Site Tasarım: Savaş Çekiç Uygulama: İkipixel

Bu sitede bulunan resimler ve dökümanlar M. Sinan Genim'e aittir ve izinsiz kullanılamazlar. Ancak gerekli izin alındıktan sonra ve kaynak gösterilmek kaydıyla kullanılabilir.

Yayımlar / Bildiriler

Beykoz’un Doğru Bilinen Yanlışları ve İki Bilinmeyeni

 

Anadolukavağı ile Hünkâr İskelesi arasında Boğaz’a doğru uzanan ve üzerindeki tepeye Yuşa Tepesi denilen mahal günümüzde “Macarburnu” adıyla anılmaktadır. Bu burnun Anadolukavağı’na yakın bölümünde geçmişte içinde leziz ve nefis kirazlar yetişen “Kavak Ustası” denilen güzel bir bahçe bulunmaktadır. Bu bahçede üç su değirmenine sahip bir de Beylik değirmen vardır. Evliya Çelebi bölgede bağlar bulunduğundan da bahseder.

 

İnciciyan bu burnun Anadolu sahilinin altıncı burnu olduğunu ve Macarburnu olarak bilindiğini anlatır. “Burada Macar Bahçesi denilen yer vardır. Bunun arkasında yükselen Yuşadağı’nın tepesinde ise Yuşa’nın mezarı mevcuttur. Mezarın yanında, on sekiz kulaç derinliğinde bir tatlı su kuyusu, dağın eteğinde de meşhur Gümüş suyu vardır… Yuşa Dağı’nın sağ tarafındaki koy, Macar Bahçesi; solundaki de Umuryeri adlarını taşır.

 

Eskiden gerek koy ve gerek dağ büyük bir meblâğla satın alındığından dolayı müşterek bir adla Argyrion yani ‘gümüş’ adını taşırdı. Eski devirde, orada martyr Pantelemon’a ithaf edilmiş bir kilise, önünde de kiliseyi yeniden inşa ettiren İmparator Iustinianus’un yaptırdığı hastane vardı. Sultan Mustafa III, gemilerin akıntıya karşı çekilmesi için, Macarburnu’ndan Umuryeri’ne kadar taş döşeli bir yol yaptırmıştır. Burada Kavak kalelerinden başka, harp esnasında yeni bir hisar ve bir kısmını Mustafa III, bir kısmını 1788 senesinde Abdülhamid, bir kısmını da bugünkü padişah Sultan Selim III yaptırmıştır.”

 

İnciciyan’ın bize naklettiği bilgilerin bir bölümü muhtemelen 1544-1547 tarihleri arasında bölgeyi gezen Petrus Gyllius’dan alınmış olmalıdır. Petrus Gyllius ise bu bölge hakkındaki bilgileri büyük oranda Dionysios Byzantios’un muhtemelen II. yüzyıl ortalarında yazdığı Boğaziçi anılarından derlemiştir. “Hieron’un altında fazla para ödenerek satın alındığı için Argyronion (=para) adı verilen burun yer alır.” Antik dönemde Yuşa Tepesi, “Hieron” adıyla bilinmektedir. Gyllius bölgeyi dolaştığı dönemde de buraya “Argyronion” denildiğinden ve kendi zamanına kadar adını korumuş olduğundan söz eder ve çevreyi detaylı olarak tanıtır. Burada gördüğü bazı yapı kalıntıları için çevre sakinlerinin kendisine bir bilgi veremediğini ancak Prokopios’un yazdıklarının kendisini aydınlattığını anlatır.

 

“Karadeniz’e doğru yol alırken Boğaz kıyısında çıkıntı yapan sarp burunda, Aziz Panteleemon’un eskiden üstün körü yapılmış ve geçen zamana artık yenik düşmüş martyrion’u vardı. İmparator Iustinianus bunu yıktırarak ve orada bugün görülen görkemli tapınağı yaptırarak Şehit’in saygınlığını korudu ve söylediğim gibi iki yanındaki kutsal yapıları artırarak boğaza güzellik kattı. Bu tapınağın ötesinde, Argyronion denilen yerde, eskiden beri tedavisi olmayan hastalıkları olan yoksul kimselerin barındığı bir ev vardı.”

