Site Tasarım: Savaş Çekiç Uygulama: İkipixel

Bu sitede bulunan resimler ve dökümanlar M. Sinan Genim'e aittir ve izinsiz kullanılamazlar. Ancak gerekli izin alındıktan sonra ve kaynak gösterilmek kaydıyla kullanılabilir.

Yayımlar / Bildiriler

“GEÇMİŞ, YAŞLILAR GİBİ SAYGI İSTER...”

 

Geçmişte ve günümüzde yapılan bütün sanat eserleri insanlığın ortak malıdır. Bu görüşün yanı sıra, toplumlar kendi tarihî gelişimleri içinde yaptıkları sanatı millî sanat olarak kabul etmektedirler. Bu anlayış elbette belirli bir noktaya kadar doğrudur. Ancak bunun üzerinde biraz durulursa görülür ki, insan çevresiyle birlikte yaşamaktadır ve içinde bulunduğu mekân insanın gelişiminde önemli roller oynamaktadır. Yaşanan mekân ister insanın kendi kültürüyle yapılmış olsun, isterse daha önce var olan bir kültürün eseri olsun, yaşanılan çevre olarak insanı etkilemiş, etkilemeye devam edecektir.

 

Tarihimize baktığımız zaman, karşımıza diğer milletlere nazaran daha değişik bir görüntü çıkmaktadır. Milletimiz bugün sahip olduğu sınırlar dışında sanat eserleri yapmıştır, bugün sahip olduğumuz sınırlar içinde ise bizden önce yapılmış sanat eserleri vardır. Bu durumda iki soruyla karşılaşmaktayız. Bugünkü sınırlarımız dışında kalan ve içinde yaşadığımız mekânı oluşturmayan eserler mi bizim millî kültürümüzdür, yoksa, bizim yapmadığımız, fakat bugün bizim yaşadığımız mekân içinde yer alan sanat eserleri mi?

 

Günümüzde, Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında kalan ancak bizim kültürümüzün malı olan eserler kadar, bizden önce var olmakla beraber bugün bizim yaşadığımız mekânı oluşturan ve bizim sahip çıkmamız sonucu günümüze kadar gelebilen eserler de bizim malımızdır ve millî kültürümüzün bir parçasıdır.

 

Bugün ülkemizin sınırları dışında kalan Altay, Tiyen-Şan Mâverâünnehir ve Horasan bölgelerinde Türkler’in, gerek İslâm dinini kabullerinden önce, gerekse kabullerinden sonra yaptıkları sanat eserlerini görmek mümkündür. Ancak ne yazık ki Türkler’in bu devirlerine ait sanat eserleri hakkında toplum olarak pek az bilgimiz vardır. Bu konuda Türkçe yayımlanmış doküman hiç mesabesindedir. Ana kaynaklar genel olarak Rusça ve Çince yayınlardır. Bizim faydalandığımız kaynaklar ise bu dillerden yapılmış tercümeler veya alıntılardır ve pek tabidir ki bunlar ikinci el kaynaklar olmaktadır. Bu sebeple Türkler’in Anadolu öncesi sanat eserleri ve mekân yaratma faaliyetleri hakkında çok kısıtlı bilgi sahibiyiz. Fakat, gerek bu az sayıdaki yayınlar, gerekse Türkler’in 1071’de Anadolu’ya girdikten kısa bir müddet sonra başlattıkları yapı faaliyetleri ve yaptıkları mekânlar bize geçmişte bu konuda çok yoğun bir kültürel birikime sahip olduklarını göstermektedir.

 

Türk mimarisini yani milletimizin mekân yaratma faaliyetini dinî yapılar, sivil yapılar, su yapıları ve askerî yapılar olmak üzere dört ana grupta toplayabiliriz.

 

Türkler’in İslâm dinini kabullerinden önce de dinî yapılar yaptıklarını biliyoruz. Gerek Budizm’i gerekse Maniheizm’i kabul eden Türkler çeşitli mâbetler yapmışlar, bunları heykel ve resimlerle süslemişlerdir. Özellikle Uygurlar’ın, Hoço ve çevresinde yaptıkları mâbetler bugün bütün dünyanın hayranlığına sebep olmaktadır. Türkler’in İslâm dinini kabulleriyle Buhara ve Merv şehirlerinde başlayan cami mimarisi ise Talhatan Baba (XI. yüzyıl) ve Kışlak Hazar Camii (XI. yüzyıl) örnekleriyle günümüze ulaşmıştır. Bu yapılarda gördüğümüz plan anlayışı gelişerek XVI. yüzyılda Koca Sinan’ın İstanbul ve Edirne’deki yapılarında karşımıza çıkmaktadır. Cami mimarisinde görülen bu gelişme, pek tabiidir ki bütün mimari faaliyetlerde aynı şekilde gelişerek devam etmiştir.

 

Binlerce yılda gelişerek günümüze ulaşan “Türk mimarisi” bugün ne durumdadır?

