
Asyanın Tatlı Suları...

ASYA’NIN TATLI SULARI
Turing, 420, İstanbul, Mayıs 2025, s. 32-43.
On dokuzuncu yüzyıl seyyahlarından bazıları, eserlerinde İstanbul’un “Tatlı Suları”ndan bahsederler. Bu tabir nereden gelir, ilk olarak kim kullanmıştır, bilinmez. Ancak, uzak geçmişte Göksu Vadisi’ne Potamonion (Tatlı Su) denildiği söylenir. Göksu Deresi’nin o dönemki adı ise Aratas’tır (Aretai). Geçen zaman içinde çoğu yazar, biri şehrin Rumeli Yakası’nda (Kağıthane Deresi), diğer ikisi şehrin Anadolu Yakası’nda yer alan (Tokat Deresi ve Göksu) üç dereden ve bir dönem bu derelerin oluşturduğu vadilerdeki eğlence dünyasından bahsederler.
İstanbul Boğazı’nın Anadolu Yakası’nda, Göksu Vadisi’nin başlangıcını oluşturan Ümraniye ve Dudullu çevresinin Alt Paleolitik’ten itibaren açık hava konak yerleri olarak seçildiğini gösteren on üç buluntu yeri bulunmaktadır. Göksu Deresi’nin yukarı kollarının su toplama alanlarındaki bu buluntu yerlerinde Abbeville, Acheul tipinde el baltaları, Levallois tekniğinde yongalar üzerinde kazıyıcılar ve çakmak taşı veya kuvarsit çekirdeklerden oluşan alet toplulukları bulunmuştur. Günümüzde yoğun iskân altında kalan bölgede bu buluntu yerlerine ait araştırma yapmak mümkün değildir. Anlaşılan odur ki Göksu Vadisi binlerce yıldır iskân edilmektedir.
İstanbul hakkındaki en eski yazılı bilgi kaynağı olan Dionysios Byzantios’un, MS II. yüzyılda kaleme aldığı “Boğaziçi’nde Bir Gezinti” isimli kitabında Göksu Deresi’nden bahsedilmez. 1544-1547 yılları arasında İstanbul’da ikamet eden Petrus Gyllius, Dionysios Byzantios’un kitabını rehber alarak yazdığı eserinde; “Türklerin Göksu, yani ‘yeşil su’ dediği Aretai Deresi doğudan batıya doğru ilerleyerek Neokastron (Anadoluhisarı) yakınında denize dökülür. Derenin ağzından geriye doğru sekiz stadion’dan (yaklaşık 1.600 metre) biraz fazla bir alan boyunca yazın ortasında da kayıkla dolaşılabilir.” demektedir (Stadion Antik dönemde 185,4 metre uzunluğunda bir ölçüdür. Ancak, zaman zaman 30 metre aşağı ve yukarı ölçülere de stadion denildiği bilinmektedir).
“Dere ağzından, sağ yan boyunca ilerleyenler, Sultan’ın sık meyve ağaçlarıyla gölgelenen çok güzel ve çok büyük bahçesini görürler; solda ise Neokastron vardır. Asya’da Boğaz’ın su geçidini daraltır, tıpkı Avrupa’da, aynı su geçidini zorlanıp sıkıştıran ve daha önce adının Laimokopie (Rumelihisarı) olduğunu söylediğim kale gibi. Göksu, Üsküdar ile Karadeniz arasında denize dökülen derelerin en büyüğüdür. Dere, yılın her mevsiminde değirmen taşını döndürebilir ve üç değirmeni çalıştırır.”
Petrus Gyllius’un bahsettiği Sultan Bahçesi en eski Mevacib (maaş) Defterleri’nde adı geçen Bağçe-i Göksu’dur. Ancak burada araştırılması gereken bir ayrıntı mevcuttur. H. 1036 / 1626-1627 tarihli Mevacib Defteri’nde adı geçen Göksu’daki “Bağçe-i Sultan Bayezıd” ile Göksu Bahçesi’nin ayrı yerler olduğu söylenmektedir. Sultan IV. Murad’ın (1623-1640) çok hoşuna giden buradaki çayırın sık servi ağaçlarıyla kaplı olduğu ve güzel bir bahçe olarak düzenlendiği ileri sürülmektedir. Daha sonra Sultan I. Mahmud döneminde (1730-1754) bu bahçenin güney ucuna, deniz kıyısına Sadrazam Divittar Emin Mehmed Paşa tarafından padişah için bir saray yaptırılacaktır.
