Site Tasarım: Savaş Çekiç Uygulama: İkipixel

Bu sitede bulunan resimler ve dökümanlar M. Sinan Genim'e aittir ve izinsiz kullanılamazlar. Ancak gerekli izin alındıktan sonra ve kaynak gösterilmek kaydıyla kullanılabilir.

Köşe Yazıları

FRANZ VON PAPEN
Hitler’in Türkiye Büyükelçisi

 

Tam adı Franz Joseph Hermann Michael Maria von Papen, 29 Ekim 1879 günü Almanya’nın Kuzey Ren-Westfalya eyaletinde bulunan Werl şehrinde doğar. Askerî eğitim görmüş bir politikacı olarak Hitler’in emrinde şansölye, şansölye yardımcısı ve elçilik görevlerinde bulunur. Von Papen, “Üçüncü Reich” kurulmadan önce ve devamında görev yapar. Von Papen hakkında günümüze kadar pek çok yazı yayınlanır. Papen’in, 1952 yılında yayınlanan “Der Wahrheit eine Gasse / Gerçeklere Götüren Yol” ve 1968’de yayınlanan “Wom Scheitern der Demokratie / Demokrasinin Başarısızlığı” isimli iki de kitabı bulunmaktadır.

 

Von Papen, Birinci Dünya Savaşı sırasında, Filistin Cephesi’nde General Erich von Falkenhayn’ın karargâhında, 4. Osmanlı Ordusu kurmay başkanı olarak görev yaptığı sırada Mustafa Kemal Atatürk ile de tanışır.

 

1919 Mart ayında askerlikten ayrılan von Papen siyaset ve toplum içindeki ilişkileri geliştirerek 1932 yılında kısa bir süre için Weimar Cumhuriyeti’nin yönetim kadrosunda yer alarak şansölye atanır. Şansölyeliği’nin 170. gününde Adolf Hitler’i “ulusal kalkınma” amacıyla kurulan koalisyon hükümetine katılmaya ikna çabaları sonrası 30 Ocak 1933 günü kurulan yeni hükümette Hitler tarafından şansölye yardımcılığına atanır. 4 Temmuz 1934 günü bu görevinden ayrılır. 30 Temmuz 1934’te “Özel Görevle Yetkilendirilmiş Büyükelçi ve Bakan” yetkisiyle Viyana Büyükelçisi atanır. 16 Temmuz 1936 tarihli özel misyonunun sona erdiğini bildiren bir yazıyla, Hitler’den görevinin sona ermiş olduğunu ve azat edilmesini ister. Ancak göreve davam eder ve 15 Mart 1938 günü Alman Orduları’nın Viyana’ya girişine tanık olur. 20 Nisan 1938 günü, Berlin’de Hitler kendisine “Olağanüstü yetkilere sahip Türkiye Büyükelçisi” konumuna getirildiğine dair belgeyi verir. Görevi kabul eden von Papen 27 Nisan 1938 günü Ankara’ya ulaşır.

 

27 Nisan 1938 ile 5 Ağustos 1944 tarihleri arasında Üçüncü Reich’ın Ankara Büyükelçiliği’ni yapan von Papen üzerine yazılan kitapta bizi alakalandıran çok sayıda bilgi bulunmaktadır.

 

... Atatürk, bir askerin olması gerektiği gibi, dürüst, bilinçli ve sade insanlardan hoşlanırdı. Oysa Papen’in parlak görünümü, gösteriş düşkünlüğü, sahte mültefit tavırları, Atatürk’ün tam zıddıydı...” Bu nedenle de Atatürk, yaşamının son döneminde, Alman dışişleri bakanlığının Franz von Papen’i büyükelçi olarak Türkiye’ye gönderileceğini öğrendiğinde pek memnun olmadı (s. 60). Atatürk’ün ölümünün hemen akabinde devlet yönetimini devralan İsmet İnönü, Franz von Papen’in büyükelçiliğe atanmasını kabul eder.

