Şehirlerimiz ve Yapı Kültürümüz Üzerine...
AnasayfaMedyaKöşe Yazıları

Şehirlerimiz ve Yapı Kültürümüz Üzerine...

KAYDIRIN

< Geri dönün

ŞEHİRLERİMİZ VE YAPI KÜLTÜRÜMÜZ ÜZERİNE 

Milliyet Gazetesi, 31 Aralık 2020, s. 4. / 1 Ocak 2021, s. 5. / 2 Ocak 2021, s. 4. / 3 Ocak 2021, s. 5. 

DOĞRU DÜRÜST PLAN ANLAYIŞI NEDEN YOK?

1957 sonrası talep “Ne olursa olsun benim yapım daha yüksek olsun” şeklinde spekülatif beklentilere dönüştü

Ülkemiz ve İstanbul zamanla gerek duyulan ama çağdaş gereksinimlere pek de cevap veremeyen imar kanununa 1957 yılında sahip olur.

Ama herkesin aklına estiği gibi yapı yaptığı bir ülkede, doğru dürüst yapı yapmayı kim istiyor ki, mimarlar bu talebe cevap verebilsinler.

Çağdaş yapı yapmak isteyenler, 1957 sonrası kanunun gücüyle istediklerini yapma şansına kavuşanlar karşısında yenik düşerler...

1943 yılında, Güzel Sanatlar Akademisi’nde, Şehircilik Dersi’ne giren Prof. Oeslner öğrencilere bir dizi soru yöneltir.

  • Bana söyler misiniz, Türk halkı ne yapmalıdır?
  • Dua etmelidir!
  • Türk halkı ne için dua etmelidir?
  • Belediyenin kasalarındaki imar planlarını tatbik edecek yöneticiler çıkmasın diye dua etmelidir! Eğer bu imar planları tatbik edilirse, bu ülke birkaç asır belini doğrultamayacaktır.

2 bin yıllık yol ağı

Prof. Oelsner haklıydı ama dua etmek bizi kurtaramadı, sanırım yeteri kadar dua edemedik, çünkü büyük bir kısmımız inşaat yapmaktan dua etmeye vakit bulamadı. Çok az sayıdaki yerleşim dışında tüm Anadolu şehirleri gibi, kuruluşundan itibaren İstanbul da “Doğulu Şehir” bünyesinde oluşur ve gelişir. İstanbul’un Roma’nın yeni başkenti olarak 330’lu yıllarda yeniden oluşumu sırasında Million Taşı’ndan başlayan ana cadde (Mese), önce günümüz Bayezid Meydanı’nda (Forum Tauri) ikiye ayrılmakta, bir yol doğrudan doğruya Edirnekapı’ya ulaşırken, diğeri Aksaray’da bir kırılma yaparak Marmara’ya paralel olarak Cerrahpaşa’ya uzanmaktadır. Koca Mustafa Paşa’da ikinci kez ikiye ayrılan Mese’nin bir kolu Belgradkapı’ya, diğeri Yedikule, Altın Kapı’ya ulaşmaktadır. Yüz yıllar boyunca bazı kısa mesafeli sokaklar hariç nerede ise şehirde düz olarak ilerleyen yol yok gibidir. İki bin yıla yakın bir süre sonra hâlâ eski yol ağı, 1950’lerde ortaya çıkan yıkımlara rağmen şehir planında rahatlıkla okunmaktadır; Ayasofya / Aksaray (Divanyolu, Yeniçeriler ve Ordu Caddesi), Beyazid / Edirnekapı (Vezneciler Fevzi Paşa Caddesi) ve biraz dejenere olsa da Aksaray / Koca Mustafa Paşa (Cerrahpaşa Caddesi).

Byzantion, Konstantinopolis ve İstanbul bin yıllar boyu “Doğulu Şehir” bünyesinde oluşmuştur. Yukarıda belirttiğimiz ana akslardan uzaklaşan tali yollar ve onların devamını oluşturan çıkmaz sokaklar... Doğulu bünyeyi değiştiren veya onu değişikliğe zorlayan en önemli unsurlar; yangın ve zelzele gibi tabii afetler ile XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yapılmaya başlanan planlama çalışmalarıdır. İstanbul bin yıllar boyu tabii afetlerle karşılaşır. Yanar, yıkılır ve kısa süre sonra hemen hemen aynı dokuda yeniden inşa edilir. Ancak özellikle XIX. yüzyılın ikinci yarısında giderek küçülen imparatorluğun kaybedilen topraklarından gelen nüfus hızla şehre yerleşmeye başlayınca planlama çalışmalarına başlanılması da kaçınılmaz olur. Örneğin 1880 tarihli Stolpe Haritası ile 1960 tarihli Agostini Haritası karşılaştırıldığında Atikali Mahallesi ile Altımermer Mahallesi’nin aradan geçen seksen yılda doğulu şehir bünyesinden, yapılan planlama sonucu yolların birbirini dik açıyla kestiği yeni bir düzene geçtiği açıklıkla görülmektedir.

Mülkiyet problemleri

Bu planlama çalışmasının ana nedeni, şehrin yerleşim dokusunun bilinçli bir çalışmayla yenilenmesi değil, yangın sonucu boşalan alanların yeniden yapılanmaya açılması sırasında çoğunlukla da mülkiyet problemlerinin getirdiği anlaşmazlıkları merkezi otorite eliyle halletmek için yapılan bir düzenleme olmasıdır. Suriçi’ne nazaran Galata yerleşmesi erken tarihlerden itibaren birbirini dik kesen sokaklardan oluşan ve çıkmaz sokakların en az göründüğü bir düzenleme arz eder. H. 1261 / 1845 tarihli Mühendishane - i Hümayun Haritası’nda bu yerleşim düzenini açıklıkla görmek mümkündür. XIX. yüzyılda şehir dokusundaki radikal değişiklikleri inceleyen Zeynep Çelik, “...Henüz gelişme aşamasında olan Galata yakasına nazaran, yangınların daha sık ve nüfusun daha kalabalık olduğu İstanbul yakasında düzenleme çalışmaları kent dokusunda daha radikal değişikliklere neden oldu...” demektedir.

