Site Tasarım: Savaş Çekiç Uygulama: İkipixel

Bu sitede bulunan resimler ve dökümanlar M. Sinan Genim'e aittir ve izinsiz kullanılamazlar. Ancak gerekli izin alındıktan sonra ve kaynak gösterilmek kaydıyla kullanılabilir.

Köşe Yazıları

GÖĞE YAZILAN YAZI

 

Mahya, göğe yazı yazma sanatıdır.

“Mahya” genel olarak, “Ramazan ve dini bayram gecelerinde, iki minare arasına gerilen ipler üzerine asılan yağ kandilleriyle yapılan yazı veya resim.” olarak tarif edilmektedir. Farsça “mâh / ay” kelimesinden türetilen bir sözcük olarak dilimizde yüz yıllardır kendine yer bulmuştur.

Tümüyle İstanbul’a ait olan bu aydınlatma düzeni, iki minareli camilerin bulunduğu Bursa, Edirne, Manisa gibi şehirlerde yapılsa da hiçbir zaman için İstanbul’da yarattığı etkiyi, geceleri şehri şenlendiren görüntüyü sağlayamamıştır.

 

Sultan I. Ahmed Dönemi

Mahya üzerine yapılan araştırmaların hemen hepsinde, camilerde mahya kurulumunun Sultan I. Ahmed (1603-1617) döneminde başladığı belirtilmektedir. Bir rivayete göre Fatih Camii müezzinlerinden “Hattat Hafız Kefevî”, çok sanatlı bir “çevre” işlemiş, takdim ettiği bu “çevre” dönemin padişahı I. Ahmed’in hoşuna gitmiş ve bu işleme gibi dini hükümlere uygun olmak şartıyla, ramazan gecelerinde minareler arasında yazılar ve resimler yapılması emrini vermiştir. Mehmet Zeki Pakalın bu söylemin gerçeği ifade etmediğini bir rivayet olarak kabul edilmesi gerektiğini belirtir. İstanbul’daki ilk mahyanın Sultanahmed Camii’nde kurulmuş olduğu rivayeti göz önüne alındığında en erken camiinin bitiş tarihi olan 1617 yılı ramazan ayında kurulmuş olabileceğini kabul etmek gerekir.

 

Salomon Schweigger’in gravürü

Buna karşın 1576 ile 1580 tarihleri arasında Avusturya elçilik heyetinin bir mensubu olarak dört yıl İstanbul’da ikamet eden Salomon Schweigger’in 1608 yılında Graz’da basılan “Newe Reyßbeschreibung auß Teutschland nach Constantinopel / Almanya’dan İstanbul’a Yeni seyahat târifi” isimli seyahatnamesindeki gravürde iki minareli bir camiinin minareleri arasına gerilmiş iplere asılmış bir mahya grubu görülmektedir.

 

Bu görüntüyü dikkate aldığımızda mahya geleneğinin çok daha eski, Sultan III. Murad (1574-1595) döneminde de uygulandığı anlaşılmaktadır. İstanbul camilerinde mahya kurulumunun başlangıç tarihine ulaşmak şimdilik mümkün değil.

 

Yıkılan minareler

Ayvansarâyî Hüseyin Efendi, “Hadîkatü’l-cevâmi, İstanbul Câmileri ve Diğer Dînî-Sivil Mi’mâri Yapılar” isimli eserinde Sultan I. Ahmed’in bütün minarelerde mahya kurulması emrini verdiğini ileri sürerken, Tayyarzâde Ahmed Atâ, “Atâ Tarihi” adlı eserinde tüm camilerde mahya kurulması hakkındaki hükmün Sultan II. Selim (1566-1574) tarafından verildiğini belirtmektedir. Buna karşın mahyanın yaygın olarak tüm camilerde kurulmasının Sultan III. Ahmed (1703-1730) döneminde ortaya çıktığı ve Eyüp Sultan Camii minarelerinin, kısalıkları nedeniyle mahya kurmaya müsait olmadığı için, yıkılarak daha yüksek minareler yapıldığı belirtilir.

 

Benzer bir açıklama da Sultan II. Mahmud (1808-1830) döneminde inşa edilen Nusretiye Camii için yapılır. Nusretiye Camii minareleri arasında kurulan mahyalar, minarelerin kısalığı nedeniyle İstanbul tarafından görülmediği için yıkılır ve daha yüksek olarak yeniden inşa edilir. Yeteri kadar dikkat edildiğinde gerek Eyüp Sultan Camii gerekse Nusretiye Camii, Dolmabahçe Camii ve Ortaköy Camii minareleri, klasik dönem minarelerine göre daha yüksektir, muhtemelen bunun nedeni minarelere kurulan mahyaların, hemen önünde yer alan kubbe nedeniyle kapanması ve gerek şehir gerekse denizden görünmez hâle gelmeleridir.