 

Alman İmparatorluğu’nun “Führer”i ve Devlet Başkanı Adolf Hitler’in kişiliği ve politikası hakkında Mustafa Kemal Atatürk’ün yargısı şaşılacak kadar sert ve keskindir. ... Atatürk, Hitler’in “Mein Kampf / Kavgam” isimli kitabını okuduktan sonra, arkadaşlarına, “... Hitler’in hırçın anlatımı biçimi ve çılgın düşünceleri midemi bulandırdı...” demiştir. Atatürk’ün yakın dostlarıyla sohbet ederken, Hitler’den “kurşun asker” diye söz ettiği de rivayet ediliyor (s. 74).

 

Hitler’in Almanya’da yönetime geçmesinden birkaç yıl sonra, Atatürk vatandaşlarını Hitler ve Mussolini’nin yarattıkları tehlikeye karşı uyarmıştır: “... Bu megaloman adamlardan sakınmak gerek. Bunlar kişisel hırslarını tatmin edebilmek için, hiçbir engel tanımadan çevrelerine saldıracaklardır. Kendi ülkelerini, hatta bütün dünyayı mahvedeceklerini bilseler bile, akıllarına koyduklarını yapmak isteyeceklerdir...” (s. 74). Atatürk’ün bu konuda geçmiş ait deneyimleri bulunmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasına neden olan Birinci Dünya Savaşı sırasında Enver Paşa’nın hırsını görmüş, bir şekilde yetki sahibi olan yeteneksiz insanların ülkelerinin başına açacağı sıkıntıları bizzat yaşamıştır.

 

Buna karşın Hitler, Atatürk’ün ölümünden sonra, Berlin’de bir Türk ziyaretçisine Atatürk’ün yaptıklarını ancak ari ırktan olan bir insanın başarabileceğini belirtmiş ve şunları söylemiştir: “... Mustafa Kemal, bütün kaynaklarını tüketmiş olan bir ülkenin, özgürlüğüne kavuşmak için her şeyi yeniden yaratabileceğini kanıtlamıştır. Onun birinci öğrencisi Mussolini’dir, ikincisi de benim...” (s. 76).

 

Alman Dışişleri Bakanı Ribbentrop, Papen’e Türkiye’deki propaganda faaliyetleri için bir katalog gönderir: “... Türkiye’ye telkin edilecek olan fikir, Almanya’nın tasarladığı ‘Yeni Avrupa Düzeni’ bünyesi içinde Türkiye’nin de ekonomi alanında önemli bir ortak olarak yerini alacağı güvencesinin verilmesiydi. Zaten Türkiye’de üretilen malların tümü Avrupa’nın ihtiyacı olan ürünlerdi. Türkiye’ye sürekli hatırlatılması gereken bir konu da Türkiye’nin Avrupa’ya mensup olduğu var sayılan bir devlet gücü olarak, Avrupa’nın çıkarlarını gözetmesi zorunluluğudur...” (s. 154). Türkiye’nin Avrupa’ya mensup olduğu masalını çok uzun süredir dinlemekteyiz. Bir ticaret birliğinden, giderek Hıristiyan birliğine dönüşen Avrupa Birliği, özellikle de Almanya uzun süredir işine geldiği gibi bu masala devam etmekte, işine geldiğinde ise bu kadar büyük bir nüfusu barındıran ülkenin entegrasyonunun nerede ise imkânsız olduğunu ileri sürmektedir. Geçmişte de bu birlikteliğin tehdit unsuru olarak kullanıldığını görüyoruz. Von Papen, 1942 tarihli bir raporunda eğer Türkiye giderek şiddetlenen savaşta, çekimser tavrını korumakta ısrar ederse; “Yeni Avrupa Düzeni” dışında kalacağını da söyler (s. 170).

