
Nemrut Kalderası...

NEMRUT KALDERASI
Milliyet Gazetesi, 31 Mayıs 2025, s. 2.
Nemrut Gölü ve çevresi, doğal güzelliğiyle değil, ihmal ve ilgisizlikle gündeme geliyor. Koruma altındaki bir dünya mirası, ziyaretçilerine hayal kırıklığı yaşatıyor. UNESCO ve ICOMOS üyeliğiyle övündüğümüz bir ülkede, koruma adı altında gelişim engelleniyor; doğa harikaları kaderine terk ediliyor…
Bazı zamanlar havaalanlarında, bazı zamanlar da medyada Nemrut Gölü’ne ait fotoğraflarla karşılaşıyor ve “Bir gün bu muhteşem görüntüyü kendi gözlerimle de göreceğim” diyordum. İki yıl önce görmek nasip oldu ve Bitlis’ten hareketle Nemrut Kalderası’nı gezme imkânı buldum. Bitlis ili, Ahlat, Güroymak ve Tatvan ilçesi sınırları içinde kalan bu alanın Millî Park olup olmadığını araştırdım, erişebildiğim kaynaklarda böyle bir bilgi bulamadım. Nemrut Gölü’nün bulunduğu alan, Ramsar Sözleşmesi gereği sulak alan ve biyoçeşitliliğin korunması amacıyla 17 Nisan 2013 tarihinde “Uluslararası Öneme Sahip Sulak Alan” olarak koruma altına alınmış.
Doğal ve kültürel hazinelerimize ulaşmak neden bu kadar zor?
Nemrut, ülkemizde tarihi dönemlerde faaliyette bulunduğuna dair kayıtlar olan yaklaşık yirmi yanardağdan biridir. Yazılı kayıtlara göre ilki 1411 ikincisi ise 1441 yılında olmak üzere iki kez lav püskürtmüştür. Burası, uyuyan aktif yanardağ olarak sınıflandırılmaktadır. “Stratovolkan / Kompozit volkan” olarak tanımlanan Nemrut, sertleşmiş lav, tüf ve kül tabakasını içeren yüksek, koni biçimli bir volkandır.
Nemrut’un oluşumunun, yüz bin yıl önce büyük bir patlama sonucu gerçekleştiği düşünülmektedir. Patlama öncesinde yaklaşık 4.100 metre civarında olan yüksekliği, bu patlama sonrasında en yüksek noktası, Sivritepe (2.935 metre) olmak üzere dört tepeye ayrılmıştır. Holosen Dönemi’nde (günümüzden 11.000 yıl önce) meydana gelen çökmelerle bugünkü görünümüne kavuşmuştur.
Nemrut’ta hayal kırıklığı: Göl kıyısına bile ulaşılamıyor!
Nemrut Kalderası’nda, beş göl (ikisi devamlı, üçü ise mevsimsel), çok sayıda lav çıkış ağzı, lav hunisi, sıçratma konisi, sıcak su kaynakları ve altı adet mağara bulunmaktadır. Göllerin en büyüğü olan “Nemrut Gölü”, hilal şeklinde on beş kilometre kare büyüklüğündedir. Ortalama derinliği yüz metre olan gölün en derin noktası yüz elli beş metredir. Suyu soğuk ve tatlıdır; berrak, renksiz, kokusuz ve içme suyu niteliğindedir. Plankton bakımından oldukça zengin olan göle, 1986 yılında bırakılan “Aynalı sazan balıkları” kısa sürede çoğalmış ve balıkçılık yapılabilecek seviyeye ulaşmıştır.
“Ilı Göl” adıyla tanınan göl ise, yaklaşık 60 derece su sıcaklığına sahiptir. Bu göl, yöre halkı tarafından aynı zamanda kaplıca olarak da kullanılmakta; romatizma ve bazı deri hastalıklarına iyi geldiğine inanılmaktadır. Ancak bölgede konaklama tesisi bulunmadığından yaz aylarında çevresinde kurulan derme çatma barakalar ve çadırlarda geceleme imkânı sağlanmaktadır.
Korunan miras mı, terk edilmiş alan mı?