XVII. yüzyıl ortalarında bölge hakkında bilgi veren Evliya Çelebi, Göksu Mesiresi için; “Hayat suyu bir nehirdir. Alem dağlarından akar. İki tarafı uzun ağaçlarla süslenmiş bağlardır. Halıcızâde bahçeleridir, un değirmenleridir. Bu nehir üzerinde ağaç bir köprü var. Bütün âşıklar kayıklar ile bu nehirden gezinti köylerine ve yeşilliklere varıp her güzel ağacın gölgesinde taraf taraf zevk ü sefa ederler bir seyre değer Göksu’dur. Bu yerde bir çeşit kırmızı toprak olur. Bundan çömlek ustaları çeşit çeşit çanak çömlek ve testiler yaparlar.” demektedir. Evliya Çelebi bölgede bir has bahçe olduğundan söz etmez; anlaşılan bahsi geçen has bahçe Göksu çevresinde değil, çayırın güney ucunda yer almaktadır. Ancak daha sonra bahsetmeye çalışacağımız bir temel kalıntısının yer aldığı alanın vakıflar idaresi mülkiyetinde olması, Göksu kıyısında da bir has bahçe olduğu kanısını doğurmaktadır.
Evliya Çelebi’den kısa bir süre sonra bölgeyi gezen Eremya Çelebi; “Denizi arkamızda bırakarak, Kağıthane’nin bir benzeri olan dereden içeriye doğru gidelim. İki tarafımız, daima yeşil kalan sık servilerle süslü güzel yerlerdir. Bu derenin adı Göksu’dur. Sultan Murad, ‘Gümüş servi’ olarak adlandırdığı bu yeri tanzim etmiş ve dümdüz hâle getirmiştir. Bu yerlerin arka tarafında çok nefis gül bahçeleri ve güzel konaklar vardır. Yerli halkın ve şehrin ihtiyacı için su ile çalışan değirmenler mevcuttur.” sözleriyle Göksu ve çevresini anlatır.
Yüzyılı aşkın bir süre sonra bu kez Hovhannesyan; “Anadoluhisarı’ndan sonra Büyük Göksu gelir. Kağıthane suyuna benzeyen bu dere, ondan ufaksa da Küçük Göksu’dan büyüktür. Göksu civarında kaynaklar ve verimli bahçeler vardır. Burada, şehirde ün salmış, uzun ve nefis bir patlıcan türü yetişir. Burada, görmeye değer çok güzel bir düzlük ve derenin kenarında, zenginlere ve fakirlere mahsus, büyük çapta küpler yapılan çömlekçi imalathaneleri yer alır. Burada padişah sarayına mahsus un öğüten üç değirmen bulunur.
Sahilde, Büyük Göksu’nun yanında Küçük Göksu adı verilen güzel ve uzun bir düzlük vardır. Her iki yer de meskûn değildir. Eskiden bu iki suyun arasında bulunan padişah bahçesi, Sultan I. Mahmud devrinde bozulunca, yerine sadrazam Divittar Emin Mehmed Paşa tarafından H. 1163 / 1749-1750 senesinde gösterişli bir saray yaptırılmıştır.” demektedir.
Çoğunlukla Göksu Mesiresi’nin XIX. yüzyılda meşhur olduğu ve rağbet gördüğü söylenir. Ancak Evliya Çelebi’nin “Bütün âşıklar kayıklar ile bu nehirden gezinti…” sözlerini dikkate alırsak, Göksu’nun XVII. yüzyıl ortalarında da ünlü bir mesire yeri olduğunu kabul etmek gerekir. Ünlü Şair Nedim (1681-1730) çok sayıdaki gazelinde Göksu’dan bahsettiğine göre, XVIII. yüzyıl başlarında da Göksu Mesiresi önemini korumaktadır.
