Site Tasarım: Savaş Çekiç Uygulama: İkipixel

Bu sitede bulunan resimler ve dökümanlar M. Sinan Genim'e aittir ve izinsiz kullanılamazlar. Ancak gerekli izin alındıktan sonra ve kaynak gösterilmek kaydıyla kullanılabilir.

Yayımlar / Bildiriler

İSTANBUL APARTMANLARINDA RESİM

 

Yakın bir geçmişe kadar gerek Anadolu gerekse Rumeli’deki Türk şehirlerinin tümü bağımsız konutlardan oluşurdu. XIX. yüzyılın sonlarına doğru artan nüfus nedeniyle ortaya çıkan konut sıkıntısı geçmişten gelen bir çareye başvurmayı zorunlu kılar. Roma İmparatorluğu döneminde özellikle de başkent Roma’da ortaya çıkan ve daha sonra kalabalık Roma şehirlerinde inşa edilmeye başlanan “Insula”ları günümüz apartmanlarının öncüleri olarak kabul etmek gerekir. Latince “Ada” anlamına gelen bu kelime insanların bir arada yaşadığı büyük konutlar için kullanılmaya başlanır.

 

Yüz yıllar boyunca küçükte olsa bir bahçesi olan bağımsız konutlarda yaşayan insanlar bu yeni anlayışa, kısıtlı bir alanda birlikte yaşamaya uyum sağlamakta zorlanırlar. Bizim coğrafyamızda şehirlerin büyük bir bölümünü oluşturan Müslüman mahallelerinde yaşayanlar bu yeni yapı anlayışına uyum sağlamakta oldukça zorlanırlar. Birden çok aileyle aynı çatı altında yaşamak, oldukça dar olan merdivenlerde kaç-göç kültürünün yarattığı sıkıntılar pek hoş karşılanan bir durum değildir. Bu nedenle başta İstanbul olmak üzere nerede ise tüm şehirlerimizde apartman kültürü öncelikle Gayrimüslim hatta Levanten yerleşim bölgelerinde görülmeye başlanır. Bu arada Beyoğlu bölgesinde sık sık ortaya çıkan ve büyük tahribat yaratan yangınlar, ahşap yapı yasağının getirilmesine yol açar. Ahşap yapı yasağı başta uygulama zorunluluğu olsa da pek dikkate alınmaz, ancak 1870 yılında meydana gelen büyük Beyoğlu Yangını sonrası ise kesin olarak ahşap yapı yasağı uygulanmaya başlanır.

 

Geleneksel konut kültürümüz yüz yıllar boyunca ağırlıklı olarak ahşap teknolojisine dayanmaktadır. Anıtsal yapılar ve saraylar dışında kâgir yapı pek yapılmaz. Bu oluşumda biraz da toplumda yaygın olan “Dünyada mekân, ahirette iman” anlayışı rol oynar. Geçici olan bu dünyada, kalıcı bir konut yapmanın pek de gereği yoktur. Ayrıca pahalıya mal olan bir yapı yapmak zenginleştiğimizi gösterir ve dikkatleri üzerimize çeker. Bu da tercih edilen bir durum değildir. Kâgir yapı teknolojisi ve malzemesi konusunda yeteri kadar bilgisi olmayan ustaların kâgir yapı yapımında ortaya çıkan bağlantı ve birleşim problemlerini halledecek bilgi birikimleri de yeterli değildir. Buna ek olarak yeteri kadar taş, harman tuğlası ve kiremit üretimi de bulunmamaktadır. Yangın sonrası ortaya çıkan konut problemlerini çözmek için hızlı bir konut üretimi gerektiğinden yabancı, özellikle de İtalyan ve Fransız müteahhitler devreye girer. Malzeme problemleri ise Marsilya’dan ithal edilen tuğla ve kiremit, Malta’dan ithal edilen taş, Belçika ve İngiltere’den ithal edilen demir aksam ile giderilir.

 

Beyoğlu ve daha sonra Teşvikiye, Şişli, Pangaltı ile Kurtuluş mahallelerinde hızla yükselmeye başlayan apartmanlar bir süre sonra Suriçi’nin Gayrimüslim ağırlıklı bölgelerinde de tercih edilmeye başlanır. Gedikpaşa, Samatya, Balat, Fener ve benzeri yerleşimlerinde yaşayanlar bu yeni yapı tarzına rağbet etmeye başlarlar. XX. yüzyılın başlarında özellikle Gayrimüslim nüfusun yaşam kültürüne özenen veya Avrupa’da eğitim gören Müslümanlar da apartman kültürüne ilgi duymaya başlar. Apartman kültürü bu kez Laleli, Cağaloğlu gibi Müslüman ağırlıklı semtlerde de ortaya çıkmaya başlar (Genim 2014, 139-161).

