Site Tasarım: Savaş Çekiç Uygulama: İkipixel

Bu sitede bulunan resimler ve dökümanlar M. Sinan Genim'e aittir ve izinsiz kullanılamazlar. Ancak gerekli izin alındıktan sonra ve kaynak gösterilmek kaydıyla kullanılabilir.

Yayımlar / Bildiriler

ŞEHİR VE ŞEHİR YAŞANTISI ÜZERİNE

Aristotales bir konuşmasında şehri “soylu bir amaç için ortak yaşam” olarak açıklar. Burada kastedilen soylu amaçtan ne anlatılmak istenmiştir? Sanırım, yüz yıllarca sonra bir yazısında Ahmet Hamdi Tanpınar, “Şehir bir terbiyenin ve zevkin etrafında teşekkül eden müşterek bir hayattır” diyerek bu amacı açıklar. Tüm düşünür ve yazarlar şehir yaşamının insanlığa kazandırdığı değerlerden bahseder. Örneğin bir şehir ürünü olan yazı insanlığın günümüz teknolojisine ulaşmasındaki en önemli buluştur. Şehirde her türlü düşünceye yer vardır. Şehir yaşantısı insanları dil, din, ırk ve renk olarak tasnif etmez, edemez. Eğer eder ise zaten o yerleşmeye şehir denmez [Aristoteles 1993, 32]. Sanırım içinde yaşadığımız pek çok şehrin gettolar halinde yaşayan, tüm çabalarımıza rağmen bir bütün haline gelemeyen görüntüsü bu anlayışın bir sonucudur.

Şehirde rekabet vardır, ancak bu rekabet hiçbir zaman bir çatışma, kavga anlamına gelmemelidir. Rekabet aynı zamanda bir dinamiktir, eğer bu dinamizm uzlaşma ile harekete geçirilebilirse yeni bir kültürün oluşumu sağlanabilir. Aksi takdirde amaçsız bir şekilde sürüp giden rekabet, çatışmaya dönüşür ve insanı yorar. Gündemi sürekli olumsuz görüşler ile doldurulan insan hayatı çekilmez hale gelir ve bu da içinde yaşanılan şehirlerin yaşanmaz olmasına yol açar.

Yüzbinlerce yıl avcılık ve toplayıcılıkla varlığını sürdüren insanoğlu, nasıl olur da soylu bir amaç uğruna bir araya gelip, sabit yerleşimler oluşturmaya, giderek şehirler kurmaya başlarlar. Yakın bir zamana kadar ilk şehirlerin Fırat ve Dicle nehirleri arasındaki alt bölgede kurulmaya başlandığı konusunda genel bir kabul varken, 1961 yılında başlayan Çatalhöyük kazıları ile bu düşünce değişmiş ve dünyanın en eski yerleşim merkezlerinin Anadolu’da ortaya çıktığı fikri yaygınlaşmıştır. 1995 yılında Şanlıurfa’ya 15 kilometre uzaktaki Göbeklitepe’de yapılmaya başlanan kazılar ve ortaya çıkan buluntular ise bambaşka bir tartışmayı gündeme getirmektedir [Sepici (2013), 61].

Göbeklitepe kazıları sonrası, çok uzun bir süredir insanoğlunun yerleşim alanları kurmaya başlaması ile ortaya çıkan anıtsal yapı faaliyetinin çok daha önceleri var olduğu gerçeği ile karşılaştık. Günümüzden 12.000 yıl öncesine uzanan bu buluntular insanlık tarihinin yeniden yazılması anlamına gelecek sonuçlar içermektedir.

Son zamanlara kadar hayatta yerleşik olmayan üç şeyin önemli olduğu kabul edilmekte idi; korunmak, beslenmek ve soyun devamını sağlamak… Her tür canlının temel amacı olan bu basit kaygıların yanı sıra insan olmanın getirdiği başkaca kaygılar da olduğunu görmekteyiz. Göbeklitepe buluntusu bu kaygılara başka ekler yapmak gerektiğini ortaya koymaktadır. Sanırım Göbeklitepe benzeri kutsal alanların oluşumu bir süre sonra bu alanları denetleyecek, bakımını yapacak, ziyaret için gereken ritüelleri ve onların devamlılığını oluşturacak ruhban sınıfının ortaya çıkmasına yol açmıştır. Ruhban sınıfının oluşması ise yerleşik hayata geçmeyi hızlandırmış olmalıdır? İlkel içgüdülerin oluşturduğu kaygılara artık insanoğlunun kendi oluşturduğu kaygılar da eklenmekte ve yerleşik hayatın getirdiği yaşam giderek daha karmaşık hale gelmektedir. İnsanoğlu kişisel olarak daha iyi korunmak yerine koruma ve kollama görevini üstlenen yeni bir sınıfı, daha iyi yiyecek yerine daha kaliteli yemek ve yemek kültürünü, soyun devamının yanı sıra sevgi ve aşkı tanımaya başlar. Beğenisi artan ve gelişim yolunda ilerleyen insanoğlu zaman içinde köyler, kasabalar ve nihayetinde şehirleri ortaya çıkarmayı başarır.

İlk insanın yürümeye başladığı günden günümüze kadar ki 5.000.000 yıllık süreci 24 saat [1440 dakika] olarak kabul edersek, bu süreçte yerleşik düzene geçmemiz son üç dakika içinde gerçekleşmiştir. Yani insansı varlığın insan olma süreci içinde şehir yaşamı 1/500’lük bir süreyi yansıtmaktadır. Görüleceği gibi şehir yaşamının daha çok başlarındayız… Zaman bize şehirlerin nasıl bir değişim göstereceğini, şehir yaşantısının insanoğlunun hayatını nasıl etkileyeceğini gösterecektir. Şehir hayatının başlangıcından günümüze kadar geçen bu çok kısa süreyi değerlendirmekte zorluk çekiyoruz. Sanırım var olmamızda uzun bir süre tutan avcılık ve toplayıcılıkla geçen bin yıllar bizi hala etkilemeye devam ediyor. Bu nedenle bir arada olmanın getirdiği bazı problemleri karşılamakta ve çözüm üretmekte sıkıntılarımız var.

Türkçede şehir kelimesinin yanı sıra sıkça kent sözcüğü de kullanılır. Farsça şehr kelimesinden dilimize aktarılan şehir sözcüğü “insanların toplu olarak yaşadığı yerleşim yerlerinden yönetim bakımında köy ve kasabadan en büyük olanı, halkının büyük kısmının ticaret, sanayi ve yönetim işleriyle uğraştığı, tarım alanları kısıtlı kalabalık yerleşim merkezleri” olarak tanımlanmaktadır. Örneğin Eskişehir, Kırşehir, Nevşehir [Yenişehir] gibi yerleşmeler ile son dönemde sıkça görülmeye başlanan Atakent, Sahilkent, Esenkent gibi görece daha ufak yerleşmeler şehir veya kent sözcüğünden türetilmiş tamlamalar olarak görülmektedir. Şehir kelimesine karşılık olarak kullandığımız “kent” sözcüğü ise İslamiyet öncesi pagan kabileleri ile Uygur lehçesinde kullanılan bir sözcüktür. Soğdcadan dilimize geçen bu sözcüğün aslının “kand” olduğu belirtilmektedir. Oğuzlar ve onlarla birlikte olanlar arasında kent örneğin Fergana’nın merkez yerleşmesine Özkent, kendimize, özümüze ait kent denilmektedir. Benzer bir yerleşme ise ismini sık sık duyduğumuz Semerkand’tır [Kâşgarlı Mahmud 2005, 304]. Bu yerleşme adını büyüklüğü nedeniyle Farsça “semiz kent – besili kent” nitelenmesinden almaktadır. Adını hemen hemen çoğumuzun bildiği bir başka yerleşme ise Taşkend’tir. Uygurca kent sözcüğünün erken dönem karşılıklarından biri ise “balıq – balık” sözcüğüdür. Bu nedenle Uygurların en büyük kentlerinden birine “beş balıq – beş kent” denilmiştir. Başka bir yerleşmenin adı ise “yangı balıq – yeni kent”tir.