1957 dönüm noktası

Ülkemiz ve İstanbul, zaman içinde oluşturduğu problemler nedeniyle pek de çağdaş gereksinimlere cevap verecek bir nitelik taşımayan “İmar Kanunu”na ancak 1957 yılı başlarında sahip olur. O güne kadar geçmişi 24 Teşrinievvel 1298 / 5 Ocak 1883 tarihli “Ebniye Kanunu”nun bazı maddeleri esas olmak üzere 10.6.1933 tarihinde kabul edilen 2290 sayılı “Belediye Yapı ve Yollar Kanunu” ve bu kanunlarda bir dizi değişiklik yapan kanunlarla şehirlerimize çekidüzen vermeye çalışırız. Her ne kadar 1930 tarih ve 1580 sayılı Belediye Kanunu ile bütün belediyelere imar planı yapma zorunluluğu getirilmiş ise de bu planlara göre oluşmuş veya bu planlar çerçevesinde gelişmiş ve günümüze ulaşan bir yerleşmemiz yoktur.

Kanunu eğip bükme

Mustafa Kemal Atatürk’ün direktifleriyle 1928 yılında çıkarılan 1351 sayılı “Ankara İmar Müdürlüğü Kuruluş ve Görevini Tayin Eden Kanun” ile Prof. Hermann Jansen’e hazırlattırılan “Ankara İmar Planı”nın da sonucu ortadadır... Eğer ki “Niçin bizim ülkemizde çağdaş, güzel, insana değer veren yapılarımız yok” diye bir soru sorarsak önce “Niçin bizim ülkemizde doğru dürüst bir plan anlayışı yok” diye sormamız gerekir. Herkesin aklına estiği şekilde yapı yaptığı bir ülkede, doğru dürüst yapı yapmayı kim istiyor ki, mimarlar bu talebe cevap verebilsinler. Sanırım burada uzun zamandır, çeşitli platformlarda dile getirdiğim bir tespiti bir kere daha gündeme getirmem faydalı olacaktır. “1957 İmar Kanunu” öncesi (Elbette şehirlerimizde bu kadar yoğun bir yerleşme talebi yoktur) komşuluk münasebetleri, idare ile karşılıklı uyum içinde, insan gereksinimlerine cevap verecek ve gerçekten çağdaş bir yapı yapmak için çaba gösteren insanlar, 1957 sonrası kanunun gücüyle istediklerini yapma şansına kavuşanlar karşısında yenik düşerler. Artık, kanunları başarılı bir şekilde eğip, bükme şansına sahipseniz, sözde imar planlarına müdahale etme imkânına bir şekilde erişirseniz, nerede ise her dilediğinizi yapabilme yolu açılmış demektir. Bundan böyle oluşan talep, doğru proje, iyi çözülmüş mekân ilişkileri, vs. gibi teknik çözümlerden uzaklaşarak, “Ne olursa olsun benim yapım daha büyük olsun, daha yüksek olsun” gibi spekülatif beklentilere dönüşmüştür.

Problem yaratma ustaları

Diğer yandan doğru dürüst 1/1000 ölçekli Uygulama İmar Planı yapmayı ve uygulamayı beceremeyen meslek mensupları, 1/5000 ölçekli Nazım İmar Planı, 1/25000 ölçekli Bölge Planı, 1/100000 ölçekli Çevre Planı gibi daha üst ölçekli planlar yaparak veya yapılmasını gündeme getirerek, problemleri halletmek yerine, daha büyük problemler yaratmakta usta olmuşlardır. Bu arada ülkemiz insanları şiddetle yeni yapı talebinde bulunurken, aynı zamanda binlerce yılın birikimi “korunması gerekli taşınmaz kültür varlığı”na sahip olduğunun farkına da varmıştır. 1/1000 ölçekli Uygulama İmar Planları ile yapılması gereken kültür varlıklarını koruma işleminin, uygulama şansı olmayan veya şehir zaten teşekkül ettiği için uygulanamayacak olan imar planları ile yapılamadığını görerek bir başka oyuncak icat edilmiş ve “Koruma Amaçlı İmar Planı” adıyla tüm dünyada örneği olmayan bir başka (Hiçbir şekilde uygulanma şansı olmayan) planı gündeme taşımıştır. Görüldüğü gibi 1930 yılından bu yana yaklaşık 90 yıldır, şehirlerimizin imar planlarının yapılması ve şehir gelişiminin bu planlara göre yapılması zorunludur. Bu zorunluluğun ortaya çıktığı 1930 yılından 13 yıl sonra Prof. Oelsner, “Allah Türkiye’yi korusun” demekle acaba neyi anlatmaya çalışmaktadır? Geçen 13 yıl içinde neler olur, nasıl bir planlama anlayışı gündeme gelir ki, işimiz daha o tarihlerde Allah’a kalır?

Karmaşık mevzuat

1945’te nüfusumuzun % 18.3’ü şehir ve kasabalarda yaşarken, 2019’da bu oran % 92.8’e çıkar. Pek çok aksaklığı bulunan 9 Temmuz 1956 tarih ve 6785 sayılı “İmar Kanunu” değiştirilerek yerine 3 Mart 1985 tarih ve 3194 sayılı “İmar Kanunu” yürürlüğe konur. 6785 sayılı Kanun’un

60. Maddesi’ne bir göz atmak faydalı olacaktır; “2290, 2555, 4585, 5220, ve 5431 sayılı kanunlarla 1299 yılında neşrolunan Ebniye Kanunu’nun mer’iyetteki maddeleri ve bunu tadil eden 642 sayılı kanun, 1580 sayılı Belediye Kanunu’nun 15 inci maddesinin 30 uncu fıkrası ve 114. maddesinin son fıkrası, 1351 sayılı kanunun 7’nci maddesinin, 1504 sayılı kanunun 1’inci maddesinin ve diğer kanunların bu kanuna aykırı hükümleri mer’iyetten kaldırılmıştır.” Kanun yapıcı karmaşık mevzuatı kendisi bile takip edemediği için bazı kanun maddelerini saymaktan öte ne olur ne olmaz diye diğer kanunların bu kanuna aykırı maddelerini yürürlükten kaldırdığını ifade etmektedir.