 

Ekonomik açıdan güçlü ailelerin Osmanlı İmparatorluğu coğrafyasında yaptırdığı evlerin büyük bir bölümünün iç mekânları, özellikle de evin sahibinin büyük oranda yaşamını sürdürdüğü baş odaların duvarları kalem işi süslemelerle donatılmıştır. Günümüzde sayıları giderek azalsa da İstanbul’da Çengelköy Sadullah Paşa Yalısı, Bebek Kavafyan Konağı, Yenişehir Şemaki Evi, Bayramiç Hadımoğlu Konağı, Birgi Çakıroğlu Konağı, Milas Bahaeddin Ağa Evi, Antalya Tekelioğlu Konağı, Tokat Nizamoğlu Konağı, Bitlis Ahmed Ağa Konağı’nda; iç mekânlarda kalemişi duvar resimleri bulunmaktadır. Yurt dışında ise Kastorya, Filibe, Gjirokastra, Akçahisar gibi yerleşimlerde bulunan eski konakların iç mekanlarında kalem işi duvar resimlerine rastlanmaktadır. Bu tür manzara resimleri yalnızca büyük konaklarda değil, en son örneğine Kuzguncuk’ta rastladığım küçük ebatlı mütevazı evlerde de bulunmaktaydı.

 

Kalem işi bezemelerin büyük bir kısmını bitkisel ve geometrik süslemeler oluştururken: az sayıdaki evde canlı figürlerine de rastlanmaktadır. Bazıları insan, bazıları vahşi hayvan olan bu figürlerin büyük çoğunluğu Gayrimüslimlere ait evlerde görülse de Müslümanlar tarafından da yaptırılan evlerde (evlerde) de benzer figürlere rastlanmaktadır. Bu evlerin iç süslemeleri konusunda çok sayıda araştırma ve yayın yapılmasına karşın, dış cephelerinde bulunan kalem işi süslemeler hakkında yapılan detaylı bir araştırma ve yayın yok gibidir.

 

Özellikle günümüze ulaşmayan Milas Bahaeddin Ağa Konağı cephesinde yer alan aslan figürleri muhteşem bir görüntüdür. Her ne kadar figür içermese de Antalya Tekelioğlu Konağı’nın dış cephesi de incelemeye değer niteliktedir. Arnavutluk’un Ergiri Gjirokastra şehrindeki Zekate Evi’nin dış cephesinde yer alan avcı ile geyik figürünün, yine adını öğrenemediğim bir diğer evdeki çifte aslan figürünün bu gibi süslemelerin en güzel örneklerinden olduğunu düşünmekteyim.

 

Türk sanatının geçmiş yüz yıllardaki gelişimi konusunda bilgi sahibi olmadan, Türk resmini değerlendirmek olanaksızdır. MÖ IV. ve III. yüzyıllardan kalma kurganlarda Hunlar’dan günümüze ulaşan keçi üzerine ince, renkli deriler yapıştırılmak suretiyle süslenen bir gurup tekstil ürününde hayvan motiflerinin bulunduğu; keçi ve kartal, grifon ile geyik arasındaki mücadele sahnelerinin yanı sıra stilize edilmiş kurbağa ve balık figürleri de görülmektedir. Yün işleme bir tekstil örneğinde ise ata binmiş bir insan figürü bulunmaktadır. Bir diğerinde ise o güne kadar görülmeyen nitelikte bir insan portresi yer almaktadır. Çok realist bir şekilde işlenen bu portre de yer alan bıyıklı insan figürünün özellikle gözlerindeki ifadenin gerçekliği insanı hayrete düşürecek kadar dikkat çekicidir.

 

Daha sonraki dönemlerde eski Türk resminin en önemli temsilcileri hiç şüphesiz Uygurlardır. Budizm, Maniheizm ve sonrasında İslam olmak üzere üç inanç çerçevesinde ortaya koydukları resimler ne yazık ki yeteri kadar değerlendirilmiş değildir. VIII. ve IX. yüzyıllardan kalma Budist ve Maniheist duvar resimleri ve minyatürler Türk resminin en eski örneklerini oluşturmaktadır. Bu resimlerde İnsan yüzünün kişisel özelliğini belirtmenin yani günümüz anlayışıyla portre yapmanın bu freskler ile önem kazandığı anlaşılmaktadır. Sorçuk’taki kadın ve erkek vakıf mensuplarını tasvir eden fresklerdeki figürler tek tek portre özelliği göstermektedir. Hoça’daki bir freskte karışımıza çıkan dört nala koşan at figürü ise resimde realizme iyi bir örnek olarak değerlendirilmektedir. Uygur minyatürlerinde de aynı özellikler bulunmaktadır.

