Geçmiş Yabancı Bir Ülkedir...
AnasayfaMedyaKöşe Yazıları

Geçmiş Yabancı Bir Ülkedir...

KAYDIRIN

< Geri dönün

Kuzguncuk, 1900-1910

GEÇMİŞ YABANCI BİR ÜLKEDİR

Milliyet Gazetesi, 9 Ağustos 2025, s. 2.

Bir zamanlar yaşayan Kuzguncuk, bugün yalnızca seyrediliyor…

Geçen günlerde izlediğim bir televizyon programında arka planda duran bir yazı dikkatimi çekti: “Geçmiş yabancı bir ülkedir.” Zaman zaman, yıllar önce ziyaret ettiğim bazı şehir ve kasabalara yeniden gitme fırsatım oluyor. Ancak çoğu gezim hayal kırıklığıyla sonuçlanıyor. Ne hayal etmiştim, neyle karşılaştım… Yaş ilerledikçe beklentiler de değişiyor. Belki de hayal kırıklığımın en büyük nedeni, eskiden gördüklerimin çoğunun artık kaybolmuş olması. Daha sonra düşündükçe bunun normal olduğunu, hiçbir şeyin olduğu gibi kalmayacağını, daha doğrusu kalamayacağını anlıyorum.  Yine de içimde bastırılması güç bazı isyanlar yükseliyor. Gençlik ne güzelmiş… O dönem bütün bunları görebilmiş olmak ne büyük mutlulukmuş...

Kuzguncuk

En büyük hayal kırıklığını ise Kuzguncuk’ta yaşamaktayım. Kuzguncuk’un denize paralel uzanan Kuzguncuk Çarşı Caddesi’nden başlayıp İcadiye Hamamı (Dağ Hahamı) Sokağı’na kadar uzanan, dönemin diğer sokaklarına kıyasla oldukça geniş bir caddesi vardır: İcadiye Caddesi. Çocukluk ve gençlik yıllarımda (1955-1980) burası “Piyasa Caddesi”ydi. Piyasa caddesi ne demek? Günümüzde çok az İstanbullu için anlam ifade eden bu terim, aynı zamanda Büyükdere’de denize paralel uzanan caddenin de ismidir. Özellikle yaz aylarında köyde yaşayan insanlar, akşamüstleri çoluk çocuk ailece bu cadde boyunca aşağı yukarı dolaşır, sosyal ortamı birlikte paylaşmanın mutluğunu yaşarlardı. Zaman zaman ailelerin büyükleri bir araya gelir, uzun süreli sohbete başlarlardı. Biz çocuklar ise fırsattan istifade kendi aramızda toplanır, oyunlar oynar, normalde konuşmaya pek cesaret edemediğimiz kız arkadaşlarımızla sohbet etme şansı bulurduk.

Ankara

1964 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne girmeye hak kazanmıştım. Eylül ayı sonuna doğru Ankara’ya gidip kaydımı yaptırdım. Ankara’da yanında kalabileceğim bir akrabam olmadığından, okul yurdunda kalmam uygun görüldü. Üç arkadaş aynı odada kalmaya başladık. O yıllarda akşamları saat 18.00’den sonra Ankara sokaklarında tabir yerindeyse in cin top oynardı. Oda da kalan arkadaşlarım da Anadolu’nun küçük illerinden gelmişti; erkenden yemeklerini yer, saat dokuz gibi uyurlardı. Bu yaşama adapte olmakta çok zorlanıyordum. Hafta içleri bir şekilde geçse de cumartesi ve pazar günleri beni afakanlar basıyordu.  İki hafta sonunu zor geçirdim. Üçüncü hafta sonu itibariyle cumartesi günleri saat 13.00 gibi dersten çıkınca otobüse binip İstanbul’a gelmeye, pazar akşamı tekrar Ankara’ya dönmeye başladım. İstanbul’a akşam saat 22.00 civarında varıyordum. Ancak, Kuzguncuk bu geç saate rağmen canlılığını koruyor, kış ayları olması nedeniyle yaşlılar değil ama gençler cadde boyunca gruplar hâlinde sohbet ediyor, piyasa yapıyorlardı.

