Site Tasarım: Savaş Çekiç Uygulama: İkipixel

Bu sitede bulunan resimler ve dökümanlar M. Sinan Genim'e aittir ve izinsiz kullanılamazlar. Ancak gerekli izin alındıktan sonra ve kaynak gösterilmek kaydıyla kullanılabilir.

Yayımlar / Bildiriler

LYGOS'TAN İSTANBUL'A ...

Şu anda bildiğimiz tarihi 8 bin 500 yıl öteye uzanan İstanbul'dan kimler geldi, kimler geçti? Nasıl hayatlar sürdüler, bu kadim şehri nasıl şekillendirdiler, nasıl bir ruh kattılar? Bu şehrin şimdi bildiğimiz mimari ruhu adım adım nasıl oluştu? Dr. Mimar Sinan Genim, İstanbul 2010 için yazdı.

Yazı Dr. Mimar SİNAN GENİM


Tepenin üzerinde, hemen önünde içinde balıkların oynaştığı geniş bir su, onun gerisinde yer yer ağaçlık, yer yer makilerle kaplı bir sırt gördü. Avcılık ve toplayıcılıkla hayatlarını sürdüren küçük bir gruptular. Kimi küçük, kimi büyük göllerden oluşan bu vadiler dizisi ve onları çevreleyen tepeler uçsuz bucaksız uzanıyordu. Belli belirsiz dumanların yükseldiğini fark etti. Anlaşılan küçük gruplar bu geniş alanın bazı noktalarına yerleşmiş olmalıydılar. Küçük oymağının yerleşeceği verimli bir bölge bulduklarına sevindi. Tatlı suyun kıyısından biraz geriye, hem balık hem de av hayvanlarına kolayca ulaşabilecekleri uygun bir yere yerleşmeye karar verdi. Çok daha sonraları “dal-örgü” olarak tanımlanacak olan kerpiç çamuruyla ağaç dallarının birlikte kullanıldığı yeni bir yapı türüyle içine yerleşecekleri korunaklarını inşa etmeye başladılar.

Lygos

Binlerce yıl, evlerinin tabanlarına gömdükleri atalarıyla birlikte yaşamaya devam ettiler. Onların yanına mezar armağanı olarak taş balta, kült kabı, kemik kaşık gibi günlük hayatlarında kullandıkları araç-gereçleri koydular. Yıllar geçtikçe sular yükselmeye başladı; giderek eski yerleşim alanlarını terk edip, daha yukarılara doğru çıkmaya başladılar. Atalarının balık avladığı tatlı sular, denize dönüşüyordu.

Nüfusları artıyor, el becerileri ve dünyayı algılama biçimleri gelişiyordu. Avcılık ve toplayıcılığın yanı sıra tarım yapmaya başlamışlardı. Artık küçük topluluklar olarak yaşamak yerine etrafı duvarlarla çevrili daha büyük yerleşimler inşa etmeleri gerkiyordu. Bu topluluklardan biri, giderek bir deniz haline gelen eski göller dizisinin ucuna küçük bir şehir inşa etti. Daha sonraları binlerce yıllık kültür katmanı altında kayıp olan bu şehre, kökeni hangi dilden geldiği bilinmeyen “Lygos” adını verdiler. Megaralı Grek efsanesi Lygos adını unutturmaya çalışsa da bizler Bayrampaşa Deresi’nin antik dönemdeki adının Lygos olduğunu biliyoruz. Üstelik onlar yok olduktan yüz yıllar sonra Plinius, satır aralarında Lygos isimli bir Türk kolonisinin varlığından söz edecektir.

Byzantion’dan Antonina’ya

Zeus’un sevgilisi İo ile denizler tanrısı Poseidon’un soyundan geldiği söylenen Byzas önderliğindeki bir grup Grek -ki bu ismin bir Grek değil, Türk adı olduğu ileri sürülüyor- M.Ö. 660 dolaylarında bölgeye yerleşir ve daha sonraları Byzas’a atfen Byzantion adını alacak olan koloni şehrini kurarlar. Kutsal alan ve tapınaklarla süslenen bu şehir büyür ve gelişir. Gerek coğrafi gerekse jeopolitik olarak önemli bir noktaya kurulduğu ve özellikle balık avı nedeniyle zenginleştiği için sürekli tehdit altında kalır. Bir dönem Pers hakimiyeti altına girer, kendini korumak ve özgürlüğünü muhafaza etmek için sürekli çevre kolonilerle ittifaklar kurmaya çalışır. Attika Deniz Birliği’ne katılır. Sonrasında Roma’nın egemenliğini kabul eder, her ne kadar özgür şehir statüsünde olsa da, artık zaman değişmiş, site şehirler dönemi tarihe karışmıştır. Roma’nın taht kavgalarında Pescennius Niger ile Septimius Severus arasında taraf olmak gibi bir hata yapar ve M.S. 192’de uzun süreli bir kuşatma sonrası Roma İmparatorluğu’na katılır. Bu kuşatmayla surları yıkılır ve yapıları büyük oranda tahrip olur. Kısa bir dönem şehir unvanı kaldırılarak Marmara Ereğlisi’ne bağlanır. Adı değişir, artık Septimius Severus’un oğlu Caracalla’nın anısına “Antonina” (Antoneinia) olarak anılacaktır.

Nea Rome ve Konstantinopolis

Septimius Severus şehri anıtlarla süslemeye başlar ve bu dönemden günümüze Sultanahmet Meydanı olarak bildiğimiz, Hipodrom ulaşır. Kutsal alanlar ve tapınaklarla süslü Byzantion tarihe karışıyordur. Antonina’nın öyküsü kısa sürer. M.S.330’da Roma İmparatorluğu’nun başkenti olur ve adı “Nea Rome” olarak anılmaya başlar. Hızla anıtsal yapılar, kiliseler ve üzerinde heykellerin yer aldığı sütunlar inşa edilmeye başlanır. Byzantion’u çevreleyen surlar daha II. yüzyılda yıkılmış yerine daha geniş bir alanı kaplayan Septimius Severus surları inşa edilmiştir. Konstantinos ise bu yeni şehri daha da genişletir ve kendi adıyla anılacak surları yaptırır. Ancak hızla artan nüfus ve gelişen şehir bu surlara da sığmaz ve II. Theodosios günümüze kadar ulaşan bugünkü surları inşa ettirir. Artık şehrin adı Konstantinopolis olmuştur.VI. yüzyılda Mabeyinci Pavlos bu şehri şöyle tasvir eder.

“Üç yanımda güzeller güzeli deniz görünür
Her yandan gün ışığı vurur duvarlarıma.
Safran örtüleriyle şafak çevremde dolandığında,
Kamaşır gözleri, yürümek istemez batıya.”

Bu şehrin hikayesi yüzyıllar boyunca insanlığın anılarına katkıda bulunur. İçinde yaşayanlar, Konstantinos’un şehrinin ahalisi Roma vatandaşı olmakla övünür. XIII. yüzyılın başlarında Latin istilası şehri yok etmeye, onun Roma’nın varisi olduğunu unutturmaya çalışır, ancak çok daha sonraları Petrus Gyllius’un üzerine basarak söylediği gibi, “Bu şehir insanlık var oldukça yaşayacaktır.” 60 yıla yakın süren Latin istilası yıkılır, geçmişin görkemli anılarından öteye bir gücü olmayan fakir bir şehir bırakır geride.

Fetih ve sonrası

XV. yüzyıl bu şehir için yeni bir doğuşu müjdeliyor; çevresinde Roma’nın varisi olma iddiasını taşıyan bir devlet güçleniyordur. Fatih Sultan Mehmet 1453’te şehri fetheder. Geçmişin ve bu görkemli şehri kuran Roma İmparatoru Konstantinos’un anısına ismini değiştirmez, kendi diline uygun olarak Konstantiniyye adını tercih eder. Yeni bir inşa dönemi başlar, göğe yükselen camiler, minareler, saraylar, hanlar, hamamlar ve konutlar... Konstantiniyye’nin bir Türk-İslam şehri olarak oluşumu XV. yüzyıldan itibarendir. Şehrin önemli noktalarına önce Eski Saray, kısa süre sonra Topkapı Sarayı, pek çok orta ölçekli caminin yanı sıra Fatih, Beyazıt ve Yavuz Sultan Selim Camileri inşa edilir. XVI. yüzyılda bu şehir, mimarlık tarihine bir büyük ustayı, Sinan’ı armağan eder. Artık bir yandan İstanbul olarak da bilinen bu şehirden yayılan ruh ve ışık dünyanın gözünü kamaştırıyordur. 1500’lü yılların sonuna doğru Abdüllatif Latifi (1491-1582) günümüzde de geçerliliğini sürdüren dizeleriyle şöyle der:

“İrem bağ budur dir her görenler
Ki çıkmaz istemez ana girenler
............
Öğme ey hâce bize Hind ü Hıtâ vü Hoten’i
Bundadur lutf ü şeref buna Stanbul dirler.”

XVII. yüzyıl orta ölçekli anıtsal yapı faaliyetlerinin yanı sıra yoğun bir ticaret ve konut yapımıyla devam eder. Ancak XVIII. yüzyılın İstanbul için özel bir önemi vardır. Lale Devri artık anıtsal yapı faaliyetinin yanında konut yapımının da doruğa ulaştığı bir yüzyıldır. Aydınlık, geniş saçaklı, yayvan evler; Sadâbâd, Emnâbâd, Neşetâbâd, Hümayunâbâd gibi hafif konstrüksiyonlu, sare görünüşlü, içinde yaşayanlar için cenneti çağrıştıran yaşam alanları... O yapılar şimdilerde unutulsa da geçmişten günümüze bir deyişi taşırlar: “Dünyada mekân, ahitette iman.”

İstanbullu ve yabancı mimarların katkısı

XIX. yüzyıl tüm dünyada büyük değişimlerin yaşandığı bir yüzyıldır. İmparatorluklar tarihe karışıyor, ulus devlet kavramı yükseliyordur. Geçmişte bu şehirde yaşayan herkes, dini, dili, ırkı ve rengi ne olursa olsun İstanbullu olarak bilinir ve İstanbullu olmakla övünürken, Rum, Ermeni, Levanten, Arap ve Acem gibi ayrışmalar başlar. Bu ayrım bir anlamda binlerce yıllık şehrin büyüsünün ve ruhunun yok olması anlamına da geliyordur. Şehrin ve imparatorluğun yönetim merkezi sur dışına çıkar. Boğaziçi önem kazanır, batıda eğitim gören mimarlar yeni yapılarla İstanbul’u süslemeye başlarlar.

Bunların kimi bizim içimizden çıkar, kimi ise yoğun bir inşa faaliyetine başlanan şehre dışarıdan gelir. Çok sayıda İstanbullu Ermeni ve Rum asıllı mimarın yanı sıra Levanten Alexandre Vallury ve İtalyan Raimondo d’Aranco dönemin önde gelen isimleri olarak anılırlar. XX. yüzyılın başında Kemalettin Bey ve Vedat Bey ile millileşme akımı başlar. Daha sonra Sedad Hakkı Eldem bir İstanbul mimarı olarak bu çabaya destek verecektir. Öte yandan İstanbul bir taşra kenti olarak varlığını sürdürmeye çalışıyordur. Binlerce yıl sonra artık başkent değildir.

İstanbul sonsuza kadar yaşayacak

Günümüzde İstanbul hızla yeniden yapılanıyor; bu hızlı oluşumu, içinde yaşayanlar olarak hayretle izliyoruz. Zaman zaman kendimi Konstantinopolis’in oluşumunu izleyen bir Byzantionlu veya Konstantiniyye’nin oluşumunu izleyen bir Konstantinopolisli gibi hissediyorum. Bu muhteşem şehir kendini yeniliyor, tıpkı daha önceki yüzyıllarda yaptığı gibi, çağına ayak uyduruyor, yaşamına renk katıyor. Binlerce yıldır zaman zaman yaptığı yenilenmeyi ben de içinde yaşıyorum. Bundan üzüntü duymak yerine sevinç duymak gerek; tarihin bir dönemine tanık olmak sevindirici bir şey diye düşünüyorum.

Kabul etmediğim, edemediğim bazı yanlış uygulamaların, yapılaşmanın, zaman içinde tıpkı daha önceki dönemlerde olduğu gibi tasfiye olacağını, ancak İstanbul’un sosuza kadar var olmaya devam edeceğini bilerek teselli oluyorum ve Yahya Kemal’in dizelerini hatırlıyorum:

“Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul!
Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer
Ömrüm oldukça gönül tahtıma keyfince kurul!
Sâde bir semtini sevmek bile bir ömre değer.”