 

Türklerin Müslümanlığı kabulünden sonra Türklerde resim sanatının ihmal edildiği bir gerçektir. Ancak Gazneli Mahmud’un (988-1030) XI. yüzyıl başlarında inşa ettirdiği Leşkeri Bazar Sarayı’nın duvarlarında insan figürlü freskler bulunduğu görülmektedir. Burada günümüzde de tartışılan bir konu gündeme gelmektedir. İslam inancında resim yasak mıdır? Kur’an-ı Kerim’de resim konusunda kesin, hatta böylesi bir yasağa değinen bir hüküm bulunmamaktadır. Sebe’ Suresi’nin 13. Ayetinde, Hz. Süleyman için; “O’nun için isteğine göre mabetler, heykeller, büyük tekneler kadar (geniş) havuzlar ve sağlamca tespit edilmiş kazanlar yaptılar” açıklamasından heykel yapımı hakkında bir yasak olmadığı anlaşılmaktadır. Buna karşın Tevrat’ta resim veya suret yapımı kesin olarak yasaktır. Tevrat’ın Mısır’dan çıkış bölümünün 20. Ayetinde; “Kendine yukarıda gökyüzünde, aşağıda yeryüzünde ya da yer altındaki sularda yaşayan herhangi bir canlıya benzer put yapmayacaksın. Putların önünde eğilmeyecek, onlara tapmayacaksın” hükmü bulunmaktadır. Bu hüküm zaman içinde farklı yorumlanarak resim yasağı olarak değerlendirilmiş olup, Musevi inancında resim yasaktır.

 

Hz. Ömer döneminden itibaren İslam’ın coğrafyasının genişlemesi, farklı kültürlerle karşılaşmaları, yöresel gelenek ve göreneklerin varlığı, özellikle Emevî Dönemi saray ve kasırlarında çok sayıda duvar resmi yapılmasına ve yapıların cephelerinde insan suretlerine yer verilmesine yol açar.

 

Emevi devletinin sınır komşusu Roma İmparatorluğu’nda II. Leon (726-730) ikonoklazm hareketini başlatır. Patrik Aziz III. Gregory 730 yılında sinod meclisini toplayarak, ikonoklazmı din dışı olarak mahkûm eder ve takipçilerini aforoz eder. “Şeytan, insanı kandırarak, Yaratıcı yerine yaratılana tapmasına neden olur. Musa’nın kanunları ve peygamberler beraberce bu yıkıntıyı kaldıracaklardır. Fakat önceden söylendiği gibi şeytanın bizi yok edecek oyunudur… sonuçta Hristiyanlık görünümü altında putperestliğin geri getirilmesidir.” Bu açıklamadan da anlaşılacağı gibi ikona kırıcıların dayanağı İncil değil, Tevrat’tır. Endişe duyulan konu ise avamın giderek büyüyen ikonalara tapınma eylemidir.

 

Hristiyan objelerine ve özellikle haça ait bir yasak da 722-723 tarihleri arasında Emevî Halifesi II. Yezîd (720-724) tarafından yürürlüğe konulan ve “Yezîd Fermanı” olarak bilinen uygulamadır. Bu fermanla halifelik topraklarındaki tüm haç ve Hristiyan imgelerinin yok edilmesi emredilir ancak bu yasak yalnızca Hristiyan imgeleri için olup resim ve heykelin yasaklandığına dair bir açıklama bulunmamaktadır. Kısa süre sonra halifelik makamına geçen II. Velid (743-743) döneminde yapımına başlanan Mşatta Sarayı’nda hem üç boyutlu canlı tasvirleri hem de resimler bulunmaktadır. Kusayru Amre Sarayı’nın duvarlarında ise Roma İmparatoru, Vizigot Kralı, Sasâni Şahı ve Habeş Kralı’nın altlarında isimleri yazılı resimleri bulunmaktaydı.

 

Kur’an-ı Kerim’de herhangi bir yasak söz konusu olmamasına karşın nakil yoluyla oluşturulan çok sayıda hadiste resim ve heykel yapanların cehennemlik oldukları, onların kıyamet günü “Bu yaptıklarınıza can verin” diye azap edileceğine dair bir hüküm bulunmaktadır. Daha sonraki dönemlerde Emevî Sarayları’nda görüldüğü kadar heykel ve resim olmamasına karşın, çok sayıda hayvan ve insan sureti bulunan kitaplar hazırlanır.