Mimarlık Yüksek Okulu

Gerek okulda yaşadığım karmaşa gerekse Ankara’ya karşı içimde giderek büyüyen soğukluk, çok zor bir sene geçirmeme neden oldu. Lise Fen kolundan mezun bir genç olarak fakültede verilen eğitim beni tatmin etmiyordu; sık sık yapılan protestolar derslerin düzenli yapılmamasına yol açıyordu. İkinci sömestr başlarında bu okuldan ayrılmaya karar verdim. Evde konuyu açınca büyük bir tepkiyle karşılaştım. Ülkenin en iyi eğitim veren okullarından birinde okumakta olduğum, buradan ayrılırsam bir daha üniversite tahsili yapamayacağım gündeme geldi. Özellikle annem çok üzüldü ve “Dayan oğlum, istikbalini ziyan etme!” dedi. Zor geçen bir yılın sonunda okuldan ayrılmaya karar verdim. Görülen oydu ki İstanbul, özellikle de Kuzguncuk sevdası, benim istikbalimi belirleyecekti. 1965 yılında Mimarlık Yüksek Okulu’na kaydımı yaptırdım. Buradaki eğitimi çok sevdim; bana liseyi hatırlatıyordu. Sabah 9.00’dan akşam 18.00’e kadar tüm gün ders yapılıyordu; hemen hiç boş vaktimiz olmuyor, yoğun bir şekilde çalışmak zorunda kalıyorduk. 1969 yılında mimar olarak mezun oldum. Lisede resim hocamız olan rahmetli Mehmet Pesen tevekkeli bana “Sinan, sen mimar olmalısın!” dememişti. Mimar oldum ama seneler geçtikçe anladım ki, aslında mimarlık okulunu bitirmiştim; gerçek anlamda mimar olabilmek için çok daha fazla çalışmam, dahası yalnızca benim değil, başkalarının da benim mimar olduğumu kabul etmesi gerekiyordu.

Medar-ı Maişet

Aynı yıl, çocukluk arkadaşım Renan ile evlendim ve Esra adını verdiğimiz bir kızımız dünyaya geldi. Hâlâ doğup büyüdüğüm Kuzguncuk’ta yaşıyor zaman zaman arkadaşlarımla bir araya gelip sohbet ediyorduk. Ancak eski günler geride kalmıştı; ailemizin desteğiyle yaşadığımız sorumsuz zamanlar bitmişti. Artık hemen hepimizin gelecek için çalışması gerekiyordu. Zamanla İcadiye Caddesi boyunca yaptığımız o meşhur “Piyasalar” da sona erdi. Bazı arkadaşlarımız Kuzguncuk’tan taşındı. Ben ise asistanlığa başladım. Aldığım aylık, evimizin kirasını bile karşılamıyordu. Bu nedenle okuldan artan kalan vakitlerimde serbest mimarlık bürolarında çalışmaya başladım. Bu sıralarda tanıştığım sevgili hocam Prof. Dr. Nurhan Atasoy, doktora yapmakta olduğum İstanbul Üniversitesi’ne geçmeme vesile oldu ve bana büyük destek verdi. Böylece hayatımda yeni bir sayfa açıldı. Mimarlık eğitiminde bize “Düşüncelerimizi çizgiyle ifade etmek” öğretilirdi; bu yöntem bir teknik öğretimdi. Üniversitede ise “Düşünmeyi ve düşündüklerinizi söz ve yazı ile ifade etmeyi” öğreniyorsunuz. Araştırmalarınızı, okuduklarınızı sistematik ve kolay erişilebilir biçimde tasnif etmeniz gerekir. İlk yıl oldukça zorlandım; bir defterin sayfalarına aldığım notları bulmakta güçlük çektim. Ertesi yıl araştırmanın da bir tekniği olduğunu fark ettim ve aldığım notları 14,8x21 cm (A5) boyutundaki kağıtların tek yüzüne, başvurduğum kaynakları ise 7,5x12,5 cm boyutundaki bibliyografya fişlerine yazmayı öğrendim.