Şehir kelimesinin Arapça karşılığı ise, dilimizde çokça kullandığınız medeniyet kelimesinin doğmasına neden olan “medîne” sözcüğüdür. Bir dönem Bağdat şehri için kullanılan Medînet-üs Selâm veya Endülüs’de kurulan yeni bir şehrin Medînet-ül Zehra. olarak isimlendirilmesi... Medeni sözcüğü de bu kökenden gelir “medeni”; medineden, medineye yani şehre mensup, şehir halkından, şehirli insan [Kâşgarlı Mahmud 2005, 169; Sümer 1994, 1]. Mecazi anlamda ise medeni sözcüğü terbiyeli, görgülü, kibar ve nazik insanı tarif için kullanılır. Şehir karşılığı olarak Arapça belde, anlamına bilâd ve büldân kelimeleri de sıkça kullanılan sözcüklerdir.

Batı dillerinde özellikle Hellencede şehir veya yerleşme anlamına kullanılan sözcük ise “polis” tir. Konstantinopolis, Neapolis... Hellence, şehir kurmak anlamına “Polizo” fiilinden türetilen “polis” kelimesinin yanı sıra “Polion” kentçik veya yerleşim anlamına gelen “Polisma” sözcükleri de sıkça kullanılan terimlerdir [Umar 193, 671].

Özellikle Neandertal’ler üzerine yoğunlaşan son araştırmalar bize göstermiştir ki, bazı topluluklar uygun bir yeri, yalnızca belirli bir dönem ve süre içinde olsa, kendileri için bir yerleşim yeri olarak seçmişler. Buralarda kısa bir zaman boyunca başka yere göçmeden, akşamları aynı yere geri dönerek yaşamayı sürdürmüşlerdir. Aynı toplulukların özellikle bakıma muhtaç yaralıları tedavi ettikleri ve uzun süreli olarak besledikleri görülmektedir. Bu davranışlar ve toplumsal dayanışmanın belli bir kültürel gelişmenin sonucu olduğu kabul edilmektedir [Arsebük 2012, 38]. Tarımsal üretime ve bazı hayvanların evcilleştirilmesi dönemine geçmeden çok önceleri sıklıkla kullanılmaya başlayan benzeri alanlar ve onların yakın çevreleri anlaşılan ilk yerleşim yerleri olmaktadır.

Günümüzden yaklaşık 10.000 ila 14.000 yıl önce son buzul devri, jeolojik adı ile Pleistosen [Buzul Çağı], kültürel adı ile Paleolitik olarak sınıflandırdığımız dönem biter ve Holosen [Yeni Isı] dönemi başlar. Bu dönemin başlaması ile birlikte Akdeniz havzası çevresinde yer alan üç değişik bölgede uygarlıklar yeşermeye başlar. Son zamanlarda yapılan kazılar ve ortaya çıkan buluntular dönemin Anadolu uygarlıklarının Mezopotamya ve Mısır’dan daha ileri düzeyde olduğunu göstermektedir.

Güneydoğu Anadolu’da Göbeklitepe, Nevali Çori, Çayönü, Cafer Höyük, Orta Anadolu’da Çatalhöyük, Can Hasan, Aşıklı Höyük, Göller bölgesinde Bademağacı gibi yerleşmelerde saptanan tarım, hayvancılık, çanak çömlek üretimi, mimari oluşum, sanatsal objeler, ölü gömme adetleri ve maden filizleri ile metal parçacıkları gelişmişlik düzeyini belirten buluntulardır [Bilgi 2004, 281]. Bu ilk yerleşmelerin oluşumunda doğal koşullar ve yerleşim yerinin konumunun önemli rol oynadığı anlaşılmaktadır. Yabancı toplulukların tehdidine karşı deniz, göl, nehir veya dağlar ve geçitler gibi coğrafi engeller veya boş ve barınması zor geniş topraklarla çevrili coğrafyalarda çoğunlukla basit, dağınık düzende evler ve küçük köylerde yaşanırken, çevresi kalabalık, her zaman için istilaya açık coğrafyalarda yaşayan toplulukların birbirine bitişik ve etrafı korunaklı duvarlarla çevrili yerleşmeler oluşturduğunu görmekteyiz. Bu gelişmiş yerleşmeler gelecekte köyleri ve giderek şehirleri oluşturacaklardır. Kalabalık toplulukların sağladığı tarımsal ürün artışı ve onun devamında ortaya çıkan ticaret ve zanaat, bu yerleşmelerin gelişmesini sağlamıştır [Tuna 2001, 33]. Bu yerleşmelerin öncülerinden olan ve günümüzden 9000 yıl kadar önce nüfusu 3000 ile 8000 arasın bir büyüklüğe erişen Çatalhöyük’ün özel bir önemi vardır [Hodder 2006, 7]. Tapınak olarak kabul edilen bazı yapılar ile açık avluların çevresinde oluşan birbirine bitişik konutlara çatılarında bulunan açıklıklardan girilmektedir [Hodder 2006, 93]. Gelişmiş bir tarım üretimin yanı sıra sanatsal objeler ve renklendirilmiş duvar resimlerinin de bulunduğu bu yerleşimlerin tapınak olarak sınıflandırılan bir yapısında bu yerleşime ait bir de harita benzeri renkli bir resim bulunmaktadır [Hodder 2006, 162].

Muhtemelen böylesi yoğun mesken düzeni ve giderek artan nüfus çok sayıda sorunun ortaya çıkmasına yol açmıştır. Sağlık koşulları, yapılara erişim, ulaşım ve bir yapının dayanıksızlığının komşu yapıları tehdidi gibi sorunlar toplumsal düzeyde başa çıkılması gereken problemleri oluşturmaktadır. Anadolu’nun bu döneminde yazının olmaması değerlendirmelerin yalnızca ortaya çıkan buluntular çerçevesinde yapılmasına olanak vermektedir. Ancak insanlığın bu evresine ait önemli bir tespit; bundan böyle erkeksi aletlerin mızrak, yay, bıçak, baltanın yanına kadınsı aletlerde diyebileceğimiz kap kacak gibi hayatı kolaylaştıracak ve giderek yüzeyleri pürüzsüz hale gelecek kullanım eşyaların ortaya çıkmasıdır [Mumford 2013, 28].

Tarım ile uğraşan insanlar doğal olarak fatih değildirler ve fetih gibi bir eyleme girişemezler. Toprakla uğraşmak zaman alır. Ama toprak, bu işle uğraşanlardan yani tarım yapanlardan daha çok kişiyi besler [Tuna 2011, 34]. Anadolu coğrafyasındaki benzeri yerleşmelerin çoğalması, artı değerin ortaya çıkması ve ticaretin artması çevre yerleşmeler hatta çok uzak coğrafyadaki yerleşmeler ile ilişkilerin gelişmesini doğurmuştur. Avcılık ve toplayıcılıkla uğraşan topluluklar, zaman zaman karşılıklı olarak birbirlerine armağanlar sunarlar. Bin yıllar boyunca devam eden bu törensel alışkanlık ticaretin doğmasına yol açar [Sédillot 1983, 12].