Nerede hata yaptık?

İmar ve iskânla ilgili çok sayıda yasamız, yönetmeliğimiz, yönergemiz, imar planımız var ama...

Artık klasik anlamda, iskâna açılmamış alanlar için kabul edilen koşullarla yapılan imar planlarıyla problemlerimizi çözemeyeceğimizi görmeliyiz. Beldelere hizmet amacından kişilere hizmet vermeye dönüşen belediyelerin imar komisyonlarındaki bozulmaya acilen “Dur” denilmesi gerekir.

Günümüzden yaklaşık dört yüz yıl önce Descartes “... Yasaların çok sayıda oluşu, çoğu zaman ahlâk bozukluklarına özür teşkil eder; oysa sayıca pek az ama sıkı sıkıya uygulanan yasalara sahip bir devletin yapısı daha düzenlidir...” demektedir. Bugün de imar ve iskânla ilgili çok sayıda yasamız, yönetmeliğimiz, yönergemiz, imar planımız, plan notlarımız vs. var. Ama sonuç, görünüşleriyle gurur duyacağımız nerede ise hiçbir şehrimiz yok. Durup bakmamız gerekiyor, nerede hata yaptık ve nerede hata yapmaya devam ediyoruz?

Arka yüzünü gördüm

Artık klasik anlamda, iskâna açılmamış alanlar için önerilen ve kabul edilen koşullarla yapılan imar planlarıyla problemlerimize çözüm üretemeyeceğimizi görmemiz gerekir. Hemen her bürokratik kurum ve onay makamının arka yüzü hakkında yetersiz de olsa bir deneyimim var. Yani sahnenin arka yüzünü / kulisi de gördüm. Öncelikle şunu belirtmek isterim ki, eğer imar ile ilgili işlemler belediyelerin yetki alanı dışına çıkarılırsa, belediye meclislerine üye bulmak, hatta belediye başkan adayı bulmak imkânsız hâle gelebilir. Belediye meclislerine yönelik talebin büyük bir bölümü “İmar Komisyonu” üyeliği içindir. Bu komisyonlar giderek beldeye hizmet amacından kişiye hizmete dönüşmüştür. Aciliyetle bu bozulmaya dur demek gerekir. Artık yeni yollar aramanın, yeni yöntemler denemenin vakti gelmiştir. Yaşamaya devam ettiğimiz problemleri eski usul ve esaslarla çözemeyeceğimizi anlamamız gerekir.

Batılı olmanın koşulu

“... Batılı olmanın birinci koşulu düşünce özgürlüğüdür. Batılıların özgürlükçü tutumu topluluklarına demokrasiyi, laikliği, bilimde, sanatta ve ticarette yarışmayı (rekabeti) kazandırarak onları yanlış inançlardan ve dinsel ilkelerden uzak, bu dünyaya bağlı, her zaman en iyi ve en güzel ürünleri elde etmek davranışına götürmüştür..., Batılı davranış, birinci sırada çok çalışmayı, rekabeti ve özellikle iş yapma ve ticareti geliştirmeyi öngörür...”

Mimarlık doğası gereği bir güzel sanatlar faaliyetidir. Hiçbir güzel sanat faaliyetinin emir ve komuta zinciri içinde başarılı olması mümkün değildir. Elbette gerek iskânın gerekse yapı yapmanın kural ve kanunları olacaktır. Ancak bu kural ve kanunların her şeyi denetlemesi, her şeyi tarif etmesi mümkün değildir. Eğer her şeyi ayrıntılı şekilde tarif edip, onun dışında gelişen farklı düşünceleri reddedersek, bir süre sonra hepsi birbirine benzer, aralarında çok az fark olan ürünler elde ederiz. Bugün şehirlerimizin ve mimarimizin yaşadığı en önemli sorun budur. Hemen her şehrimiz, birkaçı hariç bütün yapılarımız birbirine benzer durumdadır. Hemen her yerde üzülerek söylerim, ne yazık ki kuruluşu 1920’lerde başlayan modern Türkiye Cumhuriyeti devletinin dünyaya sunduğu öncü ve örnek bir yapısı yoktur. Bu gerçek, insanımızın kabiliyetsizliğinin sonucu mudur? Yoksa gerçekten yaratıcı düşünceyi (Kanun ve yönetmelikleri delmek için ortaya koyduğumuz yaratıcılığı küçümsememek gerekir) biz mi köreltip, yok etmekteyiz?

Şark işi kolaycılık

Bu sorunu biz göçebeyiz, zaten bu dünya geçicidir, esas olan ahiret gibi sloganlarla görmezden gelmek, doğrusu tam Şark işi bir kolaycılıktır. Merkezi idarenin, yöneticilerin, bürokrasinin korkusu insanımızın yaratıcı tarafının ortaya çıkması mıdır? Bürokrasinin, her şeyi biz tarif edelim, her şeye biz karar verelim, sonra biz ne oluruz, bizim saltanatımız biter endişesi, insanımızın yaratıcı, rekabete açık, en iyiyi ve en güzeli elde etme isteğine karşı büyük bir set oluşturmaktadır. Niçin biz kendi insanımıza güvenmeyiz? Mimari, sadece işlevsel planlar, doğru kesitler ve güzel cephelerle gerçekleşmez. Mimari bunlardan daha başka, daha farklı bir şeydir. Ne olduğunu kesin bir biçimde anlatmak imkânsızdır, sınırları tam tanımlanmamıştır.