“Ey şûh Nedîmâ ile bir seyrin işitdik,
Tenhâca varub Göksu’ya işret var içinde.”
Her ne kadar geçmişi eskilere dayansa da Göksu’nun giderek rağbet kazanmasının en önemli nedeni, 28 Eylül 1730 günü başlayan Patrona Halil İsyanı sonrası Kağıthane Mesiresi’nin büyük oranda tahrip edilmesidir. Küçüksu bölgesini Sultan I. Mahmud’un çok sevdiğinden, sık sık bu bölgeye gittiğinden ve bu ziyaretler sonrasında burada bir saray yaptırdığından daha önce bahsetmiştik. Bölgedeki kayık gezintilerinin hemen hepsi Göksu Deresi’nde yapılmaktadır. Bir dönem Küçük Göksu, günümüzde Küçüksu adıyla anılan paralel derede kayık gezintisine dair bir görüntü bulunmamaktadır.
Sultan IV. Murad’ın düzenlediği söylenen alan muhtemelen bir dönem “Dört Kardeşler” adıyla anılan çınar ve sakız ağaçlarının yoğun olduğu alandır. Derenin kayıkla gidilen son noktası olan “Dört Kardeşler Mesiresi” adının, aynı kökten çıkan üç çınar ağacına atfen verildiği söylenmektedir. Muhtemelen ilk hâlinde dört olan çınarların biri zaman içinde yok olmuş olmalıdır.
2008 yılında “Konstantiniyye’den İstanbul’a” isimli kitabımın yazımı sırasında acaba “Dört Kardeşler Mesiresi ne alemde?” diyerek bir uğradım: Ben hep çocukluğumun mesiresini hatırlardım. Dört Kardeşler Mesiresi’ne baraka benzeri sözde bir gazino inşa edilmiş. Zaman zaman su basıyor olmalı ki, bir aklıevvel tüm araziyi dereden yükseltmek için toprak doldurmuş, bunun sonucu yüz yıllardır bu alanı süsleyen çınarlar ve sakız ağaçları kurumuş. Yüz yılların ağaçlıklı alanı artık harman yeri gibi dümdüz, yeni sahiplerine hayırlı olsun!
Geçmişte Göksu denince akla önce “Zevku sefa ve eğlence” gelirdi. Özellikle cuma ve pazar günleri Göksu çevresi büyük bir panayır yerine dönüşür, Lavtacı Hristo’nun çok sevilen kürdilihicazkâr makamındaki aksak şarkısının da dile getirdiği gibi burası eğlencenin yanı sıra sevgililerin göz göze geldiği, uzaktan da olsa bakıştığı ve birbirini görmekten mutlu olduğu bir yerdi.
“Gidelim Göksu’ya bir âlem-i âb edelim
Ol kadehkâr güzeli yâr olarak peyleyelim
Bize bu talihimiz olmadı yâr neyleyelim
Ol kadehkâr güzeli yâr olarak peyleyelim.”
Leylâ Saz Hanım anılarında Göksu’yu şu sözlerle anlatır: “Göksu Deresi gezintisi 20 yıl kadar önce (1900) pek mübahtı. Boğaziçi’nde oturanlar üç çifte, iki çifte, piyade ve hususi kayıklarıyla gelirlerdi. Devlet büyüklerinin eşlerinin üç çifte kayığa binmeleri uygun görülürdü. Küpeştenin iki tarafından denize sarkıtılmış, köşelerine balık, çapa, ya da püskül iliştirilmiş, sırma saçaklı renk renk ihramlı kayıklarla ince yaşmaklı, süslü feraceli şık hanımlar, süslü şemsileriyle üstlerine kelebek konmuş çiçeklere benzerlerdi.”
Leylâ Saz Hanım’ın bu anlatısı XX. yüzyıl başlarındaki tespitidir. Buna karşın XIX. yüzyılın ilk yarısında bölgeyi gezen Julia Pardoe ve Robert Walsh kayık gezintilerinden bahsetmezler. Her ikisi de Küçüksu Çayırı ve Mihrişah Valide Sultan Çeşmesi etrafındaki eğlencelerden söz ederler. Anlaşılan İstanbul’un eğlence hayatında önemli bir yer edinen, Göksu’daki kayık sefaları henüz başlamamıştır.