 

Bundan böyle büyük ebatlı resim veya yapıların duvarlarına fresk yapımının azaldığı hatta yok olduğu da bir gerçektir. Büyük ebatlı resim yerine minyatür denilen kitap resimleri tercih edilecek, zaman zaman özellikle de Selçuklu döneminde bazı seramikler üzerinde canlı figürlerine ve insan suretlerine yer verilecektir.

 

Evliya Çelebi Bitlis’te bulunduğu sırada yapılan mezatta satılan Çölemerik Beyi’ne ait bir “Şehname”yi tahrip eden Kadızâdeli bir kişiyi ordugâhta bulunan Melek Ahmed Paşa’nın “Sen nasıl olurda ‘devlet malını tahrip edersin” diye azarladığından ve mahkûm ettiğinden bahseder. İçinde resimler bulunan şehname nüshası devlet malı kabul edilmektedir. İslam anlayışı gereğince yapıların duvarlarını süsleyen büyük boyutlu resimler yapılmaz ama çok sayıda ki kitabın sayfaları arasında üstelik bazıları erotik sahneler içeren insan figürleri bulunmaktadır. Bu konu üzerinde yeteri kadar durulmamış ve araştırma yapılmamıştır. Burada akla gelen soru; “Madem canlı figürü yapmak yasaktır ve yapanlar cehennemlik olacaktır, minyatürlerdeki üstelik bazıları erotik olan hayvan ve insan figürleri nasıl yapılabilmektedir?”

 

Burada bir yorum söz konusu olabilir, büyük ebatlı resimler, özellikle de freskler zaman içinde bir tapınma objesi, put olabilirler. Ancak bir kitabın içinde yer alan insan figürleri için böylesi bir tehlike yoktur. Üstelik bu tür kitaplar çok pahalı oldukları için avam tarafından elde edilmeleri de pek mümkün görülmemektedir. O takdirde avamın inancına zarar vermeyecek olan böylesi kitapların üst düzey insanlar tarafından okunması ve bu gibi kitapların sanatkârlar tarafından hazırlanmasına karşı çıkmanın, hükümdarların yanı sıra üst düzey yöneticilerin hışmını çekmeye gerek yoktur.

 

XVIII. yüzyıla kadar örneklerini daha çok minyatür dalında vermiş ve kökünü Türk İslam geleneğine dayandıran kitap ressamlığından Batı anlamında resme geçiş birdenbire olmaz. Ülkemizde resim sanatının yeni bir anlayış çerçevesinde gelişmesi çeşitli denemelerden sonra gerçekleşir. Önceleri manzara resimleri ile başlayan bu değişim, evlerde tavan ve duvarlara yapılan manzara resimleri ile kitap ressamlığı dışına taşınır. Topkapı Sarayı ve XIX. yüzyılın başlarında yapılan konut yapılarında (Çengelköy Sadullah Paşa Yalısı, Bebek Kavafyan Konağı, Süleymaniye Kayserili Ahmed Paşa Konağı) karışımıza çıkan bu resimler yeni bir anlayışın yerleşmeye başladığını göstermektedir. Başlangıçta bu resimlerin hiçbirinde herhangi bir canlı ve insan figürü yoktur. Ancak zaman içinde örneğin Datça (Reşadiye) Mehmet Ali Ağa Konağı baş odasındaki bir resimde denizde hareket halinde olan kayıklarda insan figürü görülmemesine karşın, denizde yüzen balıklar ve yanı sıra bir de ördek benzeri bir figür ilgi çekicidir. Merkezden uzak bazı yerleşimlerde; Yozgat Nizamoğlu, Kayseri Danyal Âşık Evi gibi konutlarda yapılan resimlerde ise hayvan ve insan figürleri bulunmaktadır (Renda-Erol 1980, 17-76).

 

Ülkemizde Avrupa anlayışında yağlı boya resim yapma ne zaman başlamıştır? Halil Edhem Bey bu soruya kesin bir yanıt vermenin olanaksızlığına değindikten sonra şu sözleri söyler;
“Ancak şurası muhakkaktır ki, Sultan (III) Selim zamanında ve 1894 tarihinde programına resim dersleri alınmış olan Mühendishâne-i Berri-i Hümâyûn sonra da Harbiye Mektebi resim sanatının ülkemizde yayılmasına sebep olmuştur. Aslında bu okullar mühendis, mimar ve kurmay subayı yetiştirdiğinden öğrencileri içinde resme eğilenler bulunacağı apaçıktır?” Gerçekte askerî okullarda o günlere kadar büyük oranda ihmal edilen ve çok sayıda yenilgiye sebep teşkil eden harita yapımına, kısa süre sonra da savaşılan veya savaş yapılması muhtemel arazileri tanımak amacıyla resim yapımına ağırlık verilir.

 

Lale Devri’ni takiben Sultan III. Mustafa (1757-1774), Sultan III. Selim (1789-1807) ve Sultan II. Mahmud’un (1808-1839) saltanat dönemlerinde zaman zaman ıslahat akımının güçlendiği görülmektedir. Sultan III. Selim döneminde 1795 yılında kurulan Mühendishâne-i Berri-i Hümâyûn’da resim öğretimine başlanır. Mühendishâne’deki resim dersinden amaç Avrupa yöntemlerine göre yetiştirilmek istenen genç subaylara askerlikle ilgili teknik çizimleri, arazi krokilerini çizebilme yeteneğini kazandırmaktır. Öğretmen olarak harita, taş baskısı, kazıma, oyma yöntemlerini bilen subaylara da gereksinim duyulmaktadır. Bu ihtiyaç öylesine acildir ki, Fransa, Polonya, Macaristan gibi ülkelerden Türkiye’ye sığınmış ve askerî eğitim almış çok sayıda kişi eğer harita yapma bilgisine sahipse en kısa süre zarfında askerî birliklerde göreve başlatılmaktadır. Polonya Ordusu’nda eğitim alan Konstanty Borzecki 1849 yılında İstanbul’a gelir. Harita çizimindeki üstün becerisi dikkate alınarak kurmay yüzbaşı rütbesiyle Osmanlı Ordusu’na katılır. Bir süre sonra Müslümanlığı kabul eder ve Mustafa Celâleddin adını alır. Zaman içinde terfi ederek paşa rütbesine ulaşır ve 1876’da Karadağ müdafaası sırasında şehit olur.

 

Sultan II. Mahmud ile başlayan reform hareketleri sonrası Osmanlı İmparatorluğu’nda da resim ve heykel konusunda farklı bir düşünce ortaya çıkar. Sultan II. Mahmud’un, Rum ileri gelenlerinden İstefenaki Bey’in Kuruçeşme’deki yalısını sık sık ziyaret ettiği ve kendisine yağlı boya bir portresini hediye ettiği, bu tablonun yalıda itina ile saklandığı bilinmektedir.

 

1835 yılında İngiltere’ye öğrenim için gönderilen Mühendishâne öğrencisi on iki genç arasında sonradan ressam Ferik İbrahim Paşa (1815-1891) olarak ün kazanacak olan bir kişi de bulunmaktadır. Aynı tarihlerde Tevfik isimli bir başka Harbiyeli de matematik, resim ve hakkâklık öğrenimi için Paris’e gönderilir. 1835 yılında açılan Mektebi Fünun-u Harbiye-i Şahane’de de başlangıcından itibaren resim derslerine önem verilir. Askerî okullarda eğitim ve öğretim gereği resim dersleri konulmuş olmasına karşın, halkın genel olarak sürdürdüğü olumsuz tutum nedeniyle sivil okullarda resim dersi henüz yoktur. Üzerinde durulmamakla birlikte 14 Mart 1827 günü açılışı yapılan ve ilk mezunlarını 1833 yılında veren Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane’de gerek anatomi gerekse farmakoloji dersleri için gereken resimlerin yapımına ağırlık verilmiştir. Türk Resim Sanatı’nın öncülerinden olan Şeker Ahmet Paşa (1841-1907) tıbbiye mezunu bir askerî doktordur. Tıbbiyede resim öğretimine bir örnek de Süleyman Seyyid’in (1842-1913) bir dönem Tıbbiye İdadisi’nde resim öğretmenliği yaptığına dair kayıttır. Türk Primitifleri adıyla anılan bu ressam grubu genellikle figürsüz doğa temalı resimler yapmaktadırlar. Çok az sayıda iç mekân resmi bulunur. Hemen hemen tüm resimlerde figür görülmez. Muhtemelen insan figürlerinin görüldüğü ve bir Türk ressam tarafından yapılan ilk resim Şeker Ahmet Paşa’nın “Kağıthane Sırtlarında Talim Yapan Erler” tablosudur. 61x46.5 santimetre boyutlarındaki bu resimde kararmaya başlayan bir gökyüzü altında, toprak bir yolun ikiye böldüğü yassı bir tepe… Ön sırada ak benekler gibi görülen iki çadır... vardır. Biraz daha dikkatlice bakıldığında yolun üstünde, sağında ve solunda beli belirsiz benekler, lekecikler halinde insanlar ve hayvanlar görülmektedir. Şeker Ahmet Paşa’nın “Ağaçlık” isimli tablosunda da bir merkep ve onu süren bir kişi görülür.