“... Sizce bir mimar ne kadar özgür olabilir? Fiziksel kanunlar, istatistikler, mühendislik sınırlamaları... Bazıları da benim ufak oyun alanımı daha da daraltmaya çalışıyor. Bunu kabullenemiyorum...” diyor, çağımızın önde gelen mimarlarından Frank O. Gehry (91).

Şehirleri yenilemeliyiz

Gerçek bir mimariyi içinden çıkılmaz kurallar ile yaratmak mümkün değildir. Genelde sanatçının, özelde mimarın bütün işi hiçbir şeyden, bir şey yaratmasıdır. Bu zaten çok sıkıntılı bir süreçtir, bunu bir de gereksiz yere zorlaştırmak, herkesi potansiyel rant hırsızı olarak görmek önümüzü tıkamaktadır. Eğer en kısa süre içinde şehirlerimizi ve yapılarımızı yenileyemezsek, kendi kültürümüzü de yaratamayız.

Yüzyılın başında Mimar Kemaleddin Bey veya Mimar Vedat Bey’in yaptığı yapıları hatırlarsak kendi dönemleri için çok başarılı olduklarını görürüz. Hâlbuki her iki mimar da çok basit projeler çizmektedirler. Basit bir plan, çok daha basit bir kesit ve yer yer detaylandırılmış, gerektiğinde üç boyuta dönüştürülmüş bir cephe. Çoğu yapıda gelişmiş bir plan yerine etüt edilmiş bir cephe önemli olmaktadır. Sedad Hakkı Eldem’in çoğu kez söylediği gibi; “Bir yapının içi çağ dışı kalırsa bu sadece yapıyı kullananları ilgilendirir. Bir yapının cephesi ise onun kamuya dönük yüzüdür.” Cephenin hitap ettiği insan sayısı binlere ulaşırken, yapıyı kullanan insan sayısı onlarla ifade edilebilir. Sidney’deki Opera Binası veya Bilbao’daki Gugenheim Müzesi’nin yüzlerce fotoğrafını gördük; bizi etkileyen bu yapıların dış görünüşleridir. Merak ederim acaba bu yapıları gezdiğimiz veya kullandığımız zaman bizde, daha önce onları yalnızca seyrettiğimiz zamanki etkiyi yaratabilecekler mi? Yoksa hayal kırıklığına mı uğrarız? Sanırım çoğunlukla hayal kırıklığına uğrarız, çünkü daha önce okuduğumuz bir kitabın filmini seyretmek veya filmini seyrettiğimiz bir kitabı okumak bizde çoğunlukla hayal kırıklığı yaratır.

Yapılar bizi bekliyor

Bizim hayal dünyamız, kendi kültür çevremiz içinde okuduğumuz kitabı, başka bir şekilde yorumlamıştır. Hâlbuki seyrettiğimiz film bir başkasının hayal dünyasıdır, çoğunlukla farklı kültürlerin oluşturduğu hayaller farklı algılara neden olmakta ve zaman zaman bizi tatmin etmemektedir. Bir yapı, dinlediğimiz müzik, okuduğumuz kitap veya seyrettiğimiz film gibidir. Onu seyrederiz, sonra okumaya gayret ederiz ve sonra dinleriz, bir müzik gibi... Zaten mimari için donmuş müzik denmesinin sebebi de budur. Elbette bir yapıyı dinlemek için ileri düzeyde bir kültürel çaba gerekir. Ama görmekteyiz ki bu topraklarda bin yıllar önceden başlayan böyle bir çaba vardır. Geçmişten kalan pek çok yapı kendilerini seyretmemiz, okumamız ve dinlememiz için bizi bekliyor. Bizim kuşağımız binlerce yıldır süren bu gelişime nasıl bir katkı yapıyor veya yapmaktadır?

Mimar bürokrasiyi nasıl aşacaktır

“Şiir bir umutsuzluktur.

Elbette bir umutsuzluktur.

Niçin mi?

Umutsuz olmayan adamlar şiir yazamaz.

Umutsuz olmayan adamlar resim yapamaz, mimar olamaz.

Yaratıcı olamaz.

Çünkü kâğıt bir umutsuzluktur.

Boş bir kâğıt...

Tuğlalar, briketler, çimentolar, hepsi umutsuzluktur.

Onların içinden bir umudu bulmaktır şiir.

Onu bulmak için yazıyorum ben de...”

Can Yücel

Can Yücel’in de söylediği gibi gerçek mimar umutsuzdur; umutsuz da olmalıdır. Hiçbir zaman hâkim olamadığı ve de olamayacağı bir geleceğe kalmak için uğraşan umutsuz biri... Mimari yalnızca bir yapı yapma faaliyeti midir, yoksa bir mimar felsefi kaygılar içerisinde sonuna kadar hâkim olamayacağı bir süreci mi başlatmaktadır? Mimarın başarma ve geleceğe kalma çabası gerçekte ulaşılmazı istemek, insan doğasına aykırı bir eylemi mi düşlemektir? Mimari var olduğundan beri hep gününden daha ileri yapılar yapmak, geleceğe ulaşmak için çaba gösterir. Buna karşın günlük ihtiyaçlar, beklentiler, doğanın sınırladığı olanaklar, mühendislik problemleri ve elbette toplu yaşamanın getirdiği kurallar... Bu kadar kısıtlanan bir yaratıcılık nasıl bir gelecek düşleyebilir? Elbette kendisini sınırlayan çerçeveyi zorlayacak, onun getirdiği kuralları esnetmeye çalışacaktır. Mimar çağlar boyu artan bilgi birikimiyle doğanın getirdiği sınırlamaları zorlamayı, onu aşmayı başarmıştır. Mühendislik problemleri de büyüyen bilgi birikimi, kullanılan malzeme özelliklerine bağlı olarak halledilmeye çalışılmaktadır. Ama, toplu yaşamanın getirdiği kuralları kendince yorumlamaya kalkan ve engel üstüne engel koymayı başaran, herkesin aynı şekilde düşünmesini ve yaşamasını isteyen bürokrasiyi nasıl aşacaktır? Frank O. Gehry’nin bile “Benim ufak oyun alanımı küçültmeye çalışanlara dayanamıyorum” demesi ne anlama geliyor?