Gün boyu süren bu eğlencelerin bir de akşam sefası vardır. Derenin kuzey sahiline konumlanmış baraka tarzı lokantalar akşam olunca dere boyunca içlere doğru giden kayıklara servis yaparlar. Hele bir de ay ortalığı aydınlatıyorsa değme kayıktakilerin keyfine.
“Sulu yoğurdun var mı? Parolasını verdin mi, kapalı şişede Umurca, Mihyadi hazır; tiryakilerden ve ağzının tadını bilenlerden sen; Kayıkla geldik, kayıkla gideceğiz! Lafını yapıştırdın mı? Kayık düzünün ekstrası…”
1882-1886 yılları arasında İstanbul’da Fransa Büyükelçisi olarak bulunan Marki Emmanuel-Henri Noailles’in eşi Adrienne de Noailles, “Anadolu’nun Tatlı Sularında Bir Geceyi Hatırlıyorum” isimli şiirinde Göksu macerasını hüzünle anlatır:
“Çerezle dolu bir kayık geçti.
Ey havada dağılan hoş kokular,
Satıcılar bize kiraz ezmesi ile
Ağaçkavunu şekerlemeleri uzatıyorlardı.
Bir ihtiyar kadın otların üzerinde bir damın
Altında patlıcan kızartıyordu.
Gökyüzü, akşam olurken hayal edilenden de güzeldi.
Kendime acıyorum.”
XIX. yüzyılın ortalarında, İstanbul’un işgalinin sona erdiği günlere kadar özellikle yaz aylarında yapılan Göksu sefalarının büyüklüğü göz kamaştırıcıdır. Oldukça küçük bir deredeki kayık yoğunluğu hayret verici olmaktadır. İçinde iki hanımın yer aldığı üç çifte kürekli, ince, uzun piyadenin nasıl olup ta bu dar alanda dönebildiğini hâlâ anlamış değilim. Muhtemelen dönme imkânı olmadığı için siya ederek, geri geri denize dönmektedir.
Deredeki bu âleme katılamayan yöre sakini hanımlar ise kıyıdaki setlerin üzerinde gezinti yapanları izlemektedirler; “Derenin her iki tarafında Türk sosyetesinin daha mütevazi tabakası piknik yapıyordu. Beyaz baş örtülü, bol beyaz pamuklu elbiselerinin üstüne renkli yeldirmelerini giymiş hanımlarla her yaştan çocuklar, bu nefis şark tablosuna renk katıyordu. Susamlı simitler, kuru otlardan yaktıkları ateşler üzerinde ısıttıkları kazanlardan aldıkları patlamış mısır ya da ince mısır unundan yapılıp üstüne gül suyu dökülen ve kalp şeklindeki kaşıklarla yenen muhallebiyle kendilerini ziyafet çekenleri seyretmek bir âlemdi.”
İstanbul’un Anadolu Yakası’nın su ihtiyacı giderek artar ve yeni su tesisatı yapımı aciliyet kazanır. Bölgenin su ihtiyacını temin etmek için “Üsküdar-Kadıköy Su Şirketi” adıyla kurulan bir Fransız şirketine altmış beş yıl süreli imtiyaz verilir. Şirket 1891-1893 yılları arasında İsviçreli mühendis Henri Gruner’e, Göksu Deresi üzerinde sahilden üç kilometre içeride Elmalı Bendi’ni inşa ettirir. Hemen ardından yapılan isâle hatlarıyla şehrin Anadolu Yakası yeterli miktarda suya kavuşur. Ancak bendin yapımı dere suyunun akış düzenini bozar, bir süre sonra yer yer biriken kumlar deredeki gezinti düzenini etkilemeye başlar. 1916 yılında meydana gelen bir taşkında bent kısmen yıkılır ve derenin bir bölümü taşkının getirdiği molozlarla dolar. Her ne kadar bent 1926 yılında onarılsa da artık Göksu sefaları büyük oranda son bulmuştur.