Ticaretin giderek gelişmesi ise yazı denilen ve o güne kadar ihtiyaç duyulmayan, insanlık için yeni bir buluşun ortaya çıkmasını sağlamıştır. Uzak coğrafyalarla yapılan ticaretin kayda geçmesi, alış veriş tutanakları, isteklerin belirtilmesi yazının kısa sürede ticaret odakları arasında yaygın olarak kullanıma girmesini gerektirir. Bundan böyle yerleşmelerin tarihini ve sosyolojisini yalnızca kazılar sonucu ortaya çıkan buluntuların değerlendirmesi ile değil yazılı kaynakların bize ilettiği bilgiler doğrultusunda da öğrenmemiz mümkün olacaktır.

Günümüzden 5.000 yıl önce Lagaş Kent Devleti, başkentin dışında olasılıkla her biri bir tapınağın etrafında kümelenmiş küçük kasabalardan oluşan bir topluluğu içermektedir. Genelde Lagaş sakinleri çiftçiler ve besiciler, kayıkçılar ve balıkçılar, tüccarlar ve zanaatkarlardan oluşmaktadır [Kramer 1992, 59]. Tarım alanları verimsiz ve topraklar çok sayıda kişi tarafından bölüşülmüşse sayıca çok fakat nüfusu az yerleşmeler görülmektedir. Buna karşı topraklar ne kadar az bölünmüş ise nüfus artmakta ve sayıca az bu yerleşimler organize kasabalara, giderek şehirlere dönüşmektedir. Sanırım bu değerlendirmeyi yapan Sümer toplumları, toprağı teoride bütün yurttaşlar adına onu denetleyen kentin tanrısına yani olasılıkla tapınağın mülkiyetine bırakmışlardı. Tapınak yöneticileri tarafından üreticilere kiralanan bu toprakların değerlendirilmesi, başarı veya başarısızlık, zenginlik veya fakirlik geniş ölçüde kişisel gayrete ve girişime bağlıydı.

Bu karmaşık organizasyon aynı tarihlerde bugüne kadar bilinen ilk meclisinde ortaya çıkmasına yol açar. Bizim modern meclislerimize benzer şekilde iki bölümden oluşan bu meclis; bir senato ve yaşlılar meclisi ile silah taşıma gücüne sahip bütün yurttaşların oluşturduğu bir alt bölümden oluşmaktadır [Kramer 1992, 46]. Hellen demokrasinin oluşmasından 2000 yıl önce Yakın Doğu’da ortaya çıkan bu demokratik yönetim Sümer ekonomisinin hızla gelişmesine ve ticari ilişkilerin artmasına imkân verir. Bu dönemden günümüze ulaşan bir şiirden öğreneceğimiz çok şey bulunmakta. Kiş kralı, Uruk’luları kendisini hükümdar olarak tanımaları için uyarır. Bu konuda karar vermek üzere Uruk’un iki kurulu toplantıya çağrılır. İhtiyarlar ve Yurttaşlar Meclisi, ünlü kral Gılgamış önce İhtiyarlar Meclisi’ne danışır, doğası gereği temkinli olan İhtiyarlar Meclisi bu çağrıya boyun eğmeyi önerir ve savaşa karşı çıkar. Kararı beğenmeyen Gılgamış bu kere Yurttaşlar Meclisi önüne çıkar ve isteklerini anlatır ve bu kere savaş kararı çıkar. Silah taşıyan insanların oluşturduğu bir meclisin boyun eğmeyi kabul etmesi elbette düşünülemez. Çünkü onlar varlıklarını savaşmaya, güçsüz gördükleri tarım insanlarını ve zanaatkarları korumaya borçludurlar. Kendilerine gerek duyulduğu zaman bu görevden kaçınmak varlıklarını inkâr etmek olacaktır. Avcılık ve toplayıcılıkla yaşayan toplulukların, küçük tarım yerleşmelerinin yerine giderek daha organize toplumların ve büyüyen kaygıların aldığını görmekteyiz. Elbette bu gelişime bağlı olarak yerleşmelerin fiziksel yapısı da değişmeye başlar. Artık yerleşmenin merkezinde daha organize ve büyük tapınaklar yer almaktadır. Erken dönemde görülmeyen sokaklar ve yerleşmeleri çevreleyen surlar yeni bir şehir yapısının ortaya çıkmasına yol açar. Toplumsal organizasyonda küçük yerleşmelerdeki liderlerin yerini, üretimin büyük bir bölümün muhafaza altına alındığı, ticaretin denetlendiği tapınakların rahipleri almakta, bunların silah taşıyan yurttaşlarla işbirliği sonucu rahip-krallar ortaya çıkmaktadır.

Mezopotamya bölgesinin en önemli şehri hiç şüphesiz ünü günümüze kadar ulaşan Babil şehridir. MÖ 3000’lerde küçük bir yerleşme birimi olarak ortaya çıkan 2000’lerde Rahip-kral Hammurabi’nin başkenti olarak önem kazanır. Fırat nehri kıyısındaki bu erken yerleşmenin etrafı hem savunmayı kolaylaştırmak hem de ticarete destek vermek için çok daha sonraları sanayi şehirlerinde de göreceğimiz gibi ulaşımı sağlayan, taşımayı kolaylaştıran kanallarla çevrilidir [Bayhan 1969, 31].

Mezopotamya bölgesinde ortaya çıkan bu ilk şehirler bir anlamda 2000 yıl kadar aradan sonra ortaya çıkacak Hellen şehirlerinin yani site devletlerin öncüleridir. Hemen hemen aynı tarihlerde ortaya çıkan Mısır yerleşmeleri ise nerede ise başlangıcından itibaren Yukarı ve Aşağı İmparatorluk olarak iki ayrı organize devlet olarak görülür. Mezopotamya’da küçük yerleşmeler halinde gelişen kültür ve onun getirdiği serbest ve cesur atılım gücü büyük bir coğrafyanın ticari olarak organize olmasına imkân verir. Buna karşı merkezi idarenin güçlü baskısı altında kalan Mısır’ın büyük bir ticari hinderlantı bulunmamaktadır. Ticaretin getirdiği avantajları kullanan Mezopotamya insanları Anadolu, İran ve Hindistan’a kadar uzanan geniş coğrafyada ticaret kolonileri kurmaya, kendi kültürlerini ve yazılarını bu alanlarda yaymaya başlarlar. Kısa süre sonra bazı bilgilere semavi kitaplardan da ulaştığımız Akdeniz uygarlığı gelişmeye başlar. Artık yalnızca kara yolculukları ve nehirler yoluyla yapılan ticaret daha büyük tekneler vasıtası ile denizlere de açılma imkânına kavuşur. Fenike yazısı ve dili, yeni bir yazı ve etkileri günümüze kadar devam eden, dönemi için evrensel bir dil olarak ortaya çıkar. Artan ticaret hacmi ve onun getirdiği zenginliklerin artık şehir devletlerin koruması altında sürdürülmesi mümkün değildir. Mısır’ın yanı sıra Mezopotamya ve Anadolu’da imparatorluklar oluşmaya başlar. Büyük orduların, organize devletlerin himayesi altında küçük yerleşmeler kasabalara, kasabalar şehirlere dönüşmeye başlar. Bu arada o güne kadar görülmemiş bir yeni şehir türü başkentler doğar. Tapınakların yanı sıra anıtsal nitelikli saraylar mimarinin yeni ürünleri olmaktadır.

