Site Tasarım: Savaş Çekiç Uygulama: İkipixel

Bu sitede bulunan resimler ve dökümanlar M. Sinan Genim'e aittir ve izinsiz kullanılamazlar. Ancak gerekli izin alındıktan sonra ve kaynak gösterilmek kaydıyla kullanılabilir.

Yayımlar / Bildiriler

KONSTANTİNİYYE’DEN İSTANBUL’A
....................

“Dün bir yerde otururken padişahın büyük kayığı hızla yaklaştı. Önünde alâmet olarak bir kuş bulunan uzun, gayet zengin bir tarzda süslenmiş, burnu ok gibi dalgaları yarıyor, on dört çift kürek, koyu mavi sular üzerinde kar gibi beyaz bir şeritle, saltanat kayığının geçtiği yolu çiziyordu... Yine böyle bir kayık, boş olarak az uzaktan bunun arkasından geliyordu, çünkü gelenek, padişahın geldiği vasıtayı dönüşte asla kullanmamasını emrediyor.”

Bu geleneğe dair yeteri kadar bir bilgimiz yok. Ama günümüzde Amerika Birleşik Devletleri’de Başkanlık uçuşu için iki adet Air Force Number One kullanıyor.

İstanbul üzerine neler yazılabilir ki artık? Söylenmedik ne kaldı diye düşünebilir insan. Yüzyıllar boyu yerli yabancı hemen herkes bu şehrin büyüsüne kapılmış, onu ölümsüz ilan etmiş. Daha XVI. yüzyılda Petrus Gyllius isimli bir gezgin “Dünyada bütün şehirler ölüme mahkumdur, fakat İstanbul, insanlık var oldukça yaşayacaktır” demekte. Nedir bu şehri ölümsüz kılan, bin yıllarca cazip yapan? XVI. yüzyılda bu kere bizden biri, adı pek bilinmese de, devrinin ünlü bir şairi Latifi “Övme ey hoca, bize Hindi, Hata ve Hota’nı, insana şeref bahşeden burasıdır ona İstanbul derler” diye zamana seslenmiş. Bugün içinde yaşadığımız İstanbul ile geçmişin o büyülü şehri arasında bir benzerlik kurmak çok zor gibi geliyor. Ama, bu ilk değişim değil; İstanbul yüzyıllar, binyıllar boyu değişmiş, Megaralı Yunanların Byzantion’u ile Romalıların Konstantinople’si birbirinden farklı şehirlerdi. Konstantin bu şehri yeniden yaparken, geçmişe özlem duyan bir Byzantionlu herhâlde ah benim o güzelim şehrim ne oldu diye kendini sorguluyordu. Değişim daima değişimin içinde yaşayanlar için korkutucu olmuştur, ama yine de devam eder. Bizler, bugünkü İstanbul’u yaşayanlar da geçmişe özlem duyuyoruz. Nerede o Yahya Kemal Beyatlı’nın, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Abdülhak Şinasi Hisar’ın anlattığı hülyalı şehir diyerek üzülüyoruz. Ama elimizden ne gelir zaman akıyor, değişim kaçınılmaz.

İstanbul ile ilgili ilk görsel belgelere IV. yüzyıldan itibaren rastlamak mümkündür. Ama en önemli görsel belgeler XV. yüzyılın II. yarısını takiben ortaya çıkmaya başlar. Buendelmonti’nin çeşitli kereler kopyalanan İstanbul gravürleri, Vavassore’nin panaroması, John Lewis’in, Eugenie Flandin’in, Barlett’in çizimleri bizi geçmişe götürür, geçmişe özlem duymamıza yol açar. Bu çizimlerin ne kadarı gerçek, ne kadarı çizerin hülyasıdır, bilinmez. Ama 1850’lilere doğru, fotoğraf denilen yeni bir icat ortaya çıkar. “Fotoğraflar yalan söylemez, ama yalancılar fotoğraf çekebilir” diyor Lewis Hine. Biz de bu yazımızda İstanbul’un bir bölümünün geçmişte kalan anılarını görsel belgelerle sunmak istedik. Karar sizin bugün geçmişe dair bildiklerimizin ne kadarı doğru, ne kadarı yalan. Yahya Kemal’in “Körfez’deki durgun suya bir bak göreceksin, geçmiş gecelerden biri durmak da derinde” şarkısı kulaklarımızda yankılanırken bizler de geçen yüzyıla bir bakalım, acaba neler durmakta günümüzde, neleri kaybetmişiz, değişim uğruna.