 

Von Papen, 25 Temmuz 1941 tarihli bir raporunda, Türkiye’yi mihver tarafına çekmek için keşfettiği yeni bir olanaktan söz eder: “Turancılık İdeolojisi”. Türk halkı bu düşünce akımına büyük ilgi göstermektedir ve Türkiye’de bu konu nedeniyle Sovyetler Birliği topraklarına göz dikmektedir. Türkler’in milli duyguları, soy bilinci çok güçlüydü ve Türkler bu konudaki hayallerini sadece Almanya’nın yardımıyla gerçekleştirebileceklerinin farkındadırlar (s. 162). İsmet İnönü’nün bu yıllarda Türkçülük akımına karşı gösterdiği sert reaksiyonun nedenini böylece öğrenmiş bulunuyoruz, toplum içinde, Almanya’nın da etkili propagandası nedeniyle güç kazanan bu akımın ülkenin başına açacağı sıkıntıları gören dönemin yönetimi biraz da gecikerek tutuklamalar yapmaya, bu akımın toplumda geniş bir tabana yayılmasına mâni olmaya çalışılmıştır. 1943’den itibaren, ülkedeki Turancı çevre ve dernekleri denetim altına alınır. 1944 yılı Mayıs ayında açıkça Turancı çevrelere ve ileri sürdükleri fikirlere karşı İsmet İnönü “... Turancılar, gençliği yoldan çıkaran vicdansız kışkırtıcılardır? Bize sorunlar yaratacak olan düşüncelere bütün gücümüzle karşı koyacağız...” demek zorunda kalır (s. 172 ve 203).

 

İsmet İnönü’nün gelecek için olan görüşü çok önemlidir. 1943 yılı Ocak ayı sonunda Başbakan Winston Churchill ile Adana’daki buluşmasında: “... Almanlar yenilirse, onlarla birlikte yenilen bütün ülkelerin Slav ve Bolşevik hakimiyeti altına gereceklerini...” söyler (s. 180).

 

Bu arada bir geriye dönüş yapmak isterim. 1930’lu yılların ikinci yarısında Ankara’ya gelen “Rheinische Wochenzeitung” adlı derginin muhabiri izlenimlerini şöyle aktarır: “... Ta ilerde ortası yarık bir kaya bulunan dağın üstünde eski bir kale görülüyordu. Ön tarafta ise modern, kübik üslupta inşa edilmiş binalar… İşte Ankara’ya yaklaşıyoruz! Şimdi bütün dikkatimiz Yeni Türkiye’nin denemekte olduğu atılımlara yöneliyor… Bu çabalar ‘Türk Mucizesi’ de deniliyor! Ama bundan böyle Türklerin, bütün düşüncelerini şimdiye kadar varlığından bile haberleri olmadığı konulara yöneltmelerine şaşmamak gerek! Böyle bir radikalizm olmasa, böyle kökten bir devrim hareketine girişilmese, bu kadar kısa sürede Anadolu’nun çorak toprağında böylesi çağdaş, Avrupa tarzında bir kent kurulabilir miydi? 16. yüzyıldan 20. yüzyıla götüren yolu bir sıçrayışta aşmayı başaran bu azim ve bu güç karşısında saygı duymak gerekir...” (s. 214-215).

 

Dönemin gerçeklerinin farkına varamayan bir grup kifayetsiz muhterisin, Türkiye’nin yeniden kuruluş dönemi için bilir bilmez fikirler ortaya atmasına, kurucularını karalama çabalarına karşı, çok uzun bir dönem önce Ankara’yı ziyaret eden bir gazetecinin anılarının en güzel cevaplardan biri olduğunu hatırlatmak isterim.

 

Von Papen’in şansölyeliği dönemindeki davranışlarını anlatmak için daha sonra dile getirdiği bir açıklamanın hepimize örnek olması gerekir: “... Hitler gibi ağzı laf yapan bir maceraperestten kurtulmanın en kısa yolu, ona iktidar sorumluğunu yüklemektir...” (s. 225). Ağzı laf yapan bir macerapereste iktidarı teslim etmenin, nelere mal olduğunu artık hepimizin öğrenmiş olması gerekir.