 

Türk resminin en önemli ressamlarının öncülüğünü hiç şüphesiz Osman Hamdi Bey (1842-1910) yapar. Artık insan figürü tüm görkemi ile Türk resminde kendine yer bulmaktadır. “Cami Kapısında Feraceli Kadınlar, Mimozalı Kadın, Profil Kız Portresi” ve insan figürü içeren diğer resimleri resim yasağını pek dikkate almayan bir anlayışın ortaya çıkmasına yol açar. Şeker Ahmet Paşa’nın öncülüğünde 1873 yılında düzenlenen resim sergisi bu konudaki arayışları hızlandırır. Sultan Abdülaziz (1861-1876) döneminde, 1873 Fransız asıllı Pierre-Désiré Guillemet (1827-1878) İstanbul’a davet edilerek bir sanat okulu açılması düşünülürse de bu girişim başarılı olmaz. Bu kez Guillemet eşi ile birlikte resim eğitimi vermek üzere Beyoğlu’nda Desen ve Resim Akademisi açar. Özel olarak eğitim veren bu kurum muhtemelen Guillemet’in ölümü üzerine kapanır. Özellikle fotoğrafın günlük hayata girmesi ve giderek yaygınlaşması resim konusundaki yasağın ortadan kalkmasına yol açar. 1877 yılında Maarif Nazırı Münif Mehmed Paşa (1828-1910) sanat eğitimi veren bir okul açılması için teşebbüste bulunur ancak tüm çabasına rağmen başarılı olamaz. 1882 yılında Osman Hamdi Bey’in girişimleri sonucu Sanayi-i Nefise Mektebi öğretime açılır. Resim, heykel, mimarlık ve hakkâklık bölümlerinden oluşan bu okulda sanat eğitimi verilecektir. Heykel ve mimarlık bölümlerinde eğitim süresinin dört yıl, resim bölümünde ise beş yıl olması resim eğitimine verilen önemi göstermektedir. Sanayi-i Nefise Mektebi kısa süre içinde büyük rağbet görür ve çok sayıda ressam yetişmesine öncülük eder. Resim sanatı özellikle devlet katında giderek yaygınlaşmakta ve beğeni toplamaktadır. Ancak resim sanatının toplumun muhafazakâr kesimlerine yayılması ve geniş topluluklara ulaşması konusunda hâlâ aşılması gereken uzun bir yol olduğu da gerçektir.

 

Cumhuriyetimizin kuruluşu ile birlikte resim sanatına verilen önem artar. Sanayi-i Nefise Mektebi mezunları eğitimlerine devam etmeleri için Fransa ve Almanya gibi ülkelere gönderilirler. Başlangıçta az sayıda olan Türk asıllı öğretmen sayısı giderek artar.

 

1920’li yılların sonuna doğru özellikle Halaskargâzi Caddesi’nin Şişli’ye doğru uzandığı bölümde bitişik nizam apartmanlar yapılmaya başlanır. Bu yeni yaşam tarzı öylesine ilgi çekicidir ki sanata konu olur. 1933 yılında metni Ekrem Reşit Rey (1900-1959) ile Nâzım Hikmet’e (1902-1963) ait olan ve Cemal Reşit Rey tarafından bestelenen “Lüküs Hayat” opereti büyük ilgi görür. Günümüzde de zaman zaman oynanan operette apartman yaşamını işaret eden bazı dizeler şöyledir:

 

Şişli’de bir apartıman,
Yoksa eğer halin yaman.
Nikel-kübik mobilyalar,
Duvarda yağlı boyalar.

 