RESİM LİSTESİ

Resim 1 Konstantiniyye’den İstanbul’a adlı kitaptan sizin için seçtiğimiz ilk fotoğraf İstanbul Limanı’na aittir. 1869 tarihinde Bayezıd Kulesi’nden çekilen bu fotoğrafta açıkta demirlemiş gemiler ile Sirkeci ve Karaköy rıhtımına bağlı teknelerin çokluğu şaşırtıcıdır. Şimdilerde bilinmez ama 1887’de İstanbul dünyanın en büyük ikinci limanı, Bosna’dan Bağdat’a, Libya’dan Kafkasya’ya kadar uzanan büyük bir imparatorluğun merkezidir.

Resim 2 Bir şehrin limanı bu kadar dolu olur da, rıhtımları boş olur mu? 1900’lü yılların Karaköy Rıhtımı, açıkta demirli onlarca gemi, müşteri bekleyen kayıklar. Günümüz ile kıyaslaması oldukça zor olan bir görüntü.

Resim 3 Boğaziçi denince akla Boğaz Vapurları gelirdi. Özellikle Şirket-i Hayriyye’nin yolcu vapurları... 1890’lı yılların sonuna doğru çekilen bu karede, Şirket-i Hayriyye’nin 19 numaralı yandan çarklı Seyyar Vapuru’nu seyrediyoruz. Teknelerle dolu limanda yarım yol hareket halinde, Köprü’den ismini bilmediğimiz bir Boğaz iskelesine doğru yolcu taşıyor.

Resim 4 James Robertson İstanbul’a ait ilk fotoğrafları çekenlerden biridir. Robertson tarafından çekilen 1854 tarihli bu karede daha sonraları doldurulan Tophane Rıhtımını ve Nusretiye Cami’ni seyrediyoruz. Ön plandaki askerler Kırım Savaşı sırasındaki üniformalarını kuşanmışlar. Namluları yere eğik toplar ise tören ve ramazan günleri kuru sıkı ateş edilen toplar. Günümüzde, gözlerden uzak İstanbul Modern’in bahçesinin bir köşesine sıkışmış Tophane Kulesi ise tüm görkemiyle meydanı süslüyor.

Resim 5 Boğaziçi’nin geleneksel ulaşım vasıtası şimdilerde adı ve şekli unutulan “piyade”dir. Hafif, hızlı ve hiç şüphesiz çok zarif bir tekne olan bu kayıklar XIX. yüzyılın sonlarına doğru yok olurlar. 1870 tarihli fotoğrafta Pascal Sebah bize bir senaryosunu sunuyor. Çifte kürekli bir piyade ve feraceli üç hanım, gerisinde Kız Kulesi. Piyadeler, Türk Sanat müziğinde de kendilerine yer bulmuşlardır. İbrahim Ağa’nın dügeh makamındaki: “İki çifte bir piyade bindim kıçına, gitttim fulya bahçesine güller içinde....” Artık ne piyade kaldı, ne de güller içinde fulya bahçeleri.

Resim 6 Abdullah Kardeşler 1863 yılında Dolmabahçe Meydanı ve saray girişinin bir fotoğrafını çekerler. Sağda saray tiyatrosu, solda Dolmabahçe Camiî, ilgimizi çeken görüntü sarayın ön bahçesinin alçak bitkiler ile oluşturulmasıdır. Günümüzde yeşil özlemimiz nedeniyle ağaçlarla sakladığımız anıtsal yapıları gördükçe, geçmişte çok daha akıllı olduğumuzu, yaptığımız yapıları herkesin görmesini sağladığımızı, çalışmalarımız ile övünç duyduğumuzu düşünmemiz gerek.