Başarıyla uygulanmış bir imar planı yok

Tapuya göre maliki olduğunuz arsa, karşınıza orman alanı olarak da çıkabilir.

Büyük oranda teşekkül etmiş bir yerleşmede yapılan her türlü planlamanın uygulama şansı yoktur, çünkü daha baştan yapılan iş yanlıştır. Çağının gerisinde kalmış yapıları Cumhuriyet Dönemi’nin örnek yapıları diye korumaya çalışmanın taassuptan başka sebebi olmasa gerek.

Bugün ülkemizde ne yazık ki başarıyla uygulanmış bir imar planı yoktur. Çünkü teşekkül etmiş bölgelerde yapılan her türlü imar planı daha başlangıçtan itibaren uygulama şansı olmayan, kanun istediği için yapılan birer bürokratik yasak savmadır. Büyük oranda teşekkül etmiş bir yerleşmede yapılan her türlü planlamanın uygulama şansı yoktur. Çünkü baştan yapılan iş yanlıştır, boş kalmış birkaç parsele hak kazandırmak için yapılan işlemler, zaten yeteri kadar dolu, altyapısı ve sosyal donatı alanı bulunmayan yerleşmelerde eski yapılanlardan hak transferi yoluyla yeni yapı alanı yaratmaya dönüktür. Yeni yapılan bir imar planıyla mevcut on katlı, her katında dört daire olan bir yapı, kâğıt üzerinde dört kata indirilmekte ve arta kalan yapılanma hakkı bir başka parsele aktarılmaktadır. Hiçbir zaman gerçekleşmeyecek bir öneri, on katlı binanın, dört kata indirilmesiyle boşta kalan 24 daire sahibi ne yapacaktır? Bu dairelerin imar planıyla buharlaşması sonucu oluşan maddi kaybını kim karşılayacaktır? Bu hak transferi sonucu yeni bir yapı kurallara uygun olarak yapılmaya hak kazanırken, yeni imar planı sonrası dört kata indirilen yapı kaçak duruma düşmektedir. Her ne kadar kazanılmış haklarını muhafaza ediyorsa da, artık yıkılıp yeniden yapılma şansına veya esaslı onarım hakkına sahip değildir. Ancak basit tamirat yapılabilir, esaslı tamir yapmak isterseniz gayri kanuni yollara başvurmanız gerekecektir.

Arsa üretilmiyor

Bu konuda en önemli faktör, arsa üretiminin yapılamamasıdır. Niçin devletin Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü’nün yanı sıra orman idaresi de kadastro çalışması yapmakta ve her ikisi farklılık arz etmektedir? Çok yerde tapu kadastrosuyla orman kadastrosu farklıdır. Tapuya göre maliki olduğunuz arsa, orman alanı çıkabilir. Bu yanlışları düzeltmek için yapılan girişimlere ise bir grup aklı evvel orman alanları talan ediliyor diye karşı çıkar. Bir ülkenin aydın geçinen insanlarının problemlerin devam etmesini istemeleri anlaşılacak iş değildir.

Emir ve komuta

Burada rahmetli İdris Küçükömer’in bir teşhisini dile getirmem gerekecek; “... Türkiye’nin ‘solcuları’ olan devrimci kanat tepeden inmeci, mutlakiyetçi, otoriter bir teşkilatlanmayı savunur, aslında onlar Türkiye’de kapitalizmin gelişmesinin, sivil bir toplumun inşasının önündeki en büyük engeldirler. Bugünkü haliyle onlar, halkın karşısındadırlar; dolayısıyla ‘sol’ u değil, ‘sağ’ı temsil ederler. Buna mukabil İslamcı halk kitleleri üretim güçlerine sahiptirler, gelişmeye ve evrilmeye açıktırlar. Yönetim anlayışları ise adem-i merkeziyetçi olup, çoğulcudur.  ‘Sol’ un bu gericiliğine karşın ‘sağ’ın temsilcileri aslında ilericidir...”

İdris Küçükömer hocanın Türk aydınında var olan devlet kavramının kökeni konusunda çarpıcı bir tespiti var; “Kapıkulluğu artık genetik yapıya yerleşmiş; toplumsal alandan çıkıp biyolojik belirlenme düzeyine geçmiş.”  Kapıkulluğu bir anlamda emir ve komutaya uymayı ve onun isteği doğrultusunda şiddeti gerektirir. Hâlbuki 600 yıl önce İbn Haldun; “Bedevilikte taassup ve şiddet, hadarilikte ise itidal ve incelik bulunur” diyerek bugün ülkemizin içinde bulunduğu gerçeği dile getirmektedir.

Uygarlık faaliyeti

Mimari, uygar toplumların başarılı olabileceği bir faaliyettir. Şiddet ve taassuptan yana tavır koyan toplumlarda mimariden de söz etmek olanaksızdır. Ülkenin fakirliği nedeniyle yapılmış yüzlerce örneği olan, çağının gerisinde kalmış yapıları Cumhuriyet Dönemi’nin örnek yapıları diye korumaya çalışmanın taassuptan başka bir sebebi olmasa gerek. Benzer bir taassup ise bir kurumun onayına sunulan ve sonra inşasına başlanan bir yapıya ait tadilat projelerine gösterilen inanılması zor tepkidir. Bir ressamın yaptığı resme daha sonra müdahale ettiğini, üzerinde değişiklikler yaptığını da tespit edebiliyoruz.