Kuzguncuk’tan ayrılık

1977 yılında Azra adını verdiğimiz ikinci kızımız dünyaya geldi. Aynı yıl bir otomobil aldım. Boğaziçi Köprüsü açılmıştı; her sabah erken saatlerde önce İstanbul Üniversitesine gidiyor, öğle vakti Topkapı Sarayı’na uğruyor, akşamüstü ise Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki derslerime giriyordum. 1975 yılında jüri kararıyla öğretim görevlisi olmuş ve böylece bağımsız ders verme imkânına kavuşmuştum. Hafta sonları da mimarlık bürolarında çalışıyordum. Yol çilesini kısaltmak için Rumeli Yakası’na taşındık ve böylece otuz iki yıl süren Kuzguncuk maceram sona erdi. Zaten son beş-altı yıldır eski Kuzguncuk muhabbetlerine katılacak arkadaş bulmak da zorlaşmış herkes yaşam telaşına kapılmıştı.

Ve sonrası

1980 yılında doktoramı tamamladım ve hemen ardından kendi mimarlık büromu kurdum. İstanbul Üniversitesi’ndeki görevimden ayrılarak yalnızca Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki derslerime devam ettim. Yoğun bir mimarlık faaliyeti içine girmiştim. Aynı yıl Büyükada Anadolu Kulübü restorasyonunu üstlendik. Otuz beş yaşına gelmiştim ama kulüp yönetimi, gençliğimizi gerekçe göstererek başta kuşkuyla yaklaşmıştı. Aldığımız kararlar ve yoğun çalışmamız kısa süre içinde bu olumsuz algıyı değiştirdi; takdir görmeye başladık. O günlerde “Sanırım şimdi mimar oluyorum” diye düşündüğümü hatırlıyorum.

Sonrası mı? 1980 yılından bu yana elli beş yıl… Bazen “Nasıl geçti?” diye kendi kendime soruyorum. Zamanın bu kadar hızlı akacağını hiç tahmin etmezdim.  Önce Mecidiyeköy, ardından taşındığımız Nişantaşı’na hiçbir zaman ısınamadım. Her ne kadar her iki apartmanda komşularımız olduysa da sokaklar, benim alıştığım sokaklar değildi. Kuzguncuk özlemim hiç dinmedi. 1985 yılında Çengelköy’de bir proje geliştirdik; 1989 yılında inşaatlar tamamlanınca taşındık. Doğumumdan, Kuzguncuk’tan ayrılana kadar bahçeli bir evde yaşamıştım. Yazları sabah kahvaltısından akşam yemeğine kadar bahçede vakit geçirir, yemeklerimizi bahçedeki masada yerdik. On iki yıl süren apartman hayatı gerek beni gerekse Renan ve çocukları sıkmıştı. Neredeyse her hafta sonu annemin bahçeli evine giderdik ama bir süre sonra o da Bostancı’ya bir apartman dairesine taşınmak zorunda kaldı.