1933 yılında yapılan “İp ve Halat Fabrikası” bir anlamda Göksu’nun sonu olur. Yahya Kemal Beyatlı bu tahribata karşı çıkar, ama heyhat değişen bir şey yoktur, dinleyen kimdir?
“Göksu’daki ip fabrikası her yerde teessüs edebilirdi. Burada ipleri bilmem kaç metre uzunluğunda germek mecburiyetinde olduğumuz için mi Türk milletinin tarihinde ve Avrupa’da yerleşmiş bir sahifeyi yırtıp atmak bir ip fabrikası için şaşılacak şeydir.”
Göksu sefaları yalnızca dere boyunca yapılmazdı. Yöre sakinleri ve civardan gelenler, özellikle de hanımlar derenin yanındaki setler üzerine oturdukları gibi, serin Boğaz rüzgârlarından faydalanmak için Küçük Çayır ve Mihrişah Valide Sultan Çeşmesi etrafında da kümeleşirlerdi.
Göksu Mesiresi’nin çok bilinmeyen iki özelliği daha vardır. Bunların birincisi günümüzde Beykoz Ahmet Mithat Efendi Kültür Merkezi’nin hemen yanında, ağaçlardan görünmez hâle gelmiş bir temel kalıntısı bulunmaktadır. Sedad Hakkı Eldem 1930’lu yıllarda yapıldığını tahmin ettiğimiz bir haritada bu yapı kalıntısını işaret eder. Sultan Abdülmecid döneminde (1839-1861) planlandığını düşündüğümüz bu yapı büyük bir sofanın ortasında yer almaktadır. Temel kotu seviyesinde inşa edilen yapıya daha sonra devam edilmediği anlaşılmaktadır. Muhtemelen derenin içlerine doğru yapılması düşünülen bu yapının yeri sultanın hoşuna gitmemiş olacak ki, inşaattan vazgeçilmiş ve yerine bugün varlığını sürdüren Küçüksu Kasrı yapılmıştır. 1836-1837 tarihli “Moltke Haritası”nda Divittar Emin Mehmed Paşa tarafından yaptırılan ahşap sarayın varlığını muhafaza ettiği görülmektedir. Aynı haritada derenin kuzeyinde bir teras olduğu görülmektedir, eğer teras olarak belirtilen bu alan varlığını sürdüren temel kalıntılarını işaret ediyorsa, söz konusu kasrın yapımına Sultan Abdülmecid döneminde değil, Sultan II. Mahmud döneminde (1808-1839) karar verilmiş olması gerekir. 1845 tarihli “Mühendishane-i Hümâyûn Haritası”nda da benzer görüntüler mevcuttur. Ancak bu kez temel kalıntısı namazgâh olarak belirtilmiştir.
Günümüzde çoktan unutulmuş olsa da Göksu’nun çok enteresan bir hikâyesi de vardır;
“Fransız Katolik Kilisesi’nin Meryem Ana’nın Lourdes mağarasında 1872 ve 1873 yıllarında sözde görünmesinden dolayı elde ettiği başarılar, İstanbul’da da benzer bir hokkabazlığın sahneye konmasına neden oldu. Boğaz kıyısında, yazın çok rağbet gören sayfiye yeri olan Göksu’da Kutsal Bakire’nin bir resmi toprağa gömüldü ve tam 20 Eylül 1873’de (yani eski takvime göre, Ortodoks kilisenin Meryem Ana’nın doğum gününü kutladığı 8 Eylül’de) resim bulunuverdi. O zamandan beri dindar Rumlar her yılın 20 Eylül gününde tören alayıyla Göksu’ya giderler; geçen yıl (muhtemelen1886) katılanların sayısı 20.000 olarak tahmin ediliyor.”
Bu kutlama kısa zaman içinde öylesi boyutlara erişir ki; Ayvazovski yaptığı yağlıboya resimde ayazmayı ziyaret edenlerin tıklım tıkış doldurdukları bir tekne ile sahile çıkanların doluştuğu sandalları günümüze taşır.


