Resim 7 Yıl 1865, Sultan Abdülaziz Han, Beylerbeyi Sarayı’ndan Ortaköy Camiî’ne Cuma selamlığına gelmiş. Caminin girişinde tören kıtası selam duruyor. Küçük koya saltanat kayıkları bağlanmış, onbirer kürekçili, ön bölümlerinde kanatlarını açmış bir kuş, arka bölümlerinde birer sayeban olan iki sandal dikkat çekici. Moltke’nin mektuplarında okuduğumuz kadarıyla biri dolu, biri boş seyahat edilirmiş, yazar gelenek bunu gerektirir diyor.

Resim 8 Boğaziçi’nin enterasan görüntülerinden biri de “dalyanlar” dır. Yüzyıllar boyu Boğaziçi bu şehre ve onun çevresine dünyanın en lezzetli balıklarını sunmuştur. Bu balıkların büyük bir bölümü artık tarihin unutulmuş sayfalarına karışan dalyanlarda tutulurdu. Karakin Deveciyan Efendi Türkiye’de Balık ve Balıkçılık isimli kitabında İstanbul Boğazı çevresinde 32 dalyan, 80 voli yeri bulunduğunu söyler.

Resim 9 Boğaziçi’nin en güzel yapılarından biri de günümüze çok az bir bölümü erişen Kayalar [Bebek ile Rumelihisar arası] semtindeki Yılanlı Yalı’dır. Yalının adının bir de hikâyesi vardır. Şeyhülislam Aşir Efendi tarafından yaptırılan bu yalıyı çok beğenen Sultan II. Mahmud bir boğaz gezintisi sırasında yalının sahibinin kim olduğunu sorar. O sırada padişahın yanında bulunan ve yalıda oturmakta olan Reis-ül küttap Mustafa Efendi’nin dostu musahip Sait Efendi padişahın yalıyı talep edeceğini anlayarak “Hünkarım bu yalıda çok yılan vardır, rahatsız olursunuz ...” diye cevap verir. Sonrasında yalının adı Yılanlı Yalı olur.

Resim 10 1950’li yıllara kadar Rumelihisar’ın içinde evler vardır. Burası Kaleiçi mahallesi olarak bilinir. Set bahçeler üzerinde bazılarında tepe pencereleri seçilen bu yapılar XVIII. yüzyıla aittir. İstanbul’un fethinin 500. yılı münasebetiyle yapılacak hazırlıklar sırasında yıkılır. Hisarın içi yılda birkaç kere yapılan konserler için yaşamdan arıtılır.

Resim 11 1894 yılında Tarabya girişindeki eski Bizanni Yalısı’nın yerine Summer Palace Oteli yapılır. 60 metre cepheli otel servis hacimleri ile birlikte dört katlıdır. Bir dönem Boğaziçi’nin en güzel oteli olarak hizmet verir, bahçesinde tenis kortu bile vardır. Otele Palace adının verilmesi biraz rahatsızlığa sebep olsa da [çünkü ülkemize Palace denince o güne kadar akla yalnızca Padişahın Sarayı gelmektedir] zaman içinde alışılır. Birinci Dünya Savaşı’nı takip eden yıllarda işgal güçleri tarafından Fransız Askerî Hastahanesi olarak kullanılır ve bu sırada da yanar.

Resim 12 Osmanlı Padişahı’nın saltanat kayığı olur da, Rus Büyükelçisi’nin olmaz mı? 1870 tarihinde Pascal Sebah tarafından çekilen bir karede Büyükdere’deki Rus Büyükelçiliği önüne baştan kara yanaşmış elçilik kayığını izliyoruz. Onun da önünde bir kuş figürü var, kanatlarını açmış ve tepesinde Rus İmparatorluk haçını taşıyor, ama kayığın yanlızca beş çifte kayıkçısı var. Bir dönem Fransız elçisi yedi çifte bir kayık yaptırmışta, yıllar boyu Tarabya’daki elçilik yazlığına Kağıthane üzerinden at sırtında gitmek mecburiyetinde kalmış.

Seyrettiğiniz bu kareleri çekenlerin gerçek hayatta yalancı olup olmadıklarını bilmiyoruz. Ancak, çektikleri fotoğraflar bir dönemin İstanbul’unun gerçeklerini yansıtmakta. Efsane ve hikâyeler zaman zaman çarpıtılabilir, ama görsel belgeler bizim doğrudan gerçeklerle yüzyüze gelmemizi sağlar.