Dünya Mirası Knossos Sarayı...
DÜNYA MİRASI KNOSSOS SARAYI
Milliyet Gazetesi, 24 Şubat 2024, s. 2.
17 Şubat 2024 günkü yazımda sizlere Girit’e yaptığımız geziden bahsetmiş ve gezdiğimiz ören yerleri içinde önemli bulduğum Knossos Ören Yeri’nden bir başka yazımda daha detaylı olarak bahsetmek istediğimi söylemiştim. Bugün sizlere tüm dünyanın ilgisini çeken ve UNESCO tarafından “Dünya Mirası” olarak ilan edilen Knossos Sarayı’ndan bahsetmek istiyorum.
Girit’in ilk çağdaki efsanevi kralı Minos’un başkent Knossos’taki sarayı aynı zamanda Ege Adaları çevresindeki en eski uygarlıklardan biri olan Minos medeniyetinin merkezidir. Minos, Yunan mitolojisinde yer alan bir kişiliktir. Zeus’la Europa’nın üç oğlundan biridir. Kardeşler arasında çıkan kavga sonucu tanrıların kendisinden yana olduğunu söyleyip bir dilekte bulunur. Tanrı Poseidon’dan denizden bir boğa çıkartmasını ister, çıkan bu boğayı tanrılara kurban edeceğini söyler. Ancak daha sonra boğayı kurban etmeyi unutur, kısa süre sonra karısı boğadan hamile kalır ve vücudu insan, kafası boğa olan bir canavar doğurur. Minotauros adı ile bilinen bu yaratık sarayın altına inşa edilen labirente kapatılır. Minos’un, Atina’ya zorla kabul ettirdiği vergi karşılığı olarak her yıl yedi genç erkek ve yedi genç kız Minotauros’a yiyecek olarak verilmektedir. Gönüllü olarak bu gençlerin arasına karışan Theseus yaratığı öldürür ve bir yolunu bulup labirentten dışarı çıkmayı başarır.
Minos Uygarlığı
Ashmolean Müzesi yöneticisi ve Oxford Üniversitesi hocası olan arkeolog Arthur John Evans, eski sikkelere ve taş mühürlere duyduğu ilgi nedeniyle 1894 yılında Girit’e gider. 1895 yılında “Girit Piktogramları ve Fenike Öncesi Yazı / Cretan Pictographs and Prae-Phoenician Script” isimli kitabını yayımlar. 1896 yılında Yunan Anakarası’ndaki Miken Uygarlığı’nın kökenlerinin Girit’te bulunduğunu ileri süren bir konuşma yapar. 1897 yılında da günümüz Knossos Ören Yeri’nin bulunduğu alanın tümünü satın alır. Bir yıl süren kazı sonucu yaklaşık iki bin metrekarelik alana yayılmış olan saray kalıntılarını gün yüzüne çıkartır. Ortaya çıkan buluntuların boyut ve görkemi, kazı alanının eski bir kültürün merkezi olduğunu göstermektedir. Özellikle bir saray kalıntısı olduğunu düşündüğü yapının zemin kat planının karmaşıklığı, efsanevi kral Minos’un ünlü labirentini çağrıştırdığı için bu uygarlığa “Minos Uygarlığı” adını verir.
Girit’te Neolitik dönem
Arthur John Evans 25 yıl süren kazılar sırasında bulduğu Tunç Çağı kalıntılarının daha alt kotlarında Neolitik Çağ uygarlığına ait izlere de ulaşır. Kesin olmamakla birlikte Erken Minos MÖ 2600-2100, Orta Minos MÖ 2100-1600, Geç Minos ise, MÖ 1600-1150 tarihleri arasında varlıklarını sürdürmüşlerdir. Daha sonra ada genelinde yapılan kazılarda Girit’in çeşitli noktalarında MÖ 6500’lere kadar giden Neolitik Çağ buluntularına rastlanır. Bu ilk yerleşimcilerin kökeni konusunda kesin bir bilgi bulunmamaktadır. Özellikle gelecekte Linear A yazısının çözümlenmesi bize bu konuda daha net bilgiler sunacaktır.
