mekânlarıdır. Buralarda yüksek sesle konuşulmaz, her tür terbiye kurallarına dikkat edilir. Her ne kadar yaşça büyüklerin öncelik taşıdığı söylenirse de gençlerin (yaşları kırka yaklaşan bu insanlara ne kadar genç denir, takdirinize bırakırım) konularında üstat olarak kabul ettikleri insanlarla bir arada olabildikleri, konuşmalara katılabildikleri, deney ve bilgi sahibi oldukları anlatılmaktadır.

 

Kafe Kültürü

Günümüzde bir dönem hemen her şehirde benzerlerine rastladığımız bu gibi mekânlar artık ne yazık ki yok. Kuşaklar arasındaki sosyal bağlar kopmuş gibi görülüyor, birlikte yaşama yerini bireysel yaşama terk etti. Özellikle Amerikan menşeli kafeler her tarafı istila ediyor. Herkes kendi masasında, kendi yakın çevresiyle veya yalnız oturup, etrafta olan bitenden habersiz ya telefonu ile ya da bilgisayarı ile meşgul. Giderek toplumun fertleri arasındaki ilişkiler kayboluyor. Sanırım artık fazlaca yalnız kalıyoruz, bu da merak duygumuzu törpülüyor, yeni şeylere veya mensubu olduğunu düşündüğümüz grupların dışında dialog kurmak için çaba göstermiyoruz. Belirli kültürel düzeye ulaşmış insanlar bu yalnızlıklarını sivil toplum kuruluşlarına katılmakla telafi etmek istiyorlar. Hemen her çağda olduğu gibi avam ise yalnızlığını tarikat ve bazı cemaatlere katılmakla gidermeye çalışıyor.

 

Merkezi hükûmetten çok yerel yönetimlerin bu probleme ağırlık vermeleri, toplumsal birlikteliği sağlayan, insanlara sohbet imkânı veren mekânlar oluşturmaları gerekiyor.