Nemrut Gölü’ne, Tatvan-Ahlat arasından ulaşılmaktadır. Tatvan’dan 46 kilometre uzaklıkta olup yaklaşık bir saatte ulaşılmaktadır. Yolun bir bölümü asfalt olup, kalderanın başlangıcından itibaren parke taşı döşenmiş. Kış aylarında don nedeniyle hemen her yıl yer yer deforme olan ve bakım gerektiren bir yolun, neden tümüyle daha az bakım isteyen ve maliyeti çok daha düşük olan asfalt kaplanmadığını anlamak gerçekten güçtür. Bazı kişilerin“Asfalt olursa doğa bozulur!” diye cevap vereceğini biliyorum. 15 Mart 2025 tarihli yazımda da belirttiğim gibi, yüz elli yıla yakın bir dönem önce Sivas Valisi olan Halil Rıfat Paşa’nın “Gidemediğin yer senin değildir.” sözünü unutmuş gibi görünüyoruz. Ülkemizde, bazı kişilerin anlam veremediğim fikirleri nedeniyle yaşanan kaynak israfını sanırım en iyi bu yol anlayışı göstermektedir. Bırakın yapım maliyetini, böylesi bir yol her yıl sel ve don tahribatı nedeniyle bakım istemekte ve kaynak ziyanına neden olunmaktadır. Bu konunun bir an önce çözüme kavuşturulması gerektiğini düşünüyorum.
Büyük bir heyecanla gittiğim Nemrut Gölü ve çevresi, benimle birlikte bu geziye katılan dostlarım için de büyük bir hayal kırıklığına neden oldu. Her iki gölün kıyısına ulaşmak için büyük bir çaba sarf etmek gerekiyor. Ilı Göl’e ulaşmamız mümkün olmadı; belli bir yaş grubunun üstündeki insanlar, “Düşer, bir yerimizi kırarız” diyerek uzaktan seyretmekle yetindik. Nemrut Gölü’nde de benzer bir olumsuzlukla karşılaştık. Gölün kıyısına ulaşmak neredeyse mümkün değildi. Çevrede bulunanlar, ağaçlar arasından kıyıya doğru uzanan bir patikadan göle ulaşabileceğimizi söylediler. Yürümeye başladık ama, “Keşke bu yola girmez olsaydık, keşke bu rezilliği görmeseydik!” diye düşündük. Her ağacın dibi insan pisliğiyle doluydu. Neredeyse mayınlı tarlada dolaşır gibi, bunlara basmamak için seke seke yürüdük ve çok üzüldük.
Alt yapı yokluğu: temel ihtiyaçlar bile karşılanamıyor!
Otomobille ulaşılan son noktada, yıkık dökük barakada bal ve bazı ihtiyaç maddeleri satan bir kişi vardı. Onun hemen yanında ise, üstü çalı çırpıyla kaplı bir alanda, arkalıksız iskemlelerden oluşan sözde bir açık hava kahvesi! Çöp konteynerlerinin açık kapaklarından yer yer çöpler etrafa saçılmıştı. Uluslararası antlaşmayla koruma altına alınan ve dünyada çok az benzeri bulunan bir alanın bu şekilde kullanılıyor olması gerçekten utanç verici. “Burada hiç mi tuvalet yok?” diye sorduk. Biraz uzakta bir bina gösterdiler. İl Özel İdaresi, bu ihtiyaca cevap verecek bir bina yapmış; ancak bir grup sivil toplum üyesi itiraz edince, bina kullanıma alınmadan kapısı kilitlenmiş. Kimdir bu sivil toplum üyeleri? Hiç mi çevredeki bu rezilliği görmezler? Tüm dünyaya tanıtmaya çalıştığımız, fotoğraflarını hayranlıkla seyrettiğimiz bir dünya mirasını kimler bu şekilde sabote etmeye çalışıyor? Çıkartılan yaygaraya hangi kamu yöneticisi kulak kabartıp da bu ender alanın pislik içinde kalmasına sebep oluyor?
Yıllar önce benzer bir duruma Zeugma Ören Yeri’nde şahit olmuştum. İstanbul’a dönüşümde ilk iş olarak, bu tür alanlar için Cenk Çakıl’la konteynerden bir tuvalet kabini projesi hazırladık ve TAÇ Vakfı’nın finansmanıyla Zeugma’ya armağan ettik. Birkaç yıl önce benzer bir duruma Babakale’de şahit olduk. Kale restore edilmişti, ancak içi boştu. Bir grup insan, kadınların gerdiği örtüler arkasında bir şeyler yapıyordu. “Ne yapıyorlar?” diye merak ettim. Yakınımdaki biri, “Tuvalet ihtiyaçlarını gideriyorlar!” dedi. Tam anlamıyla rezillik ötesi bir durum!