Knossos Sarayı
Knossos Sarayı günümüzde kapladığı yirmi iki bin metrekarelik alanla Girit’te bulunan sarayların en büyüğüdür. MÖ 1400’lü yıllarda çıkan yangınla yerle bir olan bu sarayın yerini kısa süreliğine ağırlığı Yunan Anakarası’nda bulunan Miken Uygarlığı alır. Minos Uygarlığı’nın yarattığı bu saray, Arthur John Evans’ın başladığı kazılar çok sayıda arkeolog tarafından araştırılmaya devam edilir. Ortaya çıkan buluntuların hemen hepsi yapıların zemin kat planlarını ortaya çıkartır. Arthur John Evans döneminde ortaya çıkan buluntuların rekonstrüksiyonuna (yeniden yapımına) başlanır, restitüsyon çalışmaları ne kadar gerçeği yansıtmaktadır bu konuda bir yorum bulunmamaktadır. İlk kez 2002 yılında gezdiğim Knossos Ören Yeri’nde var olmayan bazı yapıların bu gezimde ayağa kaldırıldıklarını, bazılarının içine ortaya çıkan buluntulardan esinlenerek büyük boyutlu duvar resimleri yapıldığını gördüm. Ayağa kaldırılan yapıların gerek istinat duvarlarında gerekse döşemelerinde beton ve betonarme malzeme kullanılmış. Hemen her yapı gezenlerin dikkatini çekmek için yarım bırakılmış. Hemen hepsinde alt bölümü üst bölümüne göre daha dar, parlak kırmızıya boyanmış kolonlar görülüyor. Bu kolonların yapım malzemesi ilk bakışta boyalı olduğu için anlaşılmıyor, ama yapım tekniği nedeniyle betonarme olmalı.
Knossos Ören Yeri’ne, ahşap direklerle çevrelenmiş, üstü sarmaşıklarla kaplı, ahşap bir koridordan giriliyor. Hemen karşınıza “Uzun Koridor” olarak isimlendirilen yapının batı duvarları çıkıyor. Bir ören yeri için oldukça heybetli olan bu duvarların insan boyuna yaklaşan bölümü kazılar sırasında ortaya çıkartılan kalıntılar, üst kısımları ise beton bloklarla tamamlanmış. Bu bölümün iç tarafına geçince dış duvarın betonarme kolon ve kirişlerle takviye edildiğini gördük.
Yeniden yapım
Minos efsanesini pekiştirmek için sarayın kazılar sonucu ortaya çıkan alt bölümünün üstüne yeni yapılar yapılmış, bu iş öylesine ustalıkla yapılmış ki, çocukluğundan beri mitolojik hikâyeler dinlemekte olan çoğu gezginin hayranlığını uyandırıyor. İki bazen üç katlı olan bu yapıların taşıyıcı sistemleri ile döşemeleri betonarme, üstelik kolon ve kirişler yeni yapılan duvarlarda net bir şekilde görülüyor. Modern yapım tekniği ve malzemesini saklama gereği duyulmamış. Yeni yapılan çoğu bölüm mekân oluşturacak şekilde tamamlanmamış sanki bir depremde yarısı yıkılmış gibi bir görüntü elde edilmiş.
Sarayın yeniden inşa edilen hemen her bölümünün duvarlarında resimler bulunuyor. Bunların ne kadarı orijinal ne kadarı yeniden yapılmış ilk bakışta anlamak imkânsız. Kandiye (Heraklion) Arkeoloji Müzesi’nde bu figürlerin küçük fragmanlar hâlinde olduğunu gördük. Büyük kısmı eksik olan bu buluntulardan faydalanılarak ören yerinin duvarları zenginleştirmiş ve ilgi çekici bir hâle getirilmiş. Mevsim kış, çoğu günlerin yağmurlu olmasına karşın gerek Faistos gerekse Knossos Ören Yeri’nde çok sayıda turist bulunuyordu. Çünkü her iki ören yerinde de onların merakını uyandıracak düzenlemeler yapılmış, gezi güzergâhı rahat dolaşılır olmuş.
1923 yılında, daha Cumhuriyet ilan edilmeden Gazi Mustafa Kemal Paşa, İzmir’de yaptığı bir konuşmasında: “Yaşam felsefesinin garip bir belirtisi olarak, her yeni ve yararlı şeye karşı mutlaka bir kuvvet karşı çıkar. Buna bizim dilimizde irtica derler” diyor. Ülkemizin korunması gerekli kültür varlıkları konusunda da büyük bir irtica yaşamaktayız. Bu konuyu bildiğini, uluslararası literatürü takip ettiğini söyleyen bir grup yobaz hemen her şeye karşı çıkmayı marifet sanmakta ve bunca örneğe rağmen çağdaş düzenlemelere engel olmaktadır. Bu karşı çıkışın altında bilgi ve deneyimlerinin böylesi açılımlar için yeterli olmadığından yapamama korkusu yatmaktave “Madem ben yapamıyorum kimse yapmasın!” gibi ