Site Tasarım: Savaş Çekiç Uygulama: İkipixel

Bu sitede bulunan resimler ve dökümanlar M. Sinan Genim'e aittir ve izinsiz kullanılamazlar. Ancak gerekli izin alındıktan sonra ve kaynak gösterilmek kaydıyla kullanılabilir.

Köşe Yazıları

KÂTİP ÇELEBİ

 

Şubat 1609’da İstanbul’da doğar. Asıl adı Mustafa olmasına rağmen ulemâ arasında Kâtip Çelebi, Dîvân-ı Hümâyun mensupları arasında ise Hacı Hâlife adıyla tanınır. On dört yaşında Anadolu Muhasebeciliği Kalemine girerek devlet hizmetine katılan Kâtip Çelebi, burada hesap, güzel yazı ve özellikle siyâkât yazısını öğrenir. On beş yaşında orduyla Doğu Anadolu ve Irak üzerine yapılan seferlere katılan Çelebi, ordunun Halep’te kışladığı 1634 yılında Hac ziyaretini gerçekleştirir. Kâtip Çelebi katıldığı seferler sırasında gerek ordunun durumu gerekse konakladığı şehirlerin durumu hakkındaki düşünce ve tespitlerini “Fezleke ve Cihannümâ” isimli kitaplarında detaylı bir şekilde açıklar. Bu seferler sırasında bulunduğu şehirlerdeki sahafları sık sık ziyaret ettiği, çok sayıda kitap satın aldığı bilinmektedir. 1645 Girit Seferi sırasında coğrafya konusundaki yetersizliği görerek harita yapımı ile de ilgilenir. Yine bu tarihlerde Müslüman olan Fransız asıllı Mehmed Îhlâsî’nin yardımıyla bazı Latince eserlerin Türkçeye tercümesini gerçekleştirir. 6 Ekim 1657 günü, kırk sekiz yaşında vefat eden Kâtip Çelebi, Zeyrek Camii civarındaki mezarlığa defnedilir.

 

1635 yılında yapılan Revan Seferi sonrası kendi deyimiyle “Cihâd-ı asgardan cihâd-ı ekbere/Küçük savaştan büyük savaşa” dönen Kâtip Çelebi, İzzetî Mehmed Efendi’nin anlatımına göre, çalışkan, iyi huylu, az konuşan, bilgili ve bağımsız karar veren bir kişidir.

 

1656 yılında, Kâtip Çelebi “Mîzânü’l-Hak Fî İhtiyâri’l-Ehakk/En doğruyu seçmek için hak terazisi” isimli eserini, kendi döneminde kısır çekişmelere düşmüş bulunan dinî ve ilmî tartışmaları belli bir yöntem çerçevesinde ele almak için yazmıştır. Bu vesile ile Osmanlı ilim geleneğinde var olan aklî ve naklî ilimler arasında tam bir uyum sağlama fikri esas alınmalıdır; içinde bulunduğu dönemde yaşanan düşünce bunalımının sebebi bu uyum sağlama geleneğinden uzaklaşılmış olmasıdır. Kâtip Çelebi’ye göre İslam’ın ilk dönemlerinde dinin safiyetini muhafaza için felsefi ilimlerden uzak durulmuş, ancak zaman ilerleyip, endişe edecek bir durum kalmayınca geçmişe ait birikim tercüme yoluyla İslam dünyasına aktarılmıştır.

 

Mîzânü’l-Hak Fî İhtiyâri’l-Ehakk’da ele alınan yirmi bir konu, döneminde Kadızâdeliler ile Sivâsîler olarak bilinen grupların tartışma gündemleriyle tam bir paralellik arz eder. İki taraf arasında uzun bir süredir tartışma konusu olan ve aslında bilim ve uygulama yönünden hiçbir değer taşımayan fikir ayrılıklarının toplumu meşgul ettiğini, toplum düzenini tehdit eden çatışmalara dönüşmesinin kabul edilemeyeceğini belirterek, bu anlaşmazlıkların bir orta yol çizgisi içinde hallinin toplumu rahatlatacağını söyler.

 

Şarkı söyleme ve musiki dinleme üzerine yazdığı “Taganni Üzerine” isimli bölümde, saz çalmanın, şarkı söylemenin bazı kişilerce uygun bulunmadığını, ancak çalınan bazı şeylerin ortalığı idare amacıyla caiz görüldüğünü belirtir. Çünkü her nevi müzik aletinin yasaklanması, savaşta gazileri cesaretlendirmek için çalınan davul ve nakkare gibi; düğünlerde çalınan def, ney ve zil gibi aletlerinde yasaklanmasını istemek anlamına gelecektir.

 

Bakara ayetine atıf yaparak “Herkesin yöneldiği bir kıblesi vardır” dedikleri gibi, her iki bölüğün sözü ve işi hep bir yöne oldu; lakin bu dava da hiçbir zaman sonlanmadı. Aklı olan, uzun bir süreden beri devam eden bu kavganın yatışıp biteceği umudunda olup ahmaklık etmez, vesselam. “Raks ve Devr Üzerine” isimli bölümde ise “Halvetiye tayfasının çoğunun ayini ve yolu mürit toplamak üzerinedir. Bundan dolayı tekke kurup hengâmegirlik (höykürme) şartı olan hâyuhûyu topluluğa vasıta, geçim yolu ve kendilerini ayakta tutacak bir direk olarak değerlendirirler… Bu vesile ile tekkeye adaklar ve sadakalar gelir derler” (s. 33).

 

Akıllı olan bu kötüleme ve sataşma hastalığına tutulursa onların tuzakları ve hileleri ile iş görür” (s. 34).

 

Bu sözlerden sonra Orhan Şaik Gökyay’ın şair Gâzâlî’ye ait olduğuna ihtimal verdiğim dediği bir şiire yer verir;

Şeyh, tahtında oturan hükümdarı kıskanıp,
kürsü de bir vakarlı tavırla bağdaş kurup oturur.

Değeri yüce olanı, alçak gözetirler,
kendilerinin değeri yükselsin diye.

Halka binlerce zararı dokunacak işi,
eğer kendilerince yararlıysa işlerler.

Sufinin “Hak, Hak” dediği ikiyüzlülük ise,
kurbağanın gönül arılığıyla “vak, vak” demesi daha iyidir.

 

Kâtip Çelebi’nin yazdığı Mîzânü’l-Hak Fî İhtiyâri’l-Ehakk isimli denemenin üzerinden dört yüz seneye yakın bir zaman geçmesine rağmen değişen pek bir şey yok gibi. Yine bazı kişiler hak, hak diye hâlâ ortalıkta dolaşmakta, buna karşı toplumun hak ettiği yaşam düzeyine kavuşmak giderek zorlaşmakta. Bakara ayetinde iletildiği gibi sanırım herkesin kıblesi farklı. Her ne kadar aynı kıble üzerinde mutabıkmış gibi gözüksek de içten içe farklı kıblelere dönmekte hiçbir sakınca görmüyoruz. Sanırım uluslararası toplum içinde bu nedenle sıkıntı yaşıyoruz. Zaman zaman söylediğimiz ile yaptığımız, yaptığımız ile söylediğimiz arasında önemli farklar ortaya çıkıyor. Dışardan bakan bir kişi de bunu anlamakta zorluk çekiyor. Ne diyoruz ne yapıyoruz? Yüzyıllardır süren bu anlaması zor karmaşa hâlen devam ediyor ve bu nedenle çoğu konuda sonuca varmamız ne yazık ki giderek güçleşiyor.

 

Kâtip Çelebi, Mîzânü’l-Hak Fî İhtiyâri’l-Ehakk, Türkçesi: Orhan Şaik Gökyay ve Süleyman Uludağ, İstanbul, 2007.