Az gelişmişlik hali

Bir güzel sanatlar ürünü olan mimaride böyle bir değişikliğin anlamsız şekilde reddedilmesini, taassup ve otoritenin sarsılması algısı dışında nasıl açıklamak mümkündür? Devleti temsil eden otorite “Biz ne istersek onu yapacaksın” diyebilmektedir. Konuyu yarım yamalak bilenlerin tarifiyle yapı yapmak az gelişmişliğin göstergesidir. Bir sanatçı devletin dayanılmaz ağırlığını hissederse, yarattığından eser diye söz etmek olanaksızdır. Kişilerin bu gibi taleplerine çok sert tepki veren bürokrasi, örneğin Çevre ve Şehircilik Bakanlığı eliyle yapılan projelendirme çalışmalarında, mimarı bağlayıcı bir hüküm olarak “bitmiş yapı projesi/bir anlam da rölöve” isteyerek, bir yapının yapım aşamasında proje dışı değişiklikler olabileceğini peşinen kabul etmekte ve mimara da bunu bir mecburiyet olarak yükleyebilmektedir. Kapıkulluğunun bu büyüklüğe erişmesi bir toplum için, geleceği için korkutucudur.

İfrat ile tefrit arasındayız

Görüldüğü gibi ifrat ile tefrit arasında gidip gelmekteyiz. Yüz yıllardır toplumumuz bu sıkıntıları az veya çok yaşamaktadır. Doğu toplumları ne yazık ki kapıkulluğundan, ifratla tefrit arasında kalmaktan kendini kurtarıp, demokrasiye, özgür düşünceye, rekabete açılamamaktadır. Zaman zaman kendine duyduğu güven, sert eleştiriler, ağır suçlamalar arasında kaybolmakta, hemen en kolay yol seçilip bir kampın adamı olmakla itham edilmektedir. 2009 Şubat ayında Kadıköy Süreyya Sineması’nın sinema olarak yapıldığını, burada opera oynanamayacağını, olsa olsa küçük operalar, operet gibi oyunların sahnelenebileceğini, bu durumun ise İstanbul’a yakışmadığını söyledim. İstanbul’un çok daha prestijli yapılara lâyık olduğunu dile getirdim. O sırada bir seçim propagandasını sürdürüyordum ve bu sözlerim sözde aydın görülen kesimlerce hemen tekzip edildi, cahillikle suçlandım, Süreyya Sineması neredeyse göklere çıkarıldı, sanırsınız Scala’dan ya da Metropolitan’dan bahsediliyor. Çünkü bir kampın adamı olarak görülüyordum. Aradan altı ay geçti, beni tekzip eden köşe yazarlarından birinin 5 Eylül 2009 Pazar günkü yazısında; “... Süreyya sahnesi küçük, sahne arkası yeterli değil, onun için ancak küçük operalar, daha çok da operetler oynanabiliyor...” sözlerini okudum. Bizde bir terim vardır, doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar. Sanırım doğru insan olmanın bir özelliği de doğru söze doğru reaksiyon göstermek olmalı. Son zamanlarda büyüyen taassup gerçek mimarlar için öylesine dayanılmaz hale geldi ki tarifi zor.

Beton çağdaş bir malzemedir

12 Ağustos 2009 tarihli köşe yazısında bir yazarımız Ahlat’ı gezdiğini, mimari mirasına hayran olduğunu belirttikten sonra yöneticilere hitaben; “... Aman ne olur, Ahlat’ta beton kullanımını yasaklayın. Zaten Mardin Valisi de Mardin’de beton kullanımını yasaklamak istiyor...” demekte. Oldum olası bu “yasak” sözcüğüne mesafeli olmuşumdur. Akla ve insan doğasına aykırı yasaklar ne yaparsanız yapın yasak olmuyor. Yasaklar o kadar çok insan tarafından çiğneniyor ki yasak olmaktan çıkıyor. Beton gibi çağdaş bir malzemenin kullanımına karşı çıkan yalnızca bir gazeteci olsa, içim gam yemez. Ama sayıları yüzü aşan, mimarlık fakültesinde ders veren pek çok akademisyen, mimar, sanat tarihçisi, arkeolog da aynı düşüncede. Aman beton kullanılmasın! Neden? Beton kullanılırsa ortaya çıkan yapılar veya onarımlar çok kötü oluyor. Beton bir malzemedir, çok eski dönemlerde basit bir şekilde kullanılan, modern çağın geliştirdiği ve seri üretimi kolaylaştıran bir malzeme. Tıpkı taş, tuğla, ahşap gibi bir malzeme. Eğer siz taşı, tuğlayı, ahşabı doğru düzgün kullanmayı becerebiliyorsanız, betonu da kullanmayı becerirsiniz. Yok eğer betonu çağdaş ve örnek bir şekilde kullanamıyorsanız, taşı, tuğlayı, ahşabı da kullanmayı bilmiyorsunuz demektir. Kötü olan ve yanlış kullanılan malzeme değildir. Onu kullanan ve ona hayat veren insanımızın bilgi ve becerisidir. Peki insana sormazlar mı, bunca yıllık eğitim sonrası iş çağdaş bir malzemeyi kullanmaya gelince ortaya çıkan bu rezilliğin sorumlusu kim? Bunca fakültede eğitim görevini üstlenenler, öğrencilere ne öğretiyorlar?

Çözüm, toplumun eğitimi

Betonu kullanmayı beceremiyorsak, suç malzemede ve onu bilinçsizce kullanan insanımızda değil!

Bir dönem yalnızca geçmişin siyasi oluşumunu reddetmekle kalmamış, mimari beğeni ve becerisini de reddetmek durumunda kalmışız. Ne zaman ki eğitimin, aydınlanmanın fazilet olduğu düşüncesi yaygınlaşırsa çözüme de o zaman ulaşacağımızı unutmamamız lazım

Modern Cumhuriyet’in kuruluşu gerçekte çok az ulusun başarabileceği bir hamledir. Yüz yılı aşkın süre bir türlü beceremediğimiz atılımı modern Cumhuriyet’in kurucuları başarmış, çağdaş devrimleri yapmışlar. Ama her devrimin kendinden önceki kurumlarla ilgisini kestiğini, onları reddettiğini görürüz. Bu bir dönem için doğrudur. Geçmişin yanlışları yoksa niçin devrime gerek görülmüştür? Halka devrimi kabul ettirmek için bir dönem geçmişi reddetmek gerekebilir. Ama sonra geçmişi doğru değerlendirmek gerekir. Uzun zaman sıkıntı çekilmesine karşın çok doğru bir iş yapıldığı açıktır. İçine kapanmış bir millet, yeniden dünya sahnesinde rol almak için kendine çekidüzen vermiştir.

Geçmişi reddetmek...

Daha önce Fransız Devrimi’nde sonra Mao’nun Kültür Devrimi’nde gördüğümüz  geçmişi ret davranışı, giderek milletleri köksüz bir toplum haline getirmekte ve büyük sıkıntılara neden olmaktadır.

“... Vakıflar Umum Müdürlüğü’nün muvafakati alınmadıkça hiçbir cami, mescit ve vakfa ait ve diğer binaların ve alakadar en yüksek makamın muvafakatı munzam olmadıkça Vakıftan hariç idarelere ait eski eserlerin de hiçbir sebep ve bahane ile işgaline veya yıkımına meydan verilmemesini son defa olarak tamimen tebliğ ve talep ederim...” 10 Ağustos 1936’da Başvekil İsmet İnönü böyle bir emirname yayımlamak zorunda kalmıştır. Anlaşılan daha önce de benzer uyarılar yapılmıştır ki “son defa” ifadesini kullanmıştır. Bir dönem geçmişin bize ait olmadığı konusunda yaygın bir kanı vardı. Hatta aydınlarımız bile geçmişi reddetmekte yarışıyordu.

Yasak çözüm değil

Jason Goodwin, şimdilerde sahip çıkmaya çalıştığımız geçmişimiz için “Ufukların Efendisi Osmanlılar” isimli kitabının giriş bölümünde; “... Bu kitap, mevcut olmayan bir halk hakkındadır. ‘Osmanlı’ sözcüğü bir yer tanımlamaz. Günümüzde Osmanlıca konuşan yoktur. Sadece birkaç profesör onların şiirini anlar. 1964’de Sofya’da yapılan bir şiir sempozyumunda, bazı kişiler klasik Osmanlı şiirini tanıtmasını istediklerinde, bir Türk şair ters bir şekilde, ‘Bizim klasiğimiz yoktur’ diye yanıt vermişti...” demekte. Geçmişini reddeden bir ulusun, nasıl bir gelecek oluşturabileceği düşünülmesi gereken bir konudur. Bir dönem yalnızca geçmişin siyasi oluşumunu reddetmekle kalmamış, onun her türlü kültür ürününü ve mimarisini de reddetmek durumunda kalmışız. Şimdi betonu kullanmayı beceremiyorsak, suç malzemenin ve onu bilinçsizce kullanan insanımızın değil, insanımıza bir malzemeyi doğru dürüst kullanma becerisini kazandıramayan aydınlarımızın, bürokratlarımızın ve yöneticilerimizindir. Yasaklama çözüm değildir, çözüm toplumun eğitimi, ona bilgi ve beceri kazandırma için yapılan çalışmadadır.

Emek gerekiyor

İnsanlığın varoluşundan beri bunca yasaklama ve cezaya karşın suç işlenmektedir. Antik Çağ’dan beri bazı düşünürler suçun yasaklama ve cezalandırmayla çözülemeyeceğini, esas olanın eğitim olduğunu dile getirmektedirler. Ülkemizde hemen her şeyin yasaklama veya cezalandırmayla çözüleceği konusunda yaygın bir inanç vardır. Ne zaman ki okumanın, eğitimin, aydınlanmanın fazilet olduğu yaygınlaşırsa çözüme o zaman ulaşacağımızı unutmamamız; çağdaş bir toplum olmak için emek harcamamız gerekiyor.

Koruma kurulları 12 Eylül’den kalma

Son zamanlarda artan bir hızla belediyeler yetki alanları içindeki pek çok konuyu, sayıları ülke bütününde 30’u aşan Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’na taşımakta ve kurul onayı istemektedir. Bu taleplerin artışına bakarak, neredeyse ülkemizin tamamında, imar ve iskân faaliyetlerini denetleyen ve ona yön veren yeni bir kurumun oluştuğunu söyleyebiliriz. Yıllarca süren çalışmayla oluşan planlar, iki mimar, iki şehirci, bir arkeolog, bir sanat tarihçisi ve bir hukukçudan oluşan bu kurul tarafından onaylanmakta veya reddedilmektedir. Her incelemenin hüsnüniyetle yapıldığını kabul etsek de zaman zaman olumsuz bazı taleplerin plana katıldığı durumlar da kamuoyuna intikal etmektedir. Koruma kuruluna talebin bu oranda büyümesinin bir nedeni de imar ve iskân konusunda karar veren makamların kendilerini korumaya alma kaygısıdır.

İptali yıllar alıyor

Çünkü 21 Temmuz 1983 tarih ve 2863 sayılı “Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu”nun 17.6.1987 tarih ve 3386 sayılı kanun ile değiştirilen 61. Maddesi gereğince; “Kamu kurum ve kuruluşları ve belediyeler ile gerçek ve tüzel kişiler, Koruma Yüksek Kurulu ile Koruma Bölge Kurulu kararlarına uymak zorundadır.” Sanırım Şark kurnazlığı denen bu olmalı, hemen her idare ve onay makamı sonucu ne olursa olsun sorumluluk altına girmemek için her konuyu koruma bölge kurulu onayına sunmak istemekte, soruyla karşılaştığında ise “Ne yapayım koruma kurulu kararına uymak zorundayım” müdafaasını yapmaktadır. Koruma bölge kurulu kararlarına ancak idare mahkemesinde itiraz edilebildiği için de yapılan işlemin iptali yıllar almaktadır.