 

Bugün genelde dinî nitelikli yapılara sahip çıkılmaktadır. Ancak yazık ki bilgisizce gelişen bu sahip çıkma duygusu zaman zaman bu eserleri tahriple sonuçlanmaktadır. Özellikle “Cami Koruma ve Yaşatma Dernekleri”nin tamir ve güzelleştirme amacıyla yaptıkları faaliyetler çoğunlukla yapıların tahribine veya kimlik değiştirmesine yol açmaktadır.

 

Cami dışında kalan mimari mirasımız ise tam anlamıyla kaderine terkedilmiş haldedir. Tarihî siteler, mahallî görüşlerini muhafaza eden şehir köşeleri, mahalleler, sokaklarımız, ahşap evler, eski bahçeler, mesireler, mezarlıklar yok olmaktadır. Öyle ki sahibi olmakla her zaman övündüğümüz İstanbul bile bugün yalnızca cami siluetlerinin muhafaza edildiği bir şehir haline getirilmeye çalışılmaktadır. Hatta bu etkileyici siluete bile tam anlamıyla sahip çıktığımız söylenemez. Geçmişte ve günümüzde İstanbul’a gelen hemen bütün yabancılar İstanbul’un en etkili siluetinin Marmara’dan görülenin olduğunu söylemektedirler. Şehrin o güzelim kubbeleri ve minareleri günümüzde zaman zaman Beyoğlu yarımadasında yer alan yüksek bloklarla karışmaktadır. Bakış açısına göre Sultanahmet Camii bazan yedi veya sekiz minareli olmakta, Topkapı Sarayı’nın içinde ise ince uzun binalar yükselmektedir. Bu durum herhalde İstanbul’a saygımızın en güzel ifadesidir!

 

Şimdi kendi kendimize soralım? Siluetine bu kadar saygılı olduğumuz bu şehir için ne yapıyoruz? İmar adı altında her şeyi yapıyor da, gelecekte imar anlamıyla anlaşılacak hiçbir şey yapmıyoruz.

 

Bu şehri düzenlemek, onu çağdaş hale getirmek, yalnızca yıkmakla, park veya yeşil saha yapmakla mümkün müdür?

 

Geçmiş, tıpkı yaşlı insanlar gibi saygı ister, şehirlerimiz, mahallelerimiz yüzyılların kültürel birikimi sonucu oluşmuş mekânlardır. Bu mekânlar içerisinde yapılan düzenlemeler geçmişe saygılı olmak zorundadır. Hangi yapılar yıkılacaktır, hangi yapılar korunacaktır, hangi yapılar restore edilecektir? Görüldüğü kadarıyla bunun kararını verecek bilgili, kültürüne saygılı, tarih bilinci olan bir çevreye ihtiyacımız var.

 

Günümüz toplumu niçin çevresine karşı duyarsızdır? Niçin, XV ve XVI. yüzyıldan günümüze kadar pek çok dinî yapı kalmıştır da sivil yapı kalmamıştır? Niçin Topkapı Sarayı dışında XVIII. yüzyıl öncesi saray mimarimizin örnekleri yok olmuştur.

 

Türk milleti cami yapma dışında herhangi bir mimari faaliyette bulunmamış mıdır? Ev geleneği olmayan bir medeniyet tasavvur edilebilir mi? Evi olmayan bir millet, büyük millet olur mu?

 

Genelde Türk evi dış dünya ile birleşmeyen, avlu ile kendi iç dünyasına dönük bir geleneğin ürünüdür. Belki, bunun sonucu toplumumuz şehri, evinin devamı olarak görmemiş ve hâlâ görmemektedir. Toplumu oluşturan fertler dinî yapılar ve önemli bazı sivil yapılar dışında mimari kültürün varlığından habersizdir. Herkesin evine su geldiğinden beri fonksiyonu azalan mahalle çeşmeleri terkedilmiş, çalışmaz hale gelmiş hatta tahrip olmuştur.

 

Diğer yandan, kırsal alanlardan yoğun bir şekilde büyük kentlere gelenler, belki de yeni bir yerleşme kavgası verdiklerinden, öncelikle bilmedikleri tarihimize ve sahibi olmadıklarını sandıkları çevre değerlerine ve mekânlara saygı göstermemektedirler.

 

Eğitim, insanın iyi ve faydalı alışkanlıklar edinmesi için gerekir. Özellikle genç yaşlarda edinilen iyi alışkanlıklar köklüdür, kolay unutulmaz. O halde eksik olan bu yönümüzü görüp kendimizi eğitmeye, iyi alışkanlıklar edinmeye çalışmalıyız.

 

Eğitim, yalnızca okullarda mı olur? İçinde yaşadığımız şehirlerin, sokakların, evlerin eğitimimizde hiç mi katkıları yoktur?

 

Hiç şüphesiz göze hoş görünen, iyi düzenlenmiş, sağlıklı ve ülke kültürünü yansıtan mekânların sağladığı görgü ve eğitim, öğretmen-öğrenci eğitiminden çok daha etkili ve kalıcıdır.
Geçmişi bilmek, ona saygı duymak ve onu muhafaza etmek, aynı zamanda geleceğe de sahip olmak demektir.

 

Tarih göstermiştir ki, kendi kültürünü yok eden toplumlar, aynı zamanda kendilerini de yok etmişlerdir.