Günümüzden 3000-3200 yıl önce insanlığın gelişiminde önemli roller alma fırsatı bu kez, Girit ve Hellen anakarasına geçer. Girit’te ortaya çıkan ve Anadolu’ya yönelmiş bu eski uygarlık Neolitik kültüre ait izler taşır. Krallar tarafından yönetilen bu toplumda, Homeros destanlarında “büyük şehir” olarak gösterilen Knossos, Mallia, Faystos ve Zakro gibi yerleşmeler ve bu yerleşmelerde büyük saraylar bulunmaktadır [Mansel 1971, 29]. Aynı dönemde Hellen anakarasında görülmeye başlayan benzer yerleşmeler, giderek büyük şehirlere dönüşür ancak Girit’in tersine bu yerleşmeler küçük site devletler olarak şekillenir. Erken dönemlerden itibaren Anadolu bir geçiş güzergâhıdır. Gerek Kafkaslar üstünden gerekse Balkanlar üzerinden birbirine ters istikamette pek çok kavim göçü ile karşı karşıya kalan Anadolu, bazıları günümüze kadar devam eden, bazıları ise zaman içinde yok olan pek çok yerleşmeye ev sahipliği yapmaktadır [Ramsay 1961; Stewig Tarihsiz].

Özellikle günümüz Suriye, Lübnan ve Filistin kıyılarına konuşlanan topluluklar ve buradaki limanlardan denize açılan Fenikeliler tüm Akdeniz havzasını büyük bir ticaret alanına dönüştürürler. Giderek büyüyen bu ticaret ağının Cebelitarık Boğazı dışına çıkarak Afrika kıyıları boyunca ve kuzeye doğru Britanya adalarına kadar ulaştığı bilinmektedir. Elbette bu kadar büyük bir ticaret ağını yöneten uluslar zenginleşecek ve daha gelişmiş şehirlere ve organizasyonlara sahip olacaklardır [Ball 2014, 47-64]. MÖ 1200’lü yıllarda Hellen anakarasından Anadolu’ya doğru bir hareketlenme başlar. Giderek artan bu göç sonrası özellikle Ege havzasında ve Suriye yöresine Hellence hakim olmaya başlar.

Helenlerin Anadolu’ya göçleri ile birlikte yeni şehirler kurulur veya bazı eski yerleşmeler yeni anlayışa göre şekillenmeye başlar. O güne kadar hemen hemen tüm dünyadaki şehirler, düz bir alanda da inşa edilseler bile karmaşık sokak dokusuna, çoğunlukla merkezden uzaklaştıkça çıkmaz sokakların oluştuğu bir şehir dokusuna sahiptirler. Örneğin MÖ 2. binin ortalarından itibaren yerleşme izleri görülün ve Arzawa adı ile tanınan bir Hitit kenti olan, Milawada ve Milada olarak da bilinen şehrin bir Hellen kolonisi olan Miletos’a dönüşmesi yalnızca kültür olarak değil muhtemelen şekil olarak da farklılaşmasına yol açmıştır [Umar1993, 572].

MÖ 7. yüzyıldan beri Anadolu’nun özellikle kıyı şehirlerinde görülen farklı bir yerleşme biçimini Miletli Euryphon oğlu Hippodamos [MÖ 498-408] popülerleştirmeye başlar [Mumford 2013, 217]. Burada unutulmaması gereken bir noktaya değinmekte fayda görmekteyim, günümüze kadar gerek ismi gerekse mensubu olduğu şehir açısından Hippodamos’un bir Grek olarak kabul edildiği görülmektedir. Halbuki o bir Anadolu’lu olup, aynı zamanda Pers yurttaşıdır [Ball 2014, 58]. Çeşitli kaynakların Hippodamos’un ilk şehirci olarak adlandırılmasına karşı Aristoteles onu devlet üstüne yaptığı konuşmalar ile tanındığını aktarır: “En iyi Devlet [Şehir] üstüne ilk konuşan odur” [Aristoteles 1993, 48; Usta 2005, 95-110; Akurgal 1998, 444-461]. Hippodamos bir şehri mahallelere ayırmayı önerir, ideal bir şehir üçe ayrılmalıdır; işçiler, tarım yapanlar ve silah taşıyanlar. Tüm bu grupların hepsinin tam ve eşit yurttaşlık hakları bulunmalıdır. Ancak, çiftçilerin silahı yoktur, işçilerin ise silahı da yoktur, toprağı da; bu durum onları silah sahibi olanların uşağı haline getirir, devlet görevlerini ve bunun getirdiği şerefi/refahı eşit olarak paylaşmaları olanaksızdır. Aynı şehirde yaşayan kişilerin eşit ve tam yurttaşlık hakları olmadığı takdirde bir arada yaşamaları nasıl mümkün olacaktır. O halde şehir ve sahip olduğu topraklar üç bölüme ayrılmalıdır. Hippodamos’un Pire şehri için MÖ 450 dolaylarında tasarladığı yerleşim planı merkezde büyük bir agora [kamusal alan] ve bunun çevresinde birbirini dik açılarla kesen sokak ve caddelerin oluşturduğu ızgaralar şeklinde yerleştirilmiş ortalama 2400 m2 büyüklüğünde yapı adalarından oluşmaktadır. Buradaki agora fikri hem kentin hem de toplumun merkezi görevini konumundadır. Aristoteles’in şehir üzerine en iyi konuşan demesine rağmen, Hippodamos’dan yaklaşık 2500 yıl önce Sümer kentleri çok daha demokratik düzenlemeler içermektedir. Hippodamos’un toplum içinde önemli bir güç olarak sınıflandırdığı silah taşıyanlar, yukarıda belirtiğimiz gibi Sümer toplumunda alt meclisi oluşturan gruplar içinde yer almaktadır. Anlaşılan geçen zaman içinde hem silah teknolojisindeki gelişmeler, hem de toplulukların nüfus olarak büyümesi silah taşıyanları şehir yaşantısı içinde önemli bir güç haline getirmiştir. Büyük imparatorluklara dönüşmeyen şehir devletleri içindeki bu güç odakları egemen tutumlarını devam ettirebilmek için şehirler arasında problemlerin ortaya çıkmasına ve gerginliklerin büyümesi neden olmuştur. Belki de bu itici güç gerek Hellen ana kıtasındaki gerekse Anadolu koloni şehirlerin Akdeniz ve Karadeniz’in çeşitli noktalarında birbirinden bağımsız koloniler kurmasına yol açar. Muhtemelen sürekli çatışma yerine ticaretin getirdiği barış ortamı içinde zenginleşme tercih edilmiştir.

MÖ 350 tarihinde Priene, Hippodamos’un geliştirdiği ve çeşitli şehirlerde uyguladığı planlama anlayışına göre kurulmaya başlanır. Ekrem Akurgal’ın “Hellen dünyası içinde söz konusu planın en eski ve en güzel örneği bu şehirde görülmektedir” demesine karşı Anadolu şehirleri içinde bu planlama anlayışının daha erken dönemlerde kısmi olarak uygulandığı başka şehirler bulunmaktadır. Merkezinde Athena Tapınağı, Agora, Zeus Olympios Temenosu, Bouleutirion, Prytaneion, Mısır Tanrıları Temenosu, Tiyatro, Yukarı Gymnasion gibi şehrin önemli yapılarının yer aldığı merkez etrafında ızgara planlı bir yerleşim düzenine göre oluşan Priene şehrinin etrafı geniş surlarla çevrilidir [Akurgal 1988, 428-444]. Daha sonraki bir tarihlerde aynı plan anlayışı esas alınarak Bergama Kralı II. Attalos [MÖ 159-138] tarafından Attaleia [Antalya] kenti kurulur. Ancak son dönemlerde yapılan kazılar sonrası ızgara planlı şehirlerin ilk örneklerinin Güney İtalya ve Sicilya’da bulunduğu gerçeğini ortaya çıkartmaktadır. Muhtemelen ilk ızgara planlı yerleşme MÖ VI. yüzyılda kurulan İtalya’daki Paestum [Poseidonia] kentidir. Hellen anakarasında her hangi bir örneği görülmemesine rağmen MÖ VII. ve VI. yüzyıllarda Akdeniz havzasında kurulduğu ileri sürülen bazı Hellen kolonilerinin ızgara planlı, düzenli yapısı ilgi çekicidir. Muhtemelen bu şehirlerin ilk çekirdeği Fenike kolonisi oldukları dönemde şekillenmiş olmalıdır. Örneğin bir Fenike kolonisi olarak kurulan Tunus’taki Kerkouane yerleşmesinin düzenli aralıklarla birbirini dik kesen sokakları, bir dama tahtası görüntüsü sergileyen yapısı u un yıllardır var olan bir kabulün yeniden irdelenmesini gerektirmektedir [Ball 2014, 58-59].