 

Byzantios, Prokopios ve Petrus Gyllius’un anlatılarına göre bu bölge çok eski dönemlerden beri bazı anıtsal yapılara maliktir. Her ne kadar Gyllius bölgede bazı yapı kalıntıları dışında herhangi bir yapı bulunmadığını belirtirse de erken dönemlerde bir azize ithaf edilen yapı bulunması nedeniyle kutsal alan olarak kabul edildiği için iskâna edilmediği düşünülebilir. Sert poyraz ve karayel rüzgârlarına açık olan bu burun hemen yakınında yer alan Anadolukavağı yerleşmesine karşın daha az avantajlı olup, büyük bir bahçe olarak korunması tercih edilmiş olmalı. İstanbul hasbahçeleri içinde “Mâ-i cârî” veya “Macar Bahçesi” bir bahçeden söz edilmez. Bu konuda en açıklayıcı bilgiyi Ayvansarâyî Hüseyin Efendi vermektedir. Yuşa Hazretleri’nin mezarında bahsettiği bölümde; “Ve karîbinde hala Macar kal’ası’nın olduğu mahal, Mâ-i cârî Bağçesi ismiyle müsemmâ iken, mu’ahharan galat olarak lisân-ı avâmide Macar Bağçesi denmekle meşhur oldu. Ve bu mahalle kârip Âb-ı hayât denmekle ma’rûf bir a’lâ su vardır.”

 

Ayvansarâyî Hüseyin Efendi’nin bu açıklamasından da anlaşılacağı gibi günümüzde Macar Tabya olarak anılan ve 1980 sonrası “Ne işi var Macarlar’ın burada” denilerek ismi “Acar Tabya” olarak değiştirilen bu tabyanın esas adının “Mâ-i cârî” olduğudur. Döneminde yapılan bu açıklamaya rağmen yakın geçmişte yayımlanan, Boğaziçi kale ve tabyalarını konu alan bir kitapta hâlâ “Macar” isminin kullanılmasına devam edilmektedir. En kısa süre içinde uzun yıllar boyu halk arasında söylenen bu ismin değiştirilmesi ve söz konusu tabya ve caddenin orijinal ismine kavuşturulması gerekir. 1836-1837 tarihli “Moltke Haritası” ile 1845 tarihli “Mühendishane-i Hümayun Haritası”nda “Mâ-i Cârî Tabyası” net olarak belirtilmiştir. Özellikle “Mühendishane-i Hümayun Haritası”nda tabyanın güneyinde yer alan bölümün döneminde bahçe olarak kullanıldığı belirtilmektedir. Mâ-i cârî tabyaya ait iki adet gravür ile iki adet de fotoğraf bulunmaktadır. Kesin olarak belirlenemeyen ancak XIX. yüzyıl ortalarında çizildiğini düşündüğümüz renkli gravürde; tabyalar, onların üzerinde Boğaz’ın girişine yönlendirilmiş toplar ile kalabalık bir insan görüntüsü yer almaktadır. “The Illustrated London News Dergisi”nin 24 Şubat 1877 tarihli nüshasında yer alan ve deniz görüntüsünü içeren ikinci gravürde ise Boğaz girişine göre konumlandırılmış, denizden yüksek tabyalar ile toplar görülmektedir. Tabyanın gerisindeki vadide yer alan yoğun iskân ise bir yakıştırma olup, gerçekte bu bölgede böylesi bir yerleşmenin varlığı mümkün değildir. Muhtemelen 1870’li yıllarda çekildiğini düşündüğümüz Guillaume Berggren’e ait iki adet fotoğrafta da tabya içindeki faaliyet görülmektedir.

 

İkinci değinmek istediğim konu ise, Fatih Sultan Mehmed tarafından oluşturulduğunu bildiğimiz “Tokat Bahçesi”dir. Muhtemelen 1450’li yılların sonuna doğru oluşturulan bu hasbahçe hakkında ne yazık ki çok az bilgimiz bulunmaktadır. Fetihten sonra Türklerin eliyle Boğaziçi’nde oluşturulan ilk hasbahçe olma özelliğine sahip olan bu bahçe hakkındaki en detaylı bilgiyi Antoine Galland günümüze ulaştırır. 1 Ağustos 1673 tarihli hatıratında dönemin Fransız Büyükelçisi (1670-1675) Charles Marie François Ollier de Nointel ile birlikte Boğaziçi’nde yaptığı bir gezi sırasında bölgenin muhafızı olan bostancı tarafından Tokat denen sarayda istirahat etmeye davet edilirler. “Burası iskeleden (Hünkâr İskelesi) üç çeyrek saat mesafede bir yerdir, oraya mütemadiyen aynı düzlüğü muhafaza eden ve iki tarafında tepe ve dağlar bulunan bir vadiden gidilir. Ve bu yükseklikler ağaçlarla örtülü bulundukları gibi dik de olmadıkları için, göze büyük haz vermektedir. Köşkün yeri vadinin nihayetinde, kendisine daimî bir gölge temin eden sayısız ağaç ortasındadır. Burada bulunan muhtelif nevide ağaçlar arasında Hindistan’ın bir kestane ağacı vardır ki, pek nadir bir ağaç sayılabilir… Padişaha ait olmakla beraber, bina ne güzel ne de haşmetlidir. Ziyaretimizde kapalı bulunan oldukça ufak bir odası ve ona bitişik olup öbür tarafları açık bulunan ve Türklerce köşk denilen büyük bir salon mevcuttur. Bu salonun ortasında havuzu mermerden olan bir çeşme bulunup on altı muhtelif musluktan su vermekte ve her musluktan başparmaktan kalın bir su gelmektedir. Bu sarayın muhafızı olan bostancı, çeşmenin ortasından bir su çıkarttı ki, yerdeki tahta leğene benzer bir şeyin içinde on beş metre yükseğe kadar fışkırıyordu.”

 

Geceye kaldıkları için ziyaretlerini kısa kesen büyükelçi ve Galland ertesi gün Tokat Bahçesi’ni tekrar ziyaret ederler. “Saray kâhyası Son Ekselansa köşkü gösterdi ki, orada da, bütün diğer kasırlarda olduğu gibi, uzun zamandan beri kullanılmadıkları için bozulan ve çürüyen birçok şilte ve yastıklar mevcut bulunuyordu. Kâhya Son Ekselansa üzerine Allahın senası hakkında güzel yazı ile yazılmış Türkçe beyitler bulunan üç küçük tahta gösterdi. Bu beyitler muhtelif tarihlerde ve Sultan Ahmed, Sultan Murad ve Sultan Osman devirlerinde yazılmışlardı. Burada Sultan Murad’ın bir oku ile yayı da vaktiyle muhafaza edilmişse de, mevkii itibariyle pek ziyade rutubetli olan bu yerde bozuldukları görülerek bunlar İstanbul’a götürülmüşlermiş. Birisi şahsı hakkında köşkün duvarına, defterime kaydettiğim şu iki mısraı yazmıştı.

Ağaçlar altın olsa inciler yaprak
İnsanın gözünü doyurmaz illa toprak.

Bu mısralarla müellif bir durumun yalnızlık içinde güzel olamayacağını bilhassa tebarüz ettirmektedir. Ahlâkî bir hükmü ihtiva eden şu kıtaya da dikkat ettim.

Fikret ey dil ki doğduğun vaktin
Halk handan idi ve sen giryan
Ana sayet ki öldüğün vakit
Halk giryan olan ve handan.”

 

Tokat Bahçesi’nin Fatih Sultan Mehmed’den sonra harap hale geldiği, Kanûnî Sultan Süleyman’ın kasrı tamir ettirdiği, Sultan IV. Murad döneminde de sıklıkla kullanıldığı ve padişahın burada cirit oynadığından bahsedilir. Sultan I. Mahmud ise eski haşmetini kaybetmiş olduğu görülen kasrı yeniden yaptırır ve “Hümayunabad” adı verilir.

 

Evliya Çelebi; “Fatih Mehmed Han burada avlanırken Makbul Mahmud Paşa’nın Tokat Kalesi’ni fethettiği haberi gelince sevincinden; ‘Tez şu mahalde bir bahçe yapılıp ismine Tokat Bahçesi desinler. Avlanan vahşi hayvanları saklamak için etraflarına Tokat çiti gibi çitler çekilsin’ diye ferman edince tek katlı bir köşk, büyük bir havuz ve büyük bir şadırvan yapmışlar ki hâlâ adam boyu gibi havaya fırlayıp yüksek kubbedeki altın tasa vurur. Böyle büyük bir köşktür. Bahçe ustası ve yüz adet bostancı askeri vardır. Bir ormanistan içinde dağa benzer bir vadidir. Bir hamamı, birçok avluları vardır. Padişahlar sürgün avı edip bütün hayvanları burada Tokat’a tıkıp seyrederler. Ekseriya Sultan IV. Murad Efendimiz bu güzel yerden hoşlandığından burada eğlenirdi. Burada bir yeşillik yerde cirit attıkları nişanı taşındaki tarihtir.”

 

Tokat, herhangi bir savaş sonrası değil, 1398 yılında Kadı Burhaneddin’in ölümü üzerine, Sivas, Kayseri, Niksar gibi Kadı Burhaneddin Devleti’nin hüküm sürdüğü şehirlerle birlikte Osmanlı topraklarına katılır. 1402 Timur İstilası sırasında kuşatılırsa da herhangi bir zarar görmez. 1472 yılı Ağustos ayında Bektaşoğlu Ömer Bey komutasındaki Akkoyunlular Tokat’a girerek şehri yağmalarlar, ancak şehirde uzun süre kalmaz ve geri çekilirler. Veziriazam Mahmud Paşa kış aylarının yaklaşması nedeniyle sefere çıkılmasına karşı çıkar. 1473 yılı bahar aylarında sefer hazırlığı tamamlanır ve ordu Mart ayı içinde Fatih Sultan Mehmed’in komutasında Üsküdar’dan hareket eder. Bu açıklamadan da anlaşılacağı gibi Veziriazam Mahmud Paşa, padişahın yanındadır. 11 Ağustos 1473 günü Otlukbeli savaşıyla Uzun Hasan’ın komutasındaki Akkoyunlu kuvvetleri mağlup edilir. Bu açıklamalardan da anlaşılacağı gibi Fatih Sultan Mehmed döneminde Tokat’ın fethi söz konusu değildir. O halde bu “Tokat” sözcüğü nereden gelmektedir. Kökü belli olmayan bir kelime olarak, halk ağzında hayvan ağılı, tarla, bahçe veya mandıra kapısı olarak kullanılan bu sözcük hâlen Anadolu’nun çeşitli yörelerinde hayvanları muhafaza için etrafı çitlerle çevrili alanlar için kullanılmaktadır. Genellikle göçebe Türkmen boyları arasında kullanılan bu sözcük hâlen Antalya çevresinde bulunan ve hayvancılıkla geçinen kişiler tarafından kullanılmaya devam edilmektedir. “Kırkgözhan’ın çevresini, içini tokat (ağıl) olarak kullandı.”

 

Bu açıklamalardan da anlaşılacağı gibi Mahmud Paşa’nın Tokat’ı fethi mümkün değildir, zaten Tokat Osmanlı mülküdür. Ayrıca Mahmud Paşa Tokat havalisinde bulunduğu sırada Fatih Sultan Mehmed’in yanında olup padişahın İstanbul’da olmasına imkân yoktur. Evliya Çelebi’nin bu konudaki açıklaması bir yakıştırma olup, gerçekle alakası yoktur. “Tokat” sözcüğü Tokat şehrini değil, av hayvanlarının muhafazası için etrafı çitlerle çevrili bir alanı tarif için kullanılmıştır.

 

Ruşen Eşref Ünaydın, 1938 yılında yayımlanan bir kitabında Tokat Kasrı’nın yamaçtaki korusunun korunduğunu, eski bir tarihte yanan kasırdan geriye yalnızca küçük bir temel kaldığından söz eder. 1940’lı yıllarda bölgede araştırma yapan Sedad Hakkı Eldem; “Çayır ve mesire yerleri arasında, eski güzellik ve karakterini saklayabilmiş olanlardan bir Beykoz çayırıdır. Bu mesire gerek yerinin seçilmesi gerekse alanın topografisinden yararlanış şekli bakımından incelenmeye değer. Çayır, Hünkâr iskelesinden, darala darala Tokat mevkiine kadar uzanmaktadır.” sözleriyle bölgenin öneminden bahsetmekte ve Hünkâr İskelesi’nden Tokat Bahçesi’ne kadar uzanan bölgenin bir vaziyet planını vermektedir.

 

1940 tarihinde yapılan rölöveye göre kasrın temelleri görülmektedir. Onun hemen gerisinde daha sonra yapılan eklentilere ait duvarlar ve onların aksında yaklaşık elli metre uzunluğunda ve altı metre genişliğinde bir havuz bulunmaktadır. Havuzun bitiminde bir küçük havuz ile çağlayan olduğu görülmektedir.

 

1950’li yılların başından itibaren bölge yoğun bir göç alır ve vadi içine doğru çok sayıda kaçak yapı yapılır. Günümüzde artık Tokat Bahçesi’nden ve Tokat Kasrı’nın varlığından söz etmek mümkün değildir. 25 Eylül 2021 günü bölgede yaptığımız gezi sırasında tüm aramamıza rağmen, söz konusu yapılara ait herhangi bir kalıntıya rastlamak mümkün olmadı. Yaşı yetmişi aşkın kişilerle yaptığımız sohbetlerde bir dönem mezbaha olarak kullanılan bir alanda uzun bir havuz olduğunu, bundan yirmi, otuz yıl önce buranın çocuk parkı (Şehit Bayram Top Parkı) olarak düzenlendiğini öğrendik. Kesin olmamakla birlikte muhtemelen Fatih Sultan Mehmed dönemine ait bahçe ve kasrın burada olması gerektiğini düşünmekteyim.

 

4 Mart 1944 günü Tanin Gazetesi’ne yazdığı “500. Yıldönümü Hazırlık Programında Mühim Maddeler” başlıklı makalesinde Sedat Çetintaş, Tokat Kasrı için; “Şimdi biz bu kasrı ihya edemesek bile, bu tarihi hatırayı orada yaşatacak bir şeyler yapabiliriz.” demektedir. Sanırım artık çok geç günümüz Tokat Köyü’nde bırakın bu hatırayı yaşatacak bir şeyler yapmayı, mevcut yerleşim düzenini çağdaş hâle getirmenin bile çok güç olduğunu gördüm.

 

Beykoz’un günümüzde unutulmuş olan bir semti ise Sütlüce Yerleşmesi’dir. Oldukça seyrek bir yerleşme olan Sütlüce özellikle yaz aylarında rağbet görmekte ve oldukça kalabalık bir insan grubu tarafından ziyaret edilmektedir. Şirketi Hayriye’nin 1937 senesi yaz tarifesine göre Köprü’den (Galata Köprüsü) Sütlüce’ye sabah 07:05’den başlayan ve akşam 16:45’e kadar devam eden on adet vapur seferi bulunmaktadır. 1836-1837 tarihli “Moltke Haritası”nda ve 1845 tarihli “Mühendishane-i Hümayun Haritası”nda küçük bir yerleşme olarak belirtilen Sütlüce iskânı, 1934 tarihli Osman Nuri Ergin’in hazırladığı “İstanbul Şehir Rehberi”nde de isim olarak belirtilmiştir.

 

Nerede bu semt? derseniz beraberce seyredebiliriz. 20 Temmuz 1936’da imzalanan ve 9 Kasım 1936 günü yürürlüğe giren Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ni takiben Boğaz’ın her iki yakasının Karadeniz’e yakın kısımları Askeri Bölge ilan edilir. Telli Tabya ile Anadolukavağı arasına yer yer şamandıralara tutturulmuş çelik bir ağ çekilir. Bundan böyle yalnızca denizden ulaşımın mümkün olduğu bu yerleşme hızlı bir şekilde terk edilerek ağaçlık alan haline gelir. Yuşa Tepesi’ne teleferik erişimi sağlamak için yaptığım bir çalışma sırasında bölgede hâlâ özel mülkiyete ait parseller bulunmakta olduğunu tespit etmiştim.

 

Dördüncü değinmek isteğim özellik ise bir dönemin meşhur “Dört Kardeşler Mesiresi”dir. Derenin sağ yanında eski değirmenin gerisinde “Baruthane Çayırı” onun devamında ise derenin sonu sayılan “Dört Kardeşler” çayırı ve kır kahvesinde misafirlere kahve, hemen yakınında bulunan çeşmeden su ve limon kokulu gazozlar ikram edilmektedir. Akşamları bu bölüme kadınların girmesi hoş karşılanmaz, çünkü güneşin batmasına yakın piyadelere doluşmuş beyler bölgeye akın etmektedirler.