Dünya standartları ve bizim gerçeğimiz
Dünyanın beş kıtasında çok sayıda ören yeri ve ulusal park gezme imkânım oldu. Hep merak ederim: “Acaba bizim bu konularla ilgili bürokratlarımız, karar vericilerimiz hiç mi buralara gitmezler, gezip görmezler?” Yellowstone National Park, Grand Canyon, Iguazu gibi pek çok ören yerini gezdim. Bu alanlarda yapılmış otellerde konakladım, çok güzel yemekler yedim. Hemen her defasında kendi kendime şunu sordum: “Bizim güzelim ülkemizde de bunlara benzer çok yer var; ama bunca sefalet nedir?” Ve her seferinde, ülkem adına derin bir üzüntü duydum.
Ülkemiz gerek soyut gerek somut gerekse doğal yaşam alanları açısından çok zengin bir potansiyele sahiptir. Ne yazık ki bu alanlarla ilgilenen insanlar adeta kör. Tüm dünyada böylesi alanların ve var olan birikimin nasıl kullanıldığının, ülkenin ve ülke insanının zenginleşmesi için neler yapıldığının, nasıl ekonomiye kazandırıldığının farkında değiller.
Son yıllarda ülkemiz, sanayi üretimi açısından büyük mesafe kat etmiş durumda. Ancak daha da büyüyebilmesi için gerekli olan sermaye oldukça kısıtlı ve bu konuda sıkıntılar yaşıyoruz. Üstelik bu tür ticari faaliyetler yoğun işçilik gerektiriyor. İçinde bulunduğumuz Akdeniz Havzası ise turizm açısından son derece bereketli bir alan. Uzun yıllardır “Kum, deniz, güneş” üçgeni arasına sıkışan ve “Her şey dahil” anlayışıyla bu faaliyeti sürdürmekteyiz. Bu ticaretten pay alan kişi ve kuruluşlar giderek büyüdü. Sanırım büyük bir kârlılık içindeler ki, mevcut tesislerine yeni tesisler eklemekte birbirleriyle yarışıyorlar.
Bürokrasinin akıl almaz duyarsızlığıyla uğraşmaktan yoruldum. “Bu insanlar hiç mi Nemrut’a ve benzeri millî parklara, ören yerlerine gitmezler? Gittikleri yerlerdeki kepazeliği görmezler?” Buraları gezen vatandaşlarımız, bu rezilliği başta yerel yönetimler olmak üzere devlet katındaki sorumlulara iletmez mi? Bu arada, bir de her şeye “Olmaz!” diyerek karışı çıkan bir grup var. Bu insanların büyük çoğunluğu dünyayı bilmiyor; gelişmiş ülkelerde benzer yerler nasıl donatılıyor, insanlara nasıl gelir kapısı yaratılıyor, kişisel girişim nasıl teşvik ediliyor, farkında değiller. Üstelik bunun adına “Kamu malını korumak” deniyor. “Ben yaparsam doğru olur, başkası yaparsa yanlış” düşüncesi, her tür yeniliğin önündeki en büyük engel. Bu ahlaki bozukluğu bir an önce aşmamız gerekiyor.
Engel uluslararası kurumlar mı, kendi cehaletimiz mi?
Bu yazımı okuyan bazı kişilerin UNESCO, ICOMOS ve benzeri uluslararası kuruluşların kararlarını, uluslararası antlaşmaları ileri süreceklerini bilmekteyim. Ancak önerdiğim benzeri düzenlemelerin Amerika, Fransa, İtalya, İngiltere gibi bu kurumlara üye olan ve bu antlaşmaları imzalayan ülkelerde yapıldığını ve hızla da yapılmaya devam ettiğini hatırlatmak isterim. Malik olduğumuz kültür ve tabiat varlıklarını çağdaş olanaklarla insanlığın hizmetine sunmak ve onları gelir getirici olarak kullanmak konusunda önümüzdeki tek engel uluslararası kurumlar değil; sözde eğitim almış bizim insanımız ve onun cehaletindeki ısrarıdır.