Mısır hariç genellikle kent devletlerinin oluşturduğu bu yerleşmeler bir zaman sonra gelişimlerini geniş bir imparatorluğun şehirleri olarak sürdürür. Roma şehirlerinin hemen hemen tümünün geçmişi çok eski zamanlara uzanmaktadır. O nedenle çoğunun ana omurgası, kutsal yapıların, tiyatro ve stadyum gibi sosyal alanların yerleri bellidir. Milet, Priene, Attelia, Knidos vs. gibi birbirini dik kesen yollar ve dikdörtgen yapı adalarının oluşturduğu yerleşmeler ile çevresi surlarla çevrili, karmaşık bir yerleşim düzenine göre oluşmuş Roma, Bzantion, Antakya gibi şehirler, Roma İmparatorluğu’nun önemli kentleri olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir.

MÖ 1. yüzyılda Romalı Marcus Vitrivius Pollio, Mimarlık Hakkında On Kitap isimli eserinde yeni bir şehir modeli geliştirir. Kulelerle pekiştirilmiş surlarla çevrili, tam bir daire şeklindeki bu yerleşmenin merkezinde anıtsal yapılar yer almaktadır. Şehir yer yer küçük meydanların birbirine diagonal yollarla bağlandığı birbirini dik kesen cadde ve sokaklardan oluşmakta olup dış dünyaya kuzey-güney ve doğu-batı ekseninde yer alan dört kapı ile açılmaktadır [Vitruvius 1990, 12-16; Bayhan 1969, 49; Erder1971, 43-46].

Roma İmparatorluğu’nun geniş bir coğrafyada sağladığı huzur ortamı ve ticaretin gelişmesi, bilinen dünyadaki diğer şehirlerin de gelişmesine ve giderek kalabalıklaşmasına yol açar. Bu arada çeşitli nedenlerle Milet, Priene, Knidos gibi düzenli bir plana göre kurulmuş şehirler giderek terk edilmekte ve her ne kadar yeni kurulan bazı şehirlerde bu plana sadık kalınsa da genellikle giderek karmaşık bir düzen hakim olmaktadır.

Özellikle surlarla çevrili ve yerleşim alanları kısıtlı şehirlerde karmaşık görüntü hızla artmakta, yeni yapılan yapılar mevcut yollara doğru büyümekte ve şehir giderek sıkışmaktadır. 5. yüzyılın başlarında kaleme alınmış olan Notitia Urbis Constantinopolitanae’de “Caddelerin en az üç ila altı metre genişliğinde, cumbaların yan binadan açıklığının en az üç metre olması ve yerden en az dört buçuk metre yüksek olması” istenmektedir [Runciman 1961, 186]. Bin seneyi aşkın süre sonra Osmanlı İstanbul’u için de benzeri hükümler olduğunu bilmekteyiz [Refik 1935, 58-59. 1539 tarihli bir fermanda surlara ev yapılmaması, sokak genişliklerine tecavüz edilmemesi için İstanbul kadısı ve subaşısının dikkati çekilmektedir].

Geç Roma, Roman, Gotik ve Osmanlı şehirlerinin yer seçme özellikleri ve şehir şemaları değişik özellikler göstermektedir. Savunma amacı ile tepelere, ulaşımı oldukça zor dik yamaçlara, denetim amacıyla akarsu geçitlerinin başlarına yapıldıkları gibi, çoğunlukla her ne kadar surlarla çevrilseler de, genişlemeye müsait düz alanlara kuruldukları da görülmektedir. Bu dönemde şehir devleti özelliklerini sürdüren günümüz Almanya coğrafyasında kurulan Strehlen, Rottweil, Reichenbach, Neu-Brandenburg gibi surlarla çevrili yerleşmeler, antik dönem şehirlerine benzer şekilde sokakların birbirini dik kestiği şemalara sahiptir. Düz alanda kurulan bu yerleşmelerin yanı sıra tepelerde kurulan şehirlerde topoğrafyanın elverişsizliği yüzünden aynı şemayı uygulamak mümkün olamamakta, arazinin olanaklarının elverdiği şekilde bir yerleşme, şehir düzenine hakim olmaktadır [Bayhan 1969, 54].

Rönesans düşüncesinin ortaya çıkmasıyla, yerleşmeler kendi içlerinde evrim geçirmiş, özellikle İtalya şehirlerinde ön plana çıkan, şehir merkezlerinde geniş bir kamusal alan–meydan yaratma eylemi şehir dokularını oldukça etkilemiş ve daha önceki pek çok yapının yok olmasına sebep olmuştur. Günümüz İtalyan şehirlerinin hemen hepsinde görülen bu değişim bir anlamda Rönesans’ın getirdiği bir anlayışın sonucudur. Batı şehirlerin büyük oranda yenilendiği bu dönem, aynı zamanda inanç dünyasında yeni bir dünya görüşünün ortaya çıkması ile de bağlantılıdır, bu dönemde kilisenin ağırlıklı olarak mimariye yön vermesi ve Protestan inancının yaygınlaşması, kamusal yapıların ön plana çıkmasına yol açmıştır. Sienalı Martini [1284-1344], Leon Battista Alberti [1404-1472], Albert Dürer [1471-1528], Andrea Palladio [1508-1580], Vincenzo Scamozzi [1548-1616] yazı ve uygulamaları ile yeni şehir düşüncesinin gelişmesinde önemli görevler üstlenirler [Bayhan 1969, 68-69].

2 Eylül 1666 günün başlayan ve üç gün süren Büyük Londra Yangını sonrası, Mimar Christopher Wren [1632-1723] Londra şehrini yeniden planlar ve pek çok anıtsal yapının tekrardan inşasına başlar. Yeni planlanan Londra’da birbirini dik kesen cadde ve sokakların yanı sıra, diyagonal yolların kesiştiği ve varlıklarını günümüze kadar koruyan yeni merkezler oluşturulur. Yeni Londra planlaması, iki yüz yıla yakın süre sonra Paris, Barselona gibi şehirlere yapılan radikal müdahalelerin başlangıcı olarak kabul edilmelidir. Giderek zenginleşen ve güçlenen İngiltere ve özellikle Fransa gibi ülkeler eski şehirlerini yeniden düzenlemekte, anıtsal yapılar ile ülke imajının güçlendirmeye çalışmaktadırlar. Bu çalışmalara örnek olarak özellikle Paris gösterilir. En çok tahrip olmuş Ortaçağ kenti olarak anılan Paris, Baron Hausmann olarak bilinen Georges Eugène Hausmann’ın [1809-1891], 1853-1870 yılları arasındaki yeniden düzenleme çalışmaları sırasında geçmişe ait varlığının en az % 60’ını kayıp ettiği söylenir. Günümüzde geniş caddeleri, muntazam yapı adaları, anıtsal binaları, geniş yeşil alanları ile örnek bir kent olarak toplumun beğenisi kazanan Paris, anlaşılan bu özelliğini geçmişte yapılan büyük yıkımlar ve kültürel kayıplara borçludur. Yüzyılın sonuna doğru, özellikle insanı ve onun yaşam arzusunu görmezden gelen, merkezi otoritenin arzuları doğrultusunda büyük acılara karşı oluşturulan Paris ve benzeri kentlere karşı, Ebenezer Howard [1850-1928] “Garden City-Bahçe Şehir” teorisini gündeme getirir. O güne kadar ideal şehir olarak kabul edilen geometrik düzenli kentlerden farklı toplumsal yaşamı ön plana alan, insanın doğa ile ilişkisini artırmaya çalışan bu kent modeli, sıkışık ve yerleşim alanları kısıtlı Avrupa yerine Amerika’da uygulama alanı bulur ve yaygın olarak yeni şehirlerin oluşmasına veya eski yerleşimlerin, merkez dışındaki bölümlerinin bu teori çerçevesinde oluşmasına yol açar.