Artık iç mekân duvarlarına kalem işi süslemeler yapma dönemi geride kalmıştır. Bunun yerine duvarlara tablo asmak bir kültür ve zenginlik göstergesidir. Geçmiş dönemlerde evlerimizin duvarlarını süsleyen hatların yerini çoğunlukla yağlı boya tablolar almaya başlar. Bu arada öncelikle Beyoğlu bölgesindeki apartmanların giriş holleri duvar resimleri ile süslenmeye başlar. Bazı yapılarda girişin bir duvarında, bazılarında ise karşılıklı hatta hatırladığım birkaçında tüm giriş hacmini süsleyen bu resimler çoğunlukla Metin And’ın bir dönem “Çarşı Ressamları” dediği (And 2018), resim konusunda akademik bir eğitim almamakla birlikte resme yatkınlığı olan kişiler tarafından yapılır. Bizim resim tarihimizde bu gibi ressamlara “Naif ressamlar” adı verilir. Kim tarafından yapılmış olursa olsun bu resimler yapıda oturanlara prestij kazandırdığı gibi, yapının bulunduğu semte de ayrı bir değer katmasına yol açtığı için genel bir rağbet görür. Ancak tanınmış ressamlar böylesi bir çaba içine girmezler. Bu tarihlerde Türkiye dışında doğan ve akademik eğitimlerini yurt dışında (Harkof ve Moskova) alan iki ressam, muhtemelen yeteri kadar tanınmamış oldukları dönemlerde biraz da para kazanmak amacıyla bu akıma katılırlar. Bu isimlerden Naci Kalmukoğlu (1896-1956) Harkof doğumlu Türk asıllı bir kişidir, genç yaşında geldiği ülkemizde bir süre sonra çalışmalarıyla tanınmış bir ressam olacaktır. Bu resimler arasında ilgi çekici olanlardan biri de Turgut Atalay’ın (1918-2004) muhtemelen bir dönem oturduğu Maçka’daki Derya Apartmanı girişine yaptığı “Pointillisme” resimdir (Turani (1971, 452). Paul Signac (1863-1935) ve Georges Seurat (1859-1891) tarafından renklerin saf olarak nokta nokta yan yana getirilmesi yüzünden, bu ismi alan resim tekniğinin bir apartmanın girişindeki duvar resminde karşımıza çıkması şaşırtıcıdır. Farklı türden resimlerden biri de Cihangir Platin Apartmanı girişinde bulunan karşılıklı manzara resimleridir. İ. Zografos imzalı bu resmin gerçek ressamı olan Vasilis İgumenis (1917-2006) iç mimari dalında eğitim alır, daha sonra resme olan ilgisi nedeniyle Paris’e gidip resim eğitimi çalışmalarına devam eder. İgumenis’in bu resimlere attığı esprili imza sanırım onun neşeli ve şakacı yapısını işaret etmektedir. Zografos Rumca ressam demektir, “İ” ise İgumenis’i işaret eder, anlaşılması biraz zor gibi gelse de İgumenis’in Galata Rum Mektebi duvarlarındaki benzer resimleri bu konuda şüphe duymamıza mâni olur.

 

Beyoğlu bölgesi içerdiği kültürel katmanlar nedeniyle çok çeşitli duvar resimlerine sahiptir. Derya Erdem İlker Çınarel’in Kuloğlu Mahallesi’ndeki illüstrasyonu ile Alev Hanım Apartmanı’ndaki erotik resimleri farklı bir anlayışı yansıtmaktadır. Tespit edilmiş duvar resimleri arasında yalnızca Beyoğlu ilçesinde bu tür duvar resimleri bulunmaktadır. Bu resimler arasında en ilginci Beyoğlu Esat Bey Apartmanı girişinde yer alan iki hamam sahnesidir. Kadın, erkek tüm figürlerin anadan doğma çıplak olduğu iki sahnede de figürlerin başlarına aziz resimlerindekilerine benzer haleler konulmuştur. Resim “Down Seddon 1996” imzasını taşır. imzalı bu resmin kim tarafından yapıldığı araştırma konusudur. Muhtemelen bölgede, belki de bu apartmanda yaşayan ve “Down sendromu” hastalığına maruz bir kişi tarafından yapılmış olmalıdır.

 

Bakırköy bölgesinde biri yıkılan diğeri ise varlığını sürdüren iki yapıda insan figürlü resimlerle karşılaşmaktayız. Diğer dört yapıdaki resimlerde herhangi bir figür yer almamaktadır. Fatih İlçesi’nde tespit edilen yirmi adet resim de Ali Öker’e ait olup bunlarda tümünde herhangi bir canlı figür yer almamaktadır. Ali Öker’in akademik bir resim eğitimi almadığı anlaşılıyor. Hemen hepsi dönemin kartpostallarında karşımıza çıkan manzara resimleri. Anlaşılan Beyoğlu’na göre daha muhafazakâr olan Fatih’te figür pek rağbet görmüyor.

 

1930’lu yıllardan başlayarak günümüze kadar devam eden bu geleneğin, günümüzde yalnızca Beyoğlu ilçesinde varlığını sürdürdüğü anlaşılıyor. Cumhuriyetimizin ilk yıllarından başlayarak devletin ve kamu kurumlarının güzel sanatlara verdiği destek giderek azaldı. Bir dönem sanat eserlerine değer veren yerel yönetim sayısı da gittikçe azalıyor. Örneğin günümüzde yapılan yapılarda Heybeliada Deniz Harp Okulu’nun cephesine, 1950’li yıllarda Ferruh Başağa’nın (1914-2010) yaptığı, 2001 yılında binayla birlikte yıkılan, 30 metre uzunluğundaki “Preveze Savaşı” mozaiğine benzer bir sanat eseri talebi ne yazık ki yok. İstanbul’un kamuya açık mekânlarda sergilenen sanat eserleri açısından en zengin yapısı ise Manifaturacılar Çarşısı’dır. Sanırım ülkemizde bu açıdan bir benzeri bulunmuyor. Füreya Koral, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Eren Eyüboğlu, Sadi Diren ve Nedim Günsur’un panoları, Kuzgun Acar, Yavuz Görey ve Ali Teoman Germaner’in heykelleri ve alçak kabartmaları bu yapıyı bir açık hava müzesi haline getiriyor, elbette ki anlayana ve merak edip gezene.