 

“Sulu yoğurt var mı? Parolasını verdin mi, kapalı şişede Umurca, Mihyadi hazır; tiryakilerden ve ağzının tadını bilenlerden sen; Kayıkla geldik, kayıkla gideceğiz! Lafını yapıştırdın mı? Kayık düzünün ekstrası...”


“Çerezle dolu bir kayık geçti. Ey, havada dağılan hoş kokular, satıcılar bize kiraz ezmesi ile ağaçkavunu şekerlemeleri uzatıyorlardı. Bir ihtiyar kadın otların üzerinde bir damın altında patlıcan kızartıyordu. Gökyüzü, akşam olurken hayal edilenden de güzeldi. Kendime acıyorum.”

 

Çayırda yaz günlerinde zaman zaman ortaoyunu ve tiyatro gösterileri de yapılmaktaydı. Dört Kardeşler Mesiresi (Göksu Mahallesi, 101 ada, 6 parsel) aynı zamanda şehirde yaşayan Rumlar içinde özel bir anlam ifade etmektedir.

 

Her sene eylül ayının sekizinci günü ile bugünü takip eden ilk pazar günü, Ortodoks mezhebindeki Rumlar, Göksu’daki bu ayazmayı ziyaret ederler. “Göksu Panayırı” adıyla da anılan bugünde, Boğaziçi’nin her iki sahilindeki köylere ve bu köylerden Köprü’ye sefer yapan vapurların hemen hepsi Anadoluhisarı’na uğradığı halde, ziyaretçilerin tümünü taşımak mümkün olmadığı için fazladan sefer koymak icap ederdi. 1923 yılından itibaren artık bu sayıda ziyaretçi gelmez olmuştur. Bir dönem çok ünlü olan bu ziyaret yeri ve panayır o kadar meşhurdur ki, Boğaz’ın sahil köylerinde; “Göksu panayırından evvel kılıç (balığı) yenmez” tabiri söylenir olur. Acaba bu ayazma niçin bu kadar meşhurdur? “Fransız Katolik kilisesinin Meryem Ana’nın Lourdes mağarasında 1872 ve 73 yıllarında sözde görünmesinden dolayı elde ettiği parlak başarılar, İstanbul’da da benzer bir hokkabazlığın sahneye konmasına neden oldu. Boğaz kıyısında, yazın çok rağbet gören bir sayfiye yeri olan Göksu’da Kutsal Bakire’nin bir resmi toprağa gömüldü ve tam 20 Eylül 1873’de (yani eski takvime göre, Ortodoks kilisesinin Meryem Ana’nın doğum gününü kutladığı 8 Eylül’de) resim bulunuverdi. O zamandan beri dindar Rumlar her yılın 8/20 Eylül gününde tören alayıyla Göksu’ya giderler; geçen yıl katılanların sayısı 20.000 olarak tahmin edilmektedir.”

 

1945 yılı yaz aylarında bu alanı ziyaret eden Nahid Sırrı Örik;

“Geçen gün, yıllar sürmüş bir fasıladan sonra, sandalla Göksu Deresi’nde dolaştım, eskiden de kayıkların vardıkları son noktayı teşkil eden Dört Kardeşler’e kadar gidip döndüm… Dört Kardeşler, tam dere kenarında, bir kökten peyda olmuş dört çınardır ki, bir tanesi artık tamamıyla yıkılıp gitmiş ve hakikatte üç kardeşten ibaret kalmıştır. Bunların gövdelerindeki oyuklar da ömürlerinin tehlikede olduklarını bildiriyor.” 17 Kasım 2021 günü Dört Kardeşler Mesiresi’nin günümüzdeki halini görmek üzere Göksu’ya gittim. Mesire alanı, çimenlik halinden çıkmış beton taş döşenmiş ve çevresi tel çitlerle çevrilmiş girilmez bir halde idi. “Nereden nereye geldik?” diye düşündüm ve üzüldüm.

 

Bu şehrin zengin bir geçmişi bulunmaktadır. Bin yıllardır birlikte yaşayanların hepsinin hem müşterek hem de yalnızca kendilerine ait hikâyeleri bulunmaktadır. Yapıların yanı sıra bu hikâyelerde bize, bizim topraklarımıza aittir, araştırıp farkına varılmasını sağlamak ve bunu bir zenginlik olarak kabul etmek gerekir. Şehrin geçmişine ait bütün bu hikâyeler aynı zamanda birer sermayedir, akıllı olup bu sermayeyi ekonomik olarak da zenginleşmek için kullanmamız gerekir.

 

Bence önemli olan iki şeyden daha bahsetmek isterim. Boğaziçi sanıldığı ve son zamanlarda sıkça söylendiği gibi ağaçlarla kaplı yamaçları olan, yeşil doku zengini bir alan değildir. Gençliğim boyunca çokça ziyaret ettiğim Boğaziçi yamaçları Haziran ayı başlarından itibaren sararmaya başlayan yüzeysel bir bitki örtüsü ile kaplıydı. Yer yer görülen ağaçlıklı alanlar ya mezarlıklar ya da XIX. yüzyıl ortalarından itibaren padişahların bazı üst düzey görevlileri için ihsan ettiği ve onların ağaçlandırdığı korulardı. Üsküdar Hüseyin Avni Paşa, Fethi Ahmed Paşa, Kandilli koruları ile Beykoz Mihrabad ve Abraham Paşa koruları doğal değil, ekim suretiyle elde edilen koru alanlarıdır. XIX. yüzyıl sonları ile XX. yüzyıl başlarında çekilen çok sayıdaki fotoğrafta Boğaz yamaçları kel ve kıraç bir görüntü arz etmektedirler. Toplumsal bir yalan arkasına sığınıp, Boğaziçi’ni mahvettik söylemleri yerine aklımızı kullanıp bu yeşil alanları nasıl daha da büyütürüz diye çalışmamız gerekir. Bir dönem yapıldığı gibi “Emir demiri keser” mantığıyla yasaklar koymanın hiçbir getirisi yoktur. Bu tür anlamsız yasaklar problemleri halletmekten ziyade ertelenmesine sebep olur. Ertelenen problemler ise kendi kendine hallolmadığı gibi daha büyüyerek içinden çıkılmaz sosyal sıkıntılara neden olur. Aynı şekilde Beykoz’un büyük bir bölümünü kaplayan ormanlar tabi orman değil, bir dönem şehrin odun ihtiyacını karşılamak için oluşturulmuş plantasyon alanlarıdır. Çoğunluğu meşe, gürgen gibi mangal kömürü yapmaya veya kor oluşturmaya müsait sert ağaçların oluşturduğu göz önüne alınarak artık kendimizi kandırmaktan vazgeçmemiz gerekir. Şehrin yeşil alan ihtiyacını bazı kişilerin özel mülklerine müdahale ederek değil, daha uygar çözümlerle halletmemiz gerektiğinin unutulmamasını dilerim.

 

Bu arada söz etmek istediğim bir diğer konu ise geçmişin “Tatlı Suları” konusudur. İstanbul’un biri Rumeli Yakası’nda, diğer ikisi ise Anadolu Yakası’nda olmak üzere üç adet tatlı sular adıyla anılan mesire alanı vardır. Özellikle XVIII. yüzyıldan itibaren İstanbul kültürünün ve folklorunun önemli birer ögesi olan bu akar suların bulunduğu bölgeler ne yazık ki günümüzde görmezden gelinmekte ve yeteri kadar ilgiye mazhar olmamaktadır. Anadolu Yakası’nın tatlı sularının biri Göksu, diğeri ise Hünkâr İskelesi’nden denize dökülen Tokat ve Küçükdere vadileridir. Geçmişte tıpkı Göksu vadisinde olduğu gibi, Beykoz Çayırı’nın bir bölümünde de çeşitli lokanta, kahve ve eğlence yerleri bulunmakta, çevre sakinleri derelerin kıyısındaki çayırlarda güzel günler geçirmekteydiler. Artan nüfus ve geçmişin değerlerine sahip çıkmaktaki beceriksizliğimiz, insanlığın bir dönem için bizi emanet ettiği mirası har vurup harman savurmamıza yol açmıştır.

 

KAYNAKÇA

Alus 1994
Sermet Muhtar Alus, (Haz. Erol Şadi Erdinç-Faruk Ilıkan), İstanbul Yazıları, İstanbul, 1994.