Otuz altı yıldır Çengelköy’de yaşıyorum. Çocukluğumdan beri bu semte aşinayımdır. Özellikle yaz aylarında Kuzguncuk’tan kayıkla gelir, bazen gezi amaçlı kürek çeker, bazen de balık tutardık. Ara sıra Kuzguncuk’a uğruyor, bazı akşamlar çocukluk arkadaşlarımızla buluşuyorduk. Ama artık hiçbirimiz orada yaşamıyor sadece eski günleri anmak için gidiyorduk. Kuzguncuk 2000’li yıllarda hızla değişmeye başladı; kafeler, lokantalar, hediyelik eşya dükkânları her yeri istila etti. Bırakın İcadiye Caddesi’ni, ara sokaklarda bile yürünmez oldu, kaldırımlar işgal edildi. Burada icrayı sanat eyleyen esnafın çok azı Kuzguncuk’ta oturuyor; çoğunluğu için Kuzguncuk sadece bir geçim kapısı. Para kazandıkları sürece makbul, oysa yüzyılların emeğini tükettiklerinin farkında değiller.

Kültür yozlaşması

Kuzguncuk’un dejenerasyonu konusunda unutamadığım iki olay yaşadım. İlki 1965 yılında anneannem vefat ettiğinde olmuştu. O gün caminin avlusu bir yana, cadde bile insan kalabalığından adım atılmaz hâle gelmişti.  Ermeni ve Rum kiliselerinin papazları, Hahambaşı ve çok sayıda gayrimüslim, saygılarını sunmak için cami avlusunda toplanmışlardı. Nakkaştepe Mezarlığı’na kadar merhumenin tabutuna eşlik etmişlerdi. İkinci olayı ise 1988 yılında annemin vefatıyla yaşadım. Ailemin tüm fertleri gibi cenaze namazı için Kuzguncuk Camii’nde toplanıldı. Cami avlusunda az sayıda da olsa kadınlı erkekli gayrimüslim dostlarımız vardı.  Caminin imamı büyük bir hışımla “Namaza girmeyenler cami avlusunu terk etsin!” diye bağırmaya başladı. Zaten derin bir üzüntü içindeydim; bu sözler acımı daha da derinleştirdi. Çocukluğumun herkesi kucaklayan Kuzguncuk’una örnek olması gereken birinin bu davranışını kabul edemedim. Kendime hâkim olamadım, “Haddini bil! Bu insanların çoğu annemin elinde büyüdü, bir kısmı onun yakın arkadaşları. Sen kim oluyorsun da Allah’ın evinden insan kovuyorsun, aklını başına topla!” diye haykırdım. Kuzguncuk değişmiş miydi, değişiyor muydu karar verememiştim.

Sonrasında çok üzüldüm ve hâlâ da hatırladıkça üzülürüm. Artık benim Kuzguncuk’um yabancı bir ülkeye dönüşmüştü. Geçmişte bir arada, birbirine saygı duyarak yaşayan insanları çoktan tarihe karışmıştı. Yıllar geçtikçe bu bozulma daha da arttı, bugün buraya gelenler anıtsal yapıları, eski evleri seyrediyor; sanki bir film setindeymiş gibi… Önemli olan içerik, yani yaşam kültürü, artık ne yazık ki yok. Beni ve benim kuşağımı Kuzguncuk’a bağlayan şey o yaşam kültürüydü. Zaman içinde seyirlik hâle gelen yapıları değil, yaşamıma yön veren ve şimdilerde geçmişe karışmış bir köyde büyüdüğüm için çok mutluyum…

Kuzguncuk, 1900-1910
Kuzguncuk, 1900-1910
Kuzguncuk, 1928-1940
Kuzguncuk, 1928-1940
Kuzguncuk
Kuzguncuk
Kuzguncuk Kayık İskelesi
Kuzguncuk Kayık İskelesi
Kuzguncuk, Nakkaştepe Mezarlığı
Kuzguncuk, Nakkaştepe Mezarlığı
Kuzguncuk, Doğduğum Ev
Kuzguncuk, Doğduğum Ev
Kuzguncuk, Annem, Babam ve Ben, 1947 Yazı
Kuzguncuk, Annem, Babam ve Ben, 1947 Yazı

Yenilem Proje Danışmanlık Ticaret A.Ş. © 2025. Her Hakkı Saklıdır. Site: İkipixel

TAKİP EDİN