Buraya nasıl geldik?

Sayıları 30’u aşan bu kurulları ülkemize hediye eden 12 Eylül yönetimidir. Daha önceleri sit alanları ve korunması gerekli taşınmaz kültür varlıklarıyla ilgili konular 2 Temmuz 1951 tarih ve 5805 sayılı kanunla kurulan “Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu” tarafından karara bağlanmaktaydı. 21 bilim insanından oluşan bu kurul, özerk bir kuruluştu. Bazı kuruluş temsilcileri dışında üyelerini kendi seçerdi, hatta 1960 öncesi kararlarına karşı yargı yolu kapalıydı. Nereden nereye geldiğimizi anlatabilmek için rahmetli hocam Prof. Behçet Ünsal’ın bir anısını aktarmak isterim; 1950’lerin ortasına doğru merkezi hükümet, İstanbul’un imarı için radikal kararlar almaya başlar. İstanbul’da yapılmakta olan bazı uygulamalar, Yüksek Kurul’un itirazına neden olur. Hükümet ile Yüksek Kurul arasındaki anlaşmazlık büyür, devrin Cumhurbaşkanı Celal Bayar, hükümet ile Yüksek Kurul’u uzlaştırmak için Küçüksu Kasrı’nda bir davet verir ve hükümet ile kurul konuları yüz yüze tartışırlar. Hükümet ile tartışabilen bir kuruldan belediye icraatlarını yasallaştıran bir kuruma nasıl geldik, anlayabilmiş değilim.

İmar yetkisi belediyelerden alınmalı

Bunca tespit ve eleştiriden sonra bundan böyle neler yapabiliriz diye sormak gerekiyor? Öncelikle hâlen yürürlükte olan imar planlarıyla hiçbir şey yapılamayacağını, bütün bu planların Prof. Olsner’in daha 1943’te söylediği gibi imha edilmesi gerektiğini artık anlamamız gerekir. İmar ve iskân yetkisi belediyelerden alınmalı ve pek çok ülkede olduğu gibi “Kent Mimarı” denilen bağımsız ve sorumlu bir kişinin başında bulunduğu bir kuruluşa verilmelidir. Benzer bir teşebbüs, Cumhuriyet’in ilk yıllarında Ankara’nın imarı için yapılmış, 24 Mayıs 1928 tarih ve 1351 sayılı “Ankara Şehri İmar Müdüriyeti Teşkilat ve Vezaifine Dair Kanun” yürürlüğe girmiştir. 1929 ve 1930 tarihli kanunlarla da desteklenen Ankara İmar Müdürlüğü’nün bağımsızlığın getirdiği olanaklarla yaratmaya çalıştığı Ankara, bazı kişilerin menfaat ve beklentilerine cevap vermediği için 1937 tarihli kanunla Ankara Belediyesi’ne bağlanır ve sonra herkes politik baskıyla istediğini yapma özgürlüğüne kavuşur. Sonuçta Atatürk’ün yaptırdığı “Jansen Planı” bir kenara bırakılarak bugünkü Ankara oluşur.

Bağımsız ofisler

Proje onay ve denetimleri de belediyelerin yetki alanından çıkarılmalı ve bağımsız, noter benzeri bürolara veya kent mimarlığı ofislerine tevdi edilmelidir. Zaten son zamanlarda denetim bürosu furyası var. Az sayıda yapı yapanı, çok sayıda insan sözde denetlemeye çalışmaktadır. İstanbul, Ankara, İzmir ve daha birkaç büyük şehrimizin merkez alanları dışında kalan bölgelerde isteyen istediğini yapmaktadır. İşin gereği zaten de öyle olması gerekir, nüfusu milyona yaklaşan bazı alanlarda mülkiyet sorunu ve imar yasağı vardır. Ama insanlar yapı yapmaya devam etmektedir. Daha önceleri başını sokacak, tek katlı, minimum büyüklükte yapı yapmaya çalışanlar, yasağın uygulama şansı olmadığını gördükçe, üç-beş katlı, çift daireli, asansörlü gecekondular yapmaya başlamıştır. Bugün büyük şehirlerimizin çevresi bu tür yapılarla çevrilidir. Nüfusumuzun büyük bölümü doğru yapılmış yapılarda değil, her yasaklamaya karşı alelacele yapılmış yapılarda yaşamaktadır. Bu yerleşmeler otoriteden izin alınmadan veya kerhen verilmiş onaylarla teşekkül ettiğinden, altyapı gibi çağdaş bir şehir için gerekli alanlardan da yoksundur. Deprem bu insanların en büyük korkusu haline gelmiştir.

Afetlere açık yapılar

İmar ve iskân ile ilgili sorunlarımız çok büyük problemler içermektedir. Kaçak olan pek çok yapı, yapım tekniğindeki sorunlar yüzünden kısa sürede eskimiş, deprem gibi afetlere açık hale dönüşmüştür. Bugünkü kanun ve kurallarla bu olumsuzluğa çözüm bulmak imkânsızdır. Yeni yöntemleri deneme vakti gelip geçmektedir. Alelacele yaptığımız işler, çözüm üretmekten çok yeni sorunlar yaratmaktadır. İş işten geçmeden aklı ön planda tutan, hırsıza, uğursuza prim vermeyen çözümler üretmeye mecburuz...

Yenilem Proje Danışmanlık Ticaret A.Ş. © 2024. Her Hakkı Saklıdır. Site: İkipixel

TAKİP EDİN