 

Atasoy 2005
Nurhan Atasoy, Osmanlı Bahçeleri ve Hasbahçeler, İstanbul, 2005.

 

Ayvansarâyî 2001
Ayvansarâyî Hüseyin Efendi, (Haz. Ahmed Nezih Galitekin), Ali Sâtı’ Efendi, Süleyman Besim Efendi, Hadîkatü’l-cevâmi, İstanbul Câmileri ve Diğer Dînî-Sivil Mi’mâri Yapılar, İstanbul, 2001.

 

Ayverdi 2005
İlhan Ayverdi, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, İstanbul, 2005.

 

Banoğlu 2010
Niyazi Ahmet Banoğlu, Tarihi ve Efsaneleriyle İstanbul Semtleri, İstanbul, 2010.

 

Byzantios 2010
Dionysios Byzantios, (Çev. Mehmet Fatih Yavuz), Boğaziçi’nde Bir Gezinti, İstanbul, 2010.

 

Çetintaş 2011
Sedat Çetintaş, (Yay. Haz. İsmail Dervişoğlu), İstanbul ve Mimari Yazıları, Ankara, 2011.

 

Danişmend 1971
İsmail Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, I-VI, İstanbul, 1971.

 

Eldem 1976
Sedad Hakkı Eldem, Türk Bahçeleri, İstanbul, 1976.

 

Ercenk 2010
Giray Ercenk, Döşemealtı ve Su Saklama Yapıları, Antalya, 2010.

 

Eremya 1988
Eremya Çelebi Kömürciyan, (Haz. Hrand D. Andreasyan ve Kevork Pamukciyan), İstanbul Tarihi, İstanbul, 1988.

 

Evliya 2003
Evliya Çelebi Derviş Muhammed Zılli, (Haz. Seyit Ali Kahraman-Yücel Dağlı), Günümüz Türkçesiyle Evliya Çelebi Seyahatnâmesi: İstanbul, İstanbul, 2003.

 

Galland 1973
Antoine Galland, (Çev. Nahid Sırrı Örik), İstanbul’a Ait Günlük Anılar (1672-1673), II, Ankara, 1973.

 

Gökyay 1990
Orhan Şaik Gökyay, “Bağçeler”, Topkapı Sarayı Müzesi Yıllığı 4, İstanbul, 1990, s. 7-20.

 

Gyllius 2000
Petrus Gyllius, (Çev. Erendiz Özbayoğlu), İstanbul Boğazı, İstanbul, 2000.

 

İnciciyan 1956
P. Ğ. İnciciyan, (Haz. Hrand D. Andreasyan), XVIII. Asırda İstanbul, İstanbul, 1956.

 

Mordtmann 1999
Andreas David Mordtmann, (Çev. Gertraude Songu-Habermann), İstanbul ve Yeni Osmanlılar, İstanbul, 1999.

 

Necipoğlu 2007
Gülru Necipoğlu, (Çev. Ruşen Sezer), 15. ve 16. Yüzyılda Topkapı Sarayı, İstanbul, 2007.

 

Örik 2011
Nahid Sırrı Örik, (Yay. Haz. Bahriye Çeri), İstanbul Yazıları, Ankara, 2011.

 

Pakalın 1983
Mehmed Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul, 1983.

 

Prokopios 1994
Prokopios, (Çev. Erendiz Özbayoğlu), Yapılar, İstanbul, 1994.

 

Sperco 1989
Willy Sperco, (Çev. Remime Köymen), Yüzyılın Başında İstanbul, İstanbul, 1989.

 

Şehsuvaroğlu 1986
Halûk Y. Şehsuvaroğlu, Boğaziçi’ne Dair, İstanbul, 1986.

 

Şirketi Hayriye 1937
Anonim, Şirketi Hayriye 1937 Senesi Yaz Tarifesi, İstanbul, 1937.

 

Tursun Bey 1977
Tursun Bey, (Haz. Mertol Tulum), Târîh-i Ebü’l-Feth, İstanbul, 1977.

 

Uzunçarşılı 1983
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II, Ankara, 1983.

 

Ünaydın 1938
Ruşen Eşref Ünaydın, Boğaziçi Yakından, İstanbul, 1938.

 

Vada 2004
Abdürrahim Cabir Vada, Boğaziçi Konuşuyor ve Kanlıca Tarihçesi, İstanbul, 2004.