 

İkinci Dünya Savaşı sırasında, yıllardır İstanbul’daki varlığını koruyan Alman Lisesi’nde de problemler ortaya çıkar. Lisede okuyan Musevi kökenli öğrencilerin çıkarılması istenmektedir. Halbûki Türkiye’nin yasaları, okulda Yahudi karşıtlığını ve ırk bilimi derslerini yasaklıyordu (s. 245). Sınırlarına dayanmış güçlü bir orduya, nerede ise bütün Avrupa’yı hakimiyeti altına almış ve istikrarsız bir lider tarafından yönetilen Almanya’ya karşı dönemin hükümeti bu konuda taviz vermeye yanaşmamaktadır. Bu olay o kadar büyür ki, dönemin Alman Eğitim Bakanı Rust, Türkiye’deki Alman öğrencilerin, Türk hükümetinin kararlarına uymaya zorlanmasının, Alman Devleti’nin saygınlığını tanımamak anlamına geldiğinin, Türk devlet temsilcilerine bildirilmesini ister (s. 246).

 

Bu kitapta ders alınması gereken pek çok açıklama bulunmakta. Örneğin bir dönem Türkiye’de ders veren Ernst Reuter, yazdığı bir mektupta; Hitler ile Stalin arasında 23 Ağustos 1939 tarihinde imzalanan saldırmazlık antlaşması sonrası: “... Sayın Führer’imizin üstün bilgeliği sayesinde Nazi rezaletine ek olarak şimdi de komünist pisliğine bulaştık… Ama belki bu olayın iyi bir yanı vardır. Bu birbirine benzer belalar karışışında, şimdiye kadar yaşanan olaylarda hiçbir kötülük görmeyen saf ruhlu insanların gözü açılır da gerçeklerin farkına varırlar...” (s. 263).

 

Papen’in ilginç görüşleri de vardır: “... Fransızlar ihtilalci bir yapıya sahiptir. Oysa Almanlar asla kendilerine uygulanan baskıya baş kaldırmamıştır. Almanlar, genellikle eleştirel düşünme yeteneğinden yoksun, akıllı-uslu küçük burjuvalar olarak, kendilerine ikna edici bir biçimde sunulan fikirlere kendilerini kaptırabilirler… Nitekim bu dar görüşlü küçük burjuvalar Goebbels’in laf kalabalığının etkisiyle dönüşü olmayan bir yola saptırıldılar. Birçoğu yüksek görev üstlenmek, büyük güce kavuşmak ve dünyevi servete sahip olmak gibi parlak ve baş döndürücü umutlarla bu akıntıya kapılıp sürüklendiler...” (s. 376).

 

31 Ağustos 1946 günkü Nürnberg Uluslararası Askeri Ceza Mahkemesi duruşması sırasında Franz von Papen kendisini şu sözlerle savunur: “... Ülkemin iç politikasına müdahale etme umudumun boşa gitmesinden sonra, bulunduğum diplomatik konumdan yararlanarak ‘barışı kurtarma’ isteğiyle harcadığım çabaların amacı Nazi rejimine değil vatanıma hizmet etmekti...” (s. 276).

 

Franz von Papen için yazılmış bu kitabı okumak gerek, bir ülkenin ve ülkesine hizmet etmek için çalıştığını iddia eden bir kişinin gerçeklerle olan ilişkisini anlatmakta, geçmiş olayların yalnızca bizim gördüğümüz pencereden değil, başka pencerelerden de görünüşünü yansıtıyor. Üstelik içinde biz de varız. 1938 ile 1944 arasında özellikle Ankara’da, hükümet ile diplomatik misyon arasında geçen olaylar gerçekten ilginç.

 

Güzel Türkçesi ile bu kitabı dilimize kazandıran Selma Türkis Noyan’a da teşekkür etmek isterim, akıcı bir tercüme yapmış. Yalnız kendisi ile mutabık olmadığım bir nokta var. Kitapta, “Türkiye Hükümeti” sözcüğünü kullanıyor. Buna karşılık Alman Hükümeti demekte. Bizim dilimizde bu kuruma Türk Hükümeti denir. Almanya Hükümeti denilmeyen bir tercümede Türkiye Hükümeti tabiri yanlış olmuş, farklı algıları akla getiriyor. Dikkatinizi çekmek isterim, bu ülkenin adı Türkiye ve onun yönetimini üstlenen hükümete de Türk Hükümeti denir.

 

Reiner Möckelmann, Franz von Papen Hitler’in Türkiye Büyükelçisi, Çev. Selma Türkis Noyan, İstanbul, 2019.