 

Resim mi, yazı mı?

Mehmet Zeki Pakalın, 1910 yılına kadar yapılan mahyaların çok büyük bir bölümünün resim olmasına karşın daha sonraları yazı ile bazı mesajların verilmesine başlandığını belirtir. Sultan Abdülmecid ve Sultan Abdülaziz dönemlerinde meşhur olan mahyacı Abdüllâtif Efendi’nin her ramazanın on beşi gecesi mahya olarak hünkâr kayığı yaptığı bilinmektedir. Abdüllâtif Efendi’nin gezdirme mahya tabir edilen mahyalar da yaptığı kayıtlıdır. Bu tür mahya için en müsait yapı elbette nerede ise İstanbul’un her yerinden görülen Süleymaniye Camii’dir. Caminin minareleri arasına çekilen üç halatın ortasındakine Unkapanı Köprüsü ile Azapkapı Camii resmedilir, üst halata bir araba, alt halata ise kayıklar ve balıkların resmi yapılırmış. Mahya tamamlanınca arabayı ip üstünde hareket ettirir, yavaş yavaş bir minareye kadar götürür, sonra tekrar geri alırmış. Orta halatta bulunan köprü silüetinin direkleri ile alt halatta yer alan kayıklar ve balıklar da hareket edermiş. Yapıldıkları dönemin teknik imkânları göz önüne alındığında herhalde bir dünyanın hemen hiçbir şehrinde olmayan bir gece şenliğinin yaşandığını hayal etmek gerekir.

 

Cami minareleri arasında kurulan mahyaların yanı sıra, bir de gezici mahyalar vardır. Baron Tott hatıratında, Sultan III. Mustafa’nın yeni doğan kızı için Kazasker Damatzâde Mehmed Murad Molla’nın Büyükdere Çayırı’nda düzenlediği şenlik sırasında kurduğu böylesi bir aydınlatma düzeninden şöyle bahseder; “Birbirinden kırk kadem ara ile dikilmiş iki uzun direğin iki ucuna ip geçirilmişti. Bu ipe takılan sicimlere de aydınlatılacak eşya ile uygun aralıklarla sırça kandiller asılmıştı. Padişahın isminin baş harfi, gemisinin resmi ve olayla ilgili Kuran-ı Kerim ayetleri…”

 

Gezici mahya ve kaftanlama

Benzer görüntüler 1720 yılında Sultan III. Ahmed’in çocuklarının sünnet töreni için yapılan şenlikler sırasında da karşımıza çıkmaktadır. İstanbul’da zaman zaman gece, gündüz çeşitli gösterilerin yapıldığı ve hünerlerin ortaya konduğu bunun gibi etkinliklerden de bahsetmek bunları araştırmak ve günümüze taşımak gerekir. Mahyanın yanı sıra camilerimizi dolayısıyla şehri şenlendiren diğer aydınlatma usulü ise başka bir yazı konusu olacak olan “kaftanlama” dır.

 

Gelecek için bir not

Sanırım dünya yüzündeki hiçbir şehir, yüzyıllardır senede bir ay olsa da geceleri gökyüzünde böyle bir gösteri yaşamamıştır. Acaba niçin biraz olsun günlük olaylardan kendimizi kurtarıp, şehrimiz için dünya da bir başka örneği olmayan böylesi şenlikler yapmaz, bunları uluslararası etkinlikler haline dönüştürmeyiz? Aklımız mı az, yoksa ben her şeyi bilirim diyen ama hiçbir şeyi bilmeyen bir kalabalığın ardına takılıp geçmişimizi hatırlamakta zorluk mu çekiyoruz?


Mahya hakkında geçmişte yazılmış en önemli iki kaynak Mehmet Zeki Pakalın’ın “Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü”ndeki “Mahya” bölümü ile Prof. Dr. Süheyl Ünver’in 1932 yılında yayımlanan “Mahya ve Mahyacılık” isimli kitabıdır. 2010 İstanbul Avrupa Kültür Başkenti yayınları arasında çıkan “Göklere Yazı Yazma Sanatı Mahya” isimli kitap ta bu konudaki güncel başvuru kaynağı olarak kullanılabilecek bir diğer eserdir.