 

Son dönemde benzeri bir girişim Taksim’deki Habertürk binasının önüne yapılan soyut heykel ile gerçekleşti. Heykeltraş Ziyaettin Nuriyev tarafından yapılan bu heykelin önünden geçtikçe üzülüyorum. Dünya başkenti olmayı hak eden bir şehirde çok daha fazla sayıda kamuya açık sanat eseri olmalıdır. İçinde yaşadığımız bu şehrin görsel açıdan zenginleşmesi için özellikle kamu gücünü ve kamu kaynaklarını elinde tutan yöneticilerin daha duyarlı olmaları gerektiğini düşünüyorum.

 

İslam inancında resim yasağı olmadığını böylesi bir yasağın daha sonraları, muhtemelen de sonradan Müslüman olanlar tarafından dinimize taşındığını düşünmekteyim. 2005 yılında İran’a yaptığım ziyaret sırasında gezdiğim İsfahan’da Şah Abbas (1587-1629) tarafından yaptırılan Chehel Sütun Sarayı ve Ali Kapı’da, Şah Süleyman (1666-1694) döneminde yaptırılan Hesht Behesht Sarayı’nda gördüğüm büyük boyutlu duvar resimleri şaşırmama sebep oldu. Daha sonra Şiraz’da da Bağ-İrem Bahçesi’ni gezdiğimde aynı şaşkınlığı bir kez daha yaşadım. Halka açık yapıların duvarlarına yapılan bazıları erotik sahneler içeren bu resimler nasıl olup da yapılmıştı? Her ne kadar aramızda mezhep farklılığı olsa da İran’da Müslüman bir ülkeydi ve adı İran İslam Cumhuriyeti idi. Büyük oranda şeriat yasalarının uygulandığı bir ülkede nasıl olup da halka açık alanlarda büyük boyutlu duvar resimleri varlığını sürdürmekte? Sanırım resim yasağı konusunu biraz daha derinlemesine düşünmemiz gerekiyor.

 

Bu şehr-i sitanbul ki bi misl ü behâdır
Bir sengine yek pâre acem mülkü fedadır.

 

Lale Devri’nin önemli şairi Nedim’in (1681-1730) dediği gibi, bu şehir öylesine köklü bir kültürel geçmişe sahiptir ki, eğer gerçekten merak eder ve üzerinde araştırma yaparsak, belki de bugüne kadar duymadığımız yüzlerce birikimin farkına varacak ve geleceğimize ışık tutacak bilgilere sahip olacağız.

 

KAYNAKÇA

And 2018 Metin And, Çarşı Ressamları, İstanbul, 2018.

Aslanapa 1972 Oktay Aslanapa, Türk Sanatı I, İstanbul, 1972.

Cezar 1971 Mustafa Cezar, Sanatta Batı’ya Açılış ve Osman Hamdi, İstanbul, 1971.

Diyarbekirli 1972 Nejat Diyarbekirli, Hun Sanatı, İstanbul, 1972.

Erol 1980 Günsel Renda-Turan Erol, Başlangıcından Bugüne Çağdaş Türk Resim Sanatı Tarihi I, İstanbul, 1980.

Evliya Çelebi 2010 Evliya Çelebi, Günümüz Türkçesiyle Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi, Haz. Seyit Ali Kahraman-Yücel Dağlı, İstanbul, 2010.

Genim 2014 M. Sinan Genim, (Ed. M. Baha Tanman), “Kuzguncuk’ta Bir Ev”, Nurhan Atasoy’a Armağan, İstanbul, 2014.

Mustafa Celâlettin 2020 Mustafa Celâlettin Paşa, Eski ve Modern Türkler, Çev. Güven Beker
İstanbul, 2020.

Renda 1980 Günsel Renda-Turan Erol, Başlangıcından Bugüne Çağdaş Türk Resim Sanatı Tarihi I, İstanbul, 1980.

Şehsuvaroğlu 1986 Halûk Y. Şehsuvaroğlu, Boğaziçi’ne Dair, İstanbul, 1986.

Turani 1971 Adnan Turani, Dünya Sanat Tarihi, Ankara, 1971.