Eve Gelen Bir Sandık Dolusu Kitabın Sırrı...
EVE GELEN BİR SANDIK DOLUSU KİTABIN SIRRI
Vatan Kitap, 115, 15 Eylül 2013, s. 26 - 30.
Okumaya 1951 yılının ilk aylarında başladığımı hatırlıyorum. Kısa zamanda okumak benim için büyük bir tutkuya dönüştü. Elime ne geçerse okuyordum; gazete, mecmua, kitap... Hatırladığım kadarıyla önceleri yüksek sesle okumaya çalışırdım; sanırım insanın kendi sesini duymasının bazı yeteneklerinin gelişmesinde önemi var. Her gün birkaç gazete alınan bir evde büyüdüm. Evin büyükleri muntazaman gazete okur, eğer o gün herhangi bir şekilde eve gazete gelmemiş ise meraklanır, tanıdık birisini Kuzguncuk iskelesine göndererek günlük gazetenin alınması sağlanırdı.
Bir süre sonra okuma merakım herkesin dikkatini çekmeye başladı. Yaşıtlarımın nerede ise tümü oyun oynarken, ben bir köşeye çekilir elime geçeni okurdum. Bu tutkum benim için alınan kitaplar ile gelişti. Daha ilkokul öğrencisi iken kitap almaya başladım. Günün birinde Kuzguncuk İcadiye Caddesi üzerinde, Rum Kilisesi’nin hemen karşısındaki Evro Efendi’nin bakkal dükkânında aynı zamanda kitap da satıldığını gördüm ve müdavimi oldum. Daha okula gitmeden tanıdığım Evro Efendi beni çok sever, ona uğradığımda renkli küçük kâğıtlara sarılmış karamelalar ikram ederdi. Biraz büyüyünce bana kitap da hediye etmeye başladı. Daha önce okunmuş veya uzun müddet satılmamış, dükkânda kalmış kitaplar; Mayk Hammer veya Çağlayan Kitapevi’nin bilimkurgu romanları. Mayk Hammer’lara ne oldu hatırlamıyorum, ama Çağlayan Kitapevi’nin yayımladığı bilimkurgu kitaplarının büyük bir bölümü hâlâ kütüphanemde duruyor.
Ortaokul birinci sınıfta Türkçe öğretmenimiz Sedad Bey cumartesi günleri son iki saatte bize kitap okumaya başladı. İlk olarak Cervantes’in Don Kişot’unu okudu. O güne kadar okuduklarımdan farklı bir kitapla karşılaşmıştım, merakım giderek artmıştı. Yaz tatilinde okuduğum Memduh Şevket Esendal ve Ömer Seyfettin’in hikâyeleri, Abdülhak Şinasi Hisar’ın İstanbul hayatına dair denemeleri beni, tabiri caizse, okumanın esiri yaptı.
Biraz büyünce “pembe dizi” denilen hafif duygusal romanlara merak sardım. Emily Bronte ile tanışmam bu sıradadır; Uğultulu Tepeler (Rüzgârlı Bayır) romanı beni çok etkilemişti. Heyecanlı polisiye romanlarından klasik edebiyata geçtim ve John Steinbeck ile karşılaştım; Tatlı Perşembe, peşinden Sardalye Sokağı... Benim dünyamın dışında neler oluyordu, tanıdıklarımın dışında ne kadar farklı insanlar vardı? Dünya nasıl bir yerdi, çok çok uzaklarda bizim yaşantımızdan farklı insanlar da zaman zaman tıpkı bizim gibi düşünüyor, bizim gibi yaşıyorlardı. Aramızda büyük farklılıklar, mesafeler olmasına karşın kendimi onların arasında dolaşıyor, onlar gibi düşünüyor buluyordum.
Bir gün kendimi Jack London’un Güneş Çocuğu’nu okurken buldum. Ahmet Cemil’in Remzi Kitapevi tarafından yayımlanan 1938 tarihli tercümesi. Aniden evden çok uzaklara Pasifik Okyanusu’nun adalarına gittim; sakın yanılmayın gitmiş gibi olmadım, hakikaten gittim. Sanki David Grief’in bir kopyası gibiydim. Willi-Waw yelkenlisinin güvertesinde dalgaların esintisinde günlerce yol aldım. Aloysius Pankburn’un alkolizmin getirdiği aşağılanmadan nasıl kurtulduğunu yaşadım. Rattler yelkenlisi ile Fuatino adasına yolculuk yaptım. Pasifik’in ıssız bir adasında Swinthin Hall’e ait kütüphanenin varlığını öğrendim.
Yanılmıyorsam ortaokulda okuduğum yıllarda bir gün Kuzguncuk’taki evimize iki sandık dolusu kitap geldi. Uzaktan akrabamız olan ve uzun yıllar Anadolu liselerinde edebiyat öğretmenliği yapan İsmail Bey, emekli olmuş ve ailece İstanbul’a dönmüşlerdi. Ancak bu iki koca sandık evlerine sığmamış ve bizim eve getirmek mecburiyetinde kalmıştı. İsmail Bey, müthiş üzgündü, sanki bir parçasını bizde bırakmışçasına ağır ağır müsaade istedi ve gitti. Onun gidişinden sonra bana sıkı sıkıya tembih ettiler, “Aman sakın bu sandıkları karıştırma, onların içinde İsmail Bey’in kitapları var!”. İki sandık dolusu kitap, nasıl dokunmam! Kısa bir süre sonra evde kimselerin olmadığı zamanlarda sandıkları açıp, karıştırmaya başladım; Millî Eğitim Bakanlığı’nın klasikleri, Remzi Kitabevi’nin yayınları, neler neler yoktu ki? İsmail Bey ise bizim eve bir daha gelmedi, gelmedi mi, gelemedi mi, hâlâ çözemedim. Bir süre sonra vefat ettiğini duyduk, sanırım bizim eve bırakmak mecburiyetinde kaldığı kitapların yanı sıra, İsmail Bey yaşamından da bazı şeyleri bize terk etmişti, bu üzüntü onun erken ölümüne neden oldu diye düşündüğümü hatırlıyorum…
İsmail Bey’in bize emanet ettiği sandıklara ailesinden talip çıkmadı. Kaç kere “Gelin kitaplarınızı alın” dendiyse de gelen olmadı. Lise yıllarımın sonlarına doğru yavaş yavaş sandıklardaki kitapları kendi kütüphaneme taşımaya başladım. İsmail Bey, bu kitapların hepsini okumuştu, bazı cümle ve kelimelerin altını çizmiş veya yanlarına notlar almıştı. Bu kitapları okurken bu notlardan çok faydalandım. Allah rahmet eylesin, kitap okuma alışkanlığımın pekişmesinde onun çok önemli katkısı vardır.
Lise eğitimimi aldığım Haydarpaşa Lisesi’nde bir kitaplık kolu kurmuştuk. Her hafta aramızda birer lira toplayıp kitap alıyor, daha sonra dönüşümlü olarak bu kitapları okuyup tartışıyorduk. Ne demek istiyor ne anlatıyor, niçin yazıyor, hikâyenin akışı, cümle kuruluşları, kullanılan kelimeler... Şimdi elimde o dönemden kalmış bazı kitaplar var. Üzerinde “1962-63 Ders Yılı Kitaplık Kolu” notu bulunan bu kitaplardan birisi Gogol’un Ölü Canlar’ı. Vedat Gülşen Üretürk tarafından dilimize çevrilmiş. David Grief’in bazı zamanlar dalgalı, bazıları sakin, güneş ışığı altında parlayan denizlerinden, Rusya’nın buzlu topraklarını ziyaret etmeye başladım. Gogol, Rus köylülerini, “Ölü Canlar” olarak anlatıyordu. Yaşama tutunmak için yapabileceği çok az şey olan ve umutsuzca hayatta kalmak için çabalayan insanlar... Uçsuz bucaksız bir bozkırda yaşam savaşı veren, var olduğunu unutmamaya çalışan insanlar. Bu yıllarda Rus edebiyatına ilgim artı, Puşkin, Dostoyevski, Tolstoy, Maksim Gorki, Turgenyev, Gladkov ve diğerleri. Daha sonra İvo Andriç’in Drina Köprüsü ve Uğursuz Avlu’sunu okudum, şimdi bizim coğrafyamızı öğreniyordum. Anılarımda yer almış kitaplardan biri de Can Yücel’in çevirisini yapmış olduğu F. Scott Fitzgerald’ın Muhteşem Gatsby’sidir. Daha başlangıcında büyük bir öğütle başlıyordu roman. “Ne zaman birini tenkite davranacak olursan, hatırından çıkartma, herkes senin imkânlarında gelmemiştir dünyaya.” Ne kadar ders aldım bu öğütten bilmiyorum, ama zaman zaman aklıma gelir ve kendime kendime söylenirim, yine unuttun, kırk yıl önce ne okumuştun, şimdi ne yapıyorsun diye...
Kitabın girişinde, Can Yücel’in muhteşem çevirisi ile Thomas Parke D’Invilliers’in bir dizisi yer alır;
“Gönlü olacaksa, var sırma kaftanlar kuşan;
Ve istiyorsa yüksel yükselebildiğin kadar,
Ta ki “Sultanım benim, sırma kaftanlım!” diye
Koşsun sana nazlı yar.”
Kitaplar insanları etkiler, hatta bazen büyüler; hiçbir zaman gidemeyeceğiniz yerlere götürür sizi, hiç karşılaşmayacağınız, karşılaşsanız bile konuşup anlayamayacağınız insanlar ile tanışırsınız. Kitap, gerçek hayattır.
Lise son sınıfta ise başka kitaplarla tanıştık; Rabelais’in Gargantua’sı, Erasmus’un Deliliğe Methiye’si elimizden düşmez oldu. Sanırım erken bir okuma içine girmiştik. Okuyor fakat anlam vermekte, satır aralarında söylenmek istenenlerle bağlantı kurmaktan zorlanıyorduk. Okuduklarımız için arkadaşlar arasında sık sık tartışmalar yaşadığımızı hatırlıyorum. Ama şimdi düşündükçe ne mutlu bir çocukluk ve gençlik yaşamışım, herhangi bir kırgınlık yaşamaksızın okuduklarımı anlamama neden olan tartışmalara girebileceğim arkadaşlarım vardı. Tam o sıralarda Çağdaş Fransız Edebiyatı gündemimize düştü, gençliğin getirdiği heyecan ve varoluşçuluk felsefesi. Jean Paul Sartre’ın Özgürlüğün Yolları, Bulantı, Gizli Oturum ve diğerleri…
1969 yılında mimarlık diploması aldım, okuma hızım oldukça yavaşlamıştı, bir de kızım olunca hayat yükünü taşımak giderek zorlaşıyordu. Mimarlık oldukça emek isteyen bir iştir. İnsanın düşündüklerini ve tasarladıklarını çizgi ile ifade etmesi, hele hele bizim dönemimizde olduğu gibi grafos ve rapido gibi kullanımı oldukça zor kalemlerle uzun geceler boyu proje çizen insanlar için okumaya vakit bulmak, ancak ailesinden çaldığı saatler ile sınırlıdır. Bir süre eski hızımı kaybettim. Birkaç sene sonra doktora çalışmalarına başlayınca bu kez karşıma okumam gereken bilimsel yayımlar da çıktı. Üstelik rahmetli hocam Prof. Behçet Ünsal ile birlikte mimarlık tarihi derslerine girmeye başlamıştım. Hızlı bir tempo ile bilimsel yayınları takip etmeye başladım.
Kısa süre sonra okuma alışkanlığımı tekrar kazandım, üstelik artık okurken not alma gibi bir mecburiyet vardı. Başlangıçta oldukça zorlandım, çeşitli defterlere aldığım notları bulmakta, karşılaştırmakta güçlük çekiyordum. O sırada elime Bilimsel Araştırma El Kitabı adıyla bir yayın geçti ve not almanın usul ve esaslarını öğrendim. Mimarlık eğitiminde kendimizi yazı ile ifade etme konusunda herhangi bir yönlendirme yapılmaz. Hoş şimdilerde lisansüstü çalışmaları sırasında tez yazma zorunluluğu varsa da bunu pek çoğumuz ilk ve orta öğrenim sırasında aldığımız eğitim ile başarmaya çalışırız. O yüzden genelde teknik eğitim alan insanların çoğu düşüncelerini yazı ile ifade etmekte güçlük çeker. Bir dönem ben de aynı sıkıntıları yaşadım. Üstelik hem çiziyor hem de yazmaya çalışıyordum. Ancak çalışmanın getirdiği kazanç bu olsa gerek, zaman içinde her ikisinde de bir şeyler yapar oldum.
1974 yılında asistan olarak Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nden İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne geçtim. Bu arada Topkapı Sarayı’nı Sevenler Derneği’nin üyesi olmuştum. Beni Yönetim Kurulu’na seçtiler. Birden arkadaş çevrem Hayrullah Örs, Orhan Şaik Gökyay gibi isimlere terfi etti. Sevgili hocam Nurhan Atasoy ve Mazhar Şevket İpşiroğlu, rahmetli Ünsal Yücel, doktora hocam rahmetli Oktay Arslanapa... Bu birbirinden değerli insanlarla uzun sohbetler etmeye, aralarındaki konuşmalara ve tartışmalara katılmaya başladım. Bu yıllar hızla Montaigne’nin Denemelerini, Descartes’in Metot Üzerine Konuşmalarını, Thomas More’un Utopia’sını, Campanelle’nın Güneş Ülkesi’ni okuduğum bir dönem oldu. Hızımı alamadım, doğu klasiklerini okumaya başladım Nizamülmülk’ün Siyasetname’si ve elbette İbn Haldun’u Mukaddime’si.
Birkaç yıl sonra hayatımın en güzel kitabını okudum. Francis Bacon’un Denemeleri, sevgili dostum, rahmetli Akşit Göktürk, Bacon’u bile kıskandıracak bir akıcılıkta herkesin birkaç kere okuması gereken bu kitabı dilimize kazandırmıştı. Okudum, bir kere daha okudum, kitap elimde eskidi, ciltledim tekrar tekrar okudum, hâlâ senede birkaç kere okurum. Sevdiğim kitaplardan biri de Paul Lafargue’nin Tembellik Hakkı’dır. Zaman zaman tekrar okur, günümüz koşullarında ütopik de olsa insanların tembellik haklarına imrenirim.
Zaman zaman vakit yaratıp macera ve bilimkurgu romanları da okurum. Bu tarz benim dikkatimi toplar ve can sıkıntısından uzaklaştırır, hoşça vakit geçirir ve dinlenirim. Hayranlık duyduğum yazarlardan biri de İsaac Asimov’dur; Mehmet Harmancı ve Gönül Suveren’in dilimize kazandırdığı ve İmparatorluk adıyla bilinen bir dizi roman... Kanımca İsaac Asimov, kitaplarında Doğu yazarlarını taklit etmiştir. Eğer düşündüklerini felsefi açıdan açıklamaya çalışsa idi, sanırım bu dünya ona dar getirilirdi. Hâlbuki Asimov düşüncelerini günümüzden on bin, yüz bin yüzyıl sonra gerçekleşen bir hikâye kurgusu içinde anlattığı için dikkat çekmedi. Bilimkurgu yazarı diye insanlar, yazdıklarını eleştirmediler ya da dikkate almadılar. O da istediğini dilediği gibi söyleme imkânına sahip oldu. Kitaplarını binlerce insan okudu, ama çokça ciddiye almadı, hâlbuki günümüz insanının İsaac Asimov’u fazlasıyla ciddiye alması ve dikkatli bir şekilde okuması gerekiyor, o yalnız bir serüveni anlatmakla kalmayan, satır aralarına çok şeyler saklamış bir yazardır.
Son yıllarda sevdiğim romancılardan biri de açık ara, Amin Maalouf’dur. Çoğunlukla bizim hikâyelerimizi anlatır Maalouf, özellikle de Esin Talu Çelikkan’ın tercümeleri muhteşemdir. Sanki Amin Maalouf Türkçe yazmış gibi, Ömer Hayyam’ın hikayesini anlatan Semerkant kitabındaki rubailerin çevrimi bence dilimizdeki en başarılı Ömer Hayyam tercümeleridir. Hele hele Tanios’un Kayası’ndaki, “şeyhin elini gördüm” benzetmesi bize çok şeyler anlatır.
Çocukluğumdan bugüne çok kitap okudum, hâlen de okumaya devam ederim. Masamda, yatağımın başucunda, oturduğum koltuğun yanında üst üste kitaplar durur, keyfim o gün hangisini çeker ise onu okurum. Bilimsel okumalarımın yanı sıra her gün düzenli olarak okumaya vakit ayırırım, kitap okumadan uyuyamam. Bu arada günlük gazeteleri ve çeşitli dergileri de takip ederim.
Tercüme kitapları okurken aklıma hep Hilmi Ziya Ülken’in Uyanış Devirlerinde Tercümenin Önemi isimli kitabında söyledikleri gelir. Gerçekten tercüme bir kitabı ya okutur ya da okutmaz, kitap ne kadar özgün olursa tercüme eylemi de bir o kadar zordur. Hele hele konuya yabancı insanlar tarafından yapılan tercümeler genelde ziyandır, tabiri caizse katur kuturdur. İşin kötü tarafı hiçbir yayınevi talebi az olan bir kitabı yeniden tercüme etmek ve yayımlamak istemez. Can Yücel’in Shakespeare’in 66. Sonesi için yaptığı tercüme okuduklarım arasında bir doruk noktasıdır. “Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen’e…” Sanırım Shakespeare eğer bu deyimi bilse idi, bu satırda mutlaka kullanırdı. Tercüme, büyük bir kültür birikimi gerektiriyor. Son zamanlarda sıkça gördüğüm bu tercümedeki incelik konusuna bir kere daha değinmek istedim.
Bu yazı benim hikâyem, sakın ola “Yahu adam ne çok kitap okuduğunu anlatmaya çalışmış” demeyin. Ben okuduğum kitapları değil, hayatımı anlatmak istedim, biraz size, çoğu ise bana. Bu vesile ile hayatımı bir kere daha gözden geçirmek nasip oldu. Çocukluğumda Eflatun Cem Güney cumartesi günleri radyoda masal anlatırdı ve sonunda mutlaka “gökten üç elma düştü, biri bu masalı yazara, biri size, biri de bana” diye bitirirdi. Benim hikâyem de işte öylesi bir hikâye.
Son olarak: Kısalan ömrüm içinde giderek “Benden sonra bu kitaplara ne olacak?” diye düşünmeye başladım. Sanırım ömrümüzü birlikte tamamlayacağız, Allah bana İsmail Bey’in yaşadığı acıyı tattırmasın, şimdilerde onun kitaplarını terk ederken neler yaşadığını daha iyi anlayabiliyorum...