20. yüzyılın başlarından itibaren şehir yaşamı ve şehircilik artık bir bilim dalı olarak kabul edilir ve mimari eğitim içinde önemli bir ağırlık kazanır. Yüzyıllardır düşünürlerin zaman zaman ütopya olarak sundukları şehir yaşamı ve şehir oluşumu üzerinde ciddi çalışmaların yapıldığı, pek çok bilim dalının birikimine ihtiyacı olan bir çalışma alanı olmuştur. Sanırım üzerinden 2000 yıl geçtikten sonra Vitruvius’un bir mimar için gerektiğini ileri sürdüğü özellikler, bir bilim dalı için gerekli olmaktadır [Vitruvius 1990, 4].

Roma İmparatorluğu’nun başkentini Nea Roma’ya [Konstantinopolis] taşımasından itibaren İstanbul, yaşadığımız coğrafyanın egemen ve model şehri olur. Dış dünyanın tesirleri, değişen moda anlayışı, yeni düşünceler bu coğrafyaya İstanbul yolu ile dağılır ve ilk örneklerini İstanbul’da gösterir. Örneğin hemen herkesin İstanbul’u katletti dediği Adnan Menderes istimlaklerinin ve İstanbul içinde iki ana arter açma düşüncesinin temeli 19. yüzyılın ilk yarısına kadar geriye gider [Çelik 1996, 85]. Helmuth von Moltke’nin 1839 tarihli İstanbul için öneri planının gerçekleşmesi yüzyılı aşkın süre sonra gerçekleştirilir ve büyük bir eleştiri alır. Hemen hemen aynı tarihlerde başlayan yenileşme hareketleri ile birlikte bundan böyle yangın sonucu boşalan alanlarda, topoğrafyanın el verdiği olanaklar içinde birbirini dik kesen sokakların oluşturduğu yeni bir yerleşim düzenine geçilecektir [Stewiğ 1965, 21]. Örneğin aynı tarihlerde iskâna açılan Teşvikiye, Nişantaşı ve giderek Şişli mahalleleri o güne kadar alışılmamış bir şekilde birbiri dik kesen cadde ve sokaklardan oluşan bir plan düzenine sahiptir.

Osmanlı İmparatorluğu’nda, yapılar, yollar ve benzeri inşaat işleri erken dönemlerden itibaren şehir mimarlığı adı ile anılan bir yöntemle denetlenmektedir. Şehir mimarlığı veya mimarbaşılık statüsü 1831 tarihine kadar devam eder. Bu tarihte mimarbaşılık kaldırılıp 1868 tarihine kadar devam edecek olan yeni bir düzen, Ebniye-i Hassa Müdürlükleri kurulur [Orhonlu, 1984, 25-26]. Bu arada 1848 yılında Ebniye Nizamnamesi [Yapılar tüzüğü] adı altında şehirleşme biçimi ve yeni yapılacak yapıların uyması gereken kurallar belirlenir. 1864 tarihinde Ebniye Nizamnamesi, yeni bir tüzükle geliştirilir. Turuk ve Ebniye Nizamnamesi [Yollar ve Yapılar Nizamnamesi]. Görüldüğü gibi her iki metinde günümüz anlamı ile birer yönetmeliktir. Şehir oluşumu ile ilgili ilk kanun 1882 yılında yürürlüğe giren Ebniye Kanunu’dur. 1925 yılında 642 sayılı kanun ile Ebniye kanununda bazı değişiklikler yapılırsa da, imparatorluk döneminden kalma bu yasa 1933 yılında yürürlüğe giren Belediye Yapı ve Yollar Kanuna kadar geçerliliği korur. Bu arada Ankara’nın düzenli bir şekilde iskanı amacı ile 1928 yılında 1351 sayılı Ankara Şehri İmar Müdüriyeti Teşkilat ve Vazifelerine Dair Kanun yürürlüğe sokulur. Daha önce sorumlusu belli “Mimarbaşı veya Şehir Mimarı” olan yapı faaliyetleri 1831’den itibaren giderek bürokrasi içinde anonim bir faaliyete dönüşecek ve sorumlusu açık ve net olarak belirlenemeyen şehirlerimiz hızla dejenere olacaktır. 1933’de Belediye Yapı ve Yollar Kanunu, 1957 yılında 6785 sayılı İmar Kanunu, 1983 yılında yeni İmar Kanunu ve bu kanunlarda yapılan çok sayıda değişiklik, özellikle de 2011 yılı ortalarında birbiri peşi sıra yürürlüğe sokulan kanun kuvvetindeki kararnameler giderek karmaşayı artırmakta ve dejenerasyonu hızlandırmaktadır.

Çatalhöyük’ten itibaren gelişmeye başlayan şehir düzeninin hem toplumsal hem de yerleşim açısından oldukça yol aldığı görülmektedir. Birbirine bitişik, sıkışık, her hangi bir yol düzeni ve yeterli kamusal alanı olmayan yerleşmeler, giderek gelişmekte ve karmaşık, bir anlamda kendi kendine gelişen bir dokuya sahip olan bu yerleşim düzeni yerini merkezi bir planlama anlayışının olduğu şehirlere bırakmaktadır. 1960’lı yıllarda İstanbul için yaptığı bir araştırma da Reinhard Stewiğ binlerce yıldır var olan bu karmaşık şehir dokusunu Doğulu/Osmanlı bünye olarak niteleyecektir [Stewiğ 1965].

Erken dönemlerde kurulan veya esaslı olarak yenilenen ve çoğunluğu daha sonra terk edilerek günümüzde ören yerine dönüşmüş, çoğunlukla Anadolu’nun Batı kıyılarındaki şehirlerde görülen ve Hippodamos planı olarak açıklanan bu yerleşim düzeni ülkemizin diğer bölgelerinde görülmez. Anadolu’da yaygın olarak görülen şehir anlayışı Prehistorya’dan bu yana Doğulu/Osmanlı denilen düzende gerçekleşir. Bu yerleşim düzeninin yaygın olarak kullanılmasının bir nedeni de çok az şehir dışında genellikle nerede ise tüm şehirlerin, tepe ve vadilerin oluşturduğu korunaklı alanlarda kurulmuş olmasıdır. Erken çağlardan itibaren iki yönlü geçişler ve istilalar ile yüz yüze kalan bir coğrafyanın düz ve korunması zor alanlarda şehirler kurması da düşünülemez. Anadolu coğrafyasında milattan önceki tarihlerde kurulan şehirler dışında nerede ise günümüze kadar yeni bir kent kurulmaz. Zaman içinde gelişen, büyüyen, erken dönemlerde, hatta çoğunluğu 19. yüzyılın başlarına kadar surlarla çevrili bu kentlerin hemen hepsi Cumhuriyet sonrası hızla uygulamaya konulan imar planları ile değişime uğramış ve günümüzdeki kaos ortaya çıkmıştır.

“Tavas, yılankavi kıvrımlı eğri yolları, çıkmaz sokakları, hem evin mahremiyetini korumak hem de gölge ve serinlik sağlamak üzere caddeye veya komşu evlere karşı yüksek duvarları olan içerlek evleriyle, bu bölgedeki yerleşimin tipik bir örneği idi. Bütün bu evler, hiçbir kurala uymadan mozaik taşları gibi rengârenk ve karmakarışık dizilmişlerdi, sanki oyun oynarken etrafa saçılmış gibiydiler. İslami şehir anlayışının ev ve avlu yapımı kurallarına, Anadolu ortamında uyum sağlamışlardı.
Daha ilk incelemelerimde, mevcut yasaya uyulduğu taktirde, [21.06.1933 tarih ve 2290 sayılı Yapı ve Yollar Kanunu] yolların ve evlerin büyük bir kısmının ortadan kalkabileceğini gördüm. Yolların yönü nasıl isteniyorsa öyle değiştirilebilir, iskân dışı alanlarda isteğe göre farklı ölçülerde tutulabilirdi. Maalesef yasa adaların ölçülerini de belirlemişti. Çaresiz kalmıştım. 1939’un ortalarında hazırladığım taslağı Tavas belediye başkanına gönderdim, fikrini ve itirazı olan hususları bildirmesini rica ettim. Bir ay sonra Tavas’a giderek konuyu karşılıklı görüşmeyi düşünüyordum. Bir ay sonra Tavas’a gittim, ama gördüğüm yeri tanıyamadım.

Taslağı yollamamdan sonraki süre içinde şehir, ortasından geçirilen düz, dar bir yolla acımasızca ikiye ayrılmıştı. Yeni caddenin sağında ve solunda kalan bütün eski evler yok olmuştu ve cadde boyunca yeni evler inşa edilmişti. Dehşet içinde kalmıştım.” [Egli 2013, 110-111].

“Mesele basit değil midir? Bir dönüm içinde bir kır evi disiplinine göre bir metre arsa fiyatının bir lirada karar kıldığını düşünürseniz, aynı yerde bitişik ve dört katlı apartman sistemi bu fiyatı on liraya, yirmi liraya çıkarır. Müsaadeyi verenler spekülasyoncularla ortaktırlar. Onun için nerede arsacılar lehine bir plân değişikliği duyarsanız, hemen hırsızlığa hükmediniz. Ankara’da milyonlar çalınmıştır. İstanbul’da milyonlar vurulmaktadır. Sabit olmuştur ki, Mustafa Kemal, şapka ve Lâtin harfleri devrimlerini başarabilecek kadar kuvvetli bir idare kurmuş, fakat bir şehir planını tatbik edebilecek kuvvette bir idare kuramamıştır.” [Atay 2010, 538].

1941 yılında Şehircilik dersleri vermek üzere Güzel Sanatlar Akademisi’ne gelen Prof. Olsner ilk ders de öğrencilerine sorar?

- Bana söyler misiniz, Türk halkı ne yapmalıdır?

- Dua etmelidir!

- Türk halkı ne için dua etmelidir?

- Belediyelerin kasalarındaki imar planlarını tatbik edecek yöneticiler çıkmasın diye dua etmelidir!

Eğer bu imar planları tatbik edilirse, bu ülke birkaç asır belini doğrultamayacaktır [Prof. Oelsner’in 1943 yılında Akademi’de şehircilik dersine başlarken öğrenciler ile arasında geçen konuşma. Bkz. Cansever 1994: 102]

Prof. Oelsner ne kadar haklıymış diye düşünmüşümdür her zaman, ama dua etmek bizi kurtaramadı, yeteri kadar dua edemedik sanırım çünkü bir kısmımız inşaat yapmaktan dua etmeye vakit bulamadı.

Benzer bir tespit ise Ernst A. Egli tarafından yapılır. 26-28 Mart 1954 tarihinde Konya civarına yaptıkları biz gezi sırasında uğradıkları Cihanbeyli için; “...bu ilçenin henüz elektriği yoktu, ama bir imar planı vardı” demektedir [Egli 2013, 172].

1930’lu yıllara kadar mevzi düzenlemeler ve komşuluk ilişkileri içinde gelişen şehirlerimiz önce Yapı ve Yollar Kanunu, daha sonra da İmar Kanunu ile yeniden düzenlenmeye çalışılmıştır. Ekonomik açıdan güçsüzlük, yeni şehirlerin oluşmasında da kendini gösterir. Üretimin olmadığı bu yerlerde sermaye birikimi için yapılacak tek şey, imar spekülasyonudur. Özellikle 14.04.1930 tarih ve 1530 sayılı Belediye Kanunu ile yetki verilen belediye meclisleri yüzyılların birikimini pervasızca harcamaya başlarlar. Üstelik ellerinde etkili bir araç da vardır; Çağdaşlaşmak, uygar dünya seviyesine ulaşmak. Binlerce yılların badiresini atlatmış, uyanık ve akıllı Anadolu halkı sermaye birikimi için kendine yeni bir yol bulmuştur; arsa spekülasyonu ve inşaat. Üstelik 1930’larda başlayan bu acımasız yolculuk, şehirlerimizin artan nüfusuna paralel olarak hızlanmış ve giderek önüne geçilemez hale gelmiştir. Özellikle son yıllarda TOKİ, Kiptaş ve benzeri kamu kurumları bile arazi spekülasyonu yaparak sermaye birikimi sağlamak veya kar etmeyen kamusal projeleri gerçekleştirmek düşüncesindedir.

Geçmişi bin yılları aşan yerleşim alanlarını amansızca tahrip eden bu tutum, herkesin infial duyduğu bir eyleme dönüşmesine rağmen kendi bildiği yolda hız kesmeden ilerlemektedir. Artık akıllı insanların ortaya çıkıp bu yolu sonsuza kadar kapatmaları, bunun yerine yeni yerleşim alanlarının açılmasına yardımcı olmaları gerekmektedir. Ancak bu konuda da sıkıntılar vardır. Hemen her şeye karşı çıkan bir grup, yeni yerleşim alanlarının açılmasına da karşıdır. Tarım arazisi, ormanlık alan, sulak bölge gibi nerede ise yüzlerce gerekçe ile yeni yerleşim alanları açılmasına karşı çıkanlar ortaya çıkan bu durum karşısında reaksiyon göstermektedirler.

Şehir yaşantısı bu yazının başından beri söylemeye çalıştığımız gibi uzlaşma isteyen bir yaşamdır. Uzlaşmak ve aklın yolu ile ortaya çıkan problemlere çözüm üretmek.

Sanırım toplumumuzun büyük bir kısmının şehirli olmak için alacağı çok uzun bir yol var. Başta şehirlerimiz olmak üzere, her türlü problemimizi çözebilmemiz için önce uzlaşıyı ve aklı ön plana alacak bir düşünce yapısına kavuşmamız gerekiyor.

Sanırım bunun için Prof. Olsner’in önerdiği gibi, dua etmemiz şart ama bu kez hepimiz birlikte dua etmeliyiz ve Descartes’in 400 yılı aşkın süre önce dile getirdiği bozulmayı hep birlikte tedavi etme yoluna gitmeliyiz. “Kanunların çokluğu çoğu zaman ahlâk bozukluklarına özür teşkil ettiğinden, kanunları pek az olan, fakat sıkı sıkıya uygulanan bir devlet, en güzel düzenlenmiş devlettir.” [Descartes 2005, 178].

Nasıl ki bir tarım kültürünün oluşturduğu şehir, sanayi toplumunun yenilediği şehre benzemez ise elbette bilgi toplumunun şehirleri de bunlardan farklı olacaktır. Günümüzden 10.000 yıl önce oluşmaya başlayan Tarım Devrimi, yüzbinlerce yıl süren toplayıcılık ve avcılık dönemini kısa süre içinde büyük oranda yok eder. Yaklaşık 200-250 yıl önce ortaya çıkmaya başlayan Sanayi Devrimi de kendinden önceki politik yapıların çoğunun yıkılmasına veya artık gereksiz hale gelmesine yol açar. İçinde yaşadığımız ve hızla büyük atılımlar yapan Bilgi Devrimi ve onun harekete geçirdiği değişim dalgaları tüm dünyada yeni toplumlar, yeni şehirler oluşmasına yol açmaktadır. 1975 yılında dünya üzerinde nüfusu 10.000.000’un üzerindeki şehir sayısı üç iken bu sayı 2007’de 19’a yükselir.

Bugün yaşı kırkın üzerinde olanlar eski bir uygarlığın son, yeni bir uygarlığın ilk nesli olmanın sıkıntılarını yaşamaktadır. Ülkemizde ise bu sıkıntı daha da büyüktür. 1980’lerin başından itibaren hızla şehirlere yerleşmeye başlayan tarım kültürü kökenli insanlarımızın şehirle ve şehirli insanla çatışmaları devam ederken, bir anda ortaya çıkan yeni bir değişim dalgası çatışmayı artırmakta, bu çatışma ortamı da hepimizi karamsarlığa sürüklemektedir. Bizim dışımızda hızla bir şeyler olmakta ve bizler bu hızlı değişimi anlamakta, algılamakta sıkıntı çekiyoruz, kendimize olan güvenimiz kayıp oluyor. Toplumsal ve kişisel olarak erozyon yaşıyoruz.

Bir toplumda öncelikle düşünürler, yazarlar, sanatçılar gelecek dalgasını ve onun getirdiği değişimi ilk sezen insanlardır. Toplumumuzda bu konuda sıkıntı var. Özgür düşünceyi savunması gereken insanlarımızın büyük bir çoğunluğu daha önceki dönemlerdeki atılımların gölgesi altında kalmış ve ileri doğru farklı açılımlar yapmanın mümkün olmadığına inanmaktadırlar. Halbuki hayat devam etmekte ve kısa aralıklı büyük değişim dalgaları tüm geçmişin üstünü örtmekte ve yeni gerçekliklerin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Yapılması gereken erozyona uğramış birikimleri yeni yöntemlerle tedavi etmek ve verimli kılmak için çalışmaktır.

Bir toplum iki yada daha çok dev değişim dalgalarının altındaysa ve bunların herhangi biri henüz egemen duruma gelememişse, insanların geleceğe ilişkin düşünceleri çok farklı olmaktadır. Bu farklı gelecek kaygıları günümüz haberleşme araçların yaygınlığı ile toplumun hemen her kesimine hızla ulaşmakta ve hepimizi derinden etkilemektedir. İçinde yaşadığımız karmaşanın büyüklüğünden rahatsız olan ve geleceğin saçma, acımasız ya da anlamsız olduğuna inanan pek çok birey ise ya uhrevi dünyaya yönelmekte veya psikolojik sıkıntılar içinde boğuşmaktadır.

Hala kaçınılmaz bir şekilde toprağa bağlılığını devam ettirmeye çalışan bir kuşak yaşamına devam ederken, biraz da toplumumuza geç ulaşan sanayi dalgasının oluşturduğu yaşam biçimine ve şehirlere adapte olmakta sıkıntı çeken bir toplumun hızla oluşan ve kısa sürede tüm dünyayı etkisi altına alan yeni akıma, bu akımın getirdiği düşünce yapısına, değişen yaşam anlayışına uyumu elbette sıkıntılı olacaktır ve olmaktadır. Ama elbette güçlü bir irade bu sıkıntıları aşmakta topluma yol gösterecek ve genç kuşakların güvenle izleyebilecekleri bir yol belirleyecektir.

KAYNAKÇA

Akurgal 1988
Ekrem Akurgal, Anadolu Uygarlıkları, İstanbul, 1988.

Aritoteles 1993
Aristoteles, Politika, Çev. Mete Tuncay, İstanbul, 1993.

Arsebük 2012
Güven Arsebük, Tarih Önecesi Dönemden Bazı Yansımalar, İstanbul, 2012.

Atay 2010
Falih Rıfkı Atay, Çankaya, İstanbul, 2010.

Ayverdi 2005
İlhan Ayverdi, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, İstanbul, 2005, 3 Cilt.

Ball 2014
Warwick Ball, Arabistan’dan Öteye Fenikeliler, Araplar ve Avrupa’nın Keşfi, Çev. Ahmet
Aybars Çağlayan, İstanbul, 2014.

Bayhan 1969
İrfan H. Bayhan, Şehir Plânlaması, İstanbul, 1969.

Bilgi 2004
Önder Bilgi [Editör], Anadolu Dökümün Beşiği, İstanbul, 2004.

Cansever 1994
Turgut Cansever, Ev ve Şehir, İstanbul, 1994.

Çelik 1996
Zeynep Çelik, Değişen İstanbul, İstanbul, 1996.

Descartes 2005
René Descartes, Usûl Hakkında Nutuk, Çev. İbrahim Edhem Mesut [Dırvana], İstanbul, 2005.

Devellioğlu 1993
Ferit Devellioğlu, Osmanlıca - Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Ankara, 1993.

Egli 2013
ErnstA. Egli, Genç Türkiye İnşa Edilirken, Çev. Güven Göktan Uçer, İstanbul, 2013.

Erder 1971
Cevat Erder, Tarihi Çevre Kaygısı, Ankara, 1971.

Hodder 2006
Ian Hodder, Çatalhöyük - Leoparın Öyküsü, Çev. Dilek Şendil, İstanbul, 2006.

Kramer 1992
Samuel Noah Kramer, Tarih Sümer’de Başlar, Çev. Kaan İren, İstanbul, 1992.

Kâşgarlı Mahmud 2005
Kâşgarlı Mahmud, Divânü Lugâti’t Türk, Çev. Seçkin Erdi - Serap Tuğba Yurtsever, İstanbul,
2005.

Mansel 1971
Arif Müfid Mansel, Ege ve Yunan Tarihi, Ankara, 1971.

Mumford 2013
Lewis Mumford, Tarih Boyunca Kent, Çev. Gürol Koca - Tamer Tosun, İstanbul, 2013.

Ramsay 1961
W.M. Ramsay, Anadolu’nun Tarihi Coğrafyası, Çev. Mihri Pektaş, İstanbul, 1961.

Refik 1935
Ahmet Refik, On Altıncı Asırda İstanbul Hayatı, İstanbul, 1935.

Runciman 1961
Steven Runciman, Byzantine Civilization, Londan, 1961.

Sédillot 1983
Réne Sédillot, Değiş Tokuştan Süpermarkete, Çev. Esat Nermi Erendor, İstanbul 1983.

Sepici 2013
Levent Sepici, Göbekli Tepe, İstanbul, 2013.

Stewiğ 1965
Reinhard Stewiğ, İstanbul’un Bünyesi, Çev. Ruhi Turfan-M. Ş. Yazman, İstanbul, 1965.

Stewig Tarihsiz
Reinhard Stewig, Batı Anadolu’nun Kültürel Gelişmesi: Kartografik Bilgiler, Çev. Ruhi Turfan,
İstanbul, Tarihsiz.

Sümer 1994
Faruk Sümer, Eski Türklerde Şehircilik, Ankara, 1994.

Tuna 2011
Korkut Tuna, Şehir Teorileri, İstanbul, 2011.

Umar 1993
Bilge Umar, Türkiye’deki Tarihsel Adlar, İstanbul,1993.

Usta 2005
Sadık Usta [Der. ve Çev.], Platon’dan Jambulos’a Antikçağ Ütopyaları, İstanbul, 2005.

Vitruvius 1990
Marcus Vitruvius Pollio, Mimarlık Üzerine On Kitap, Çev. Suna Güven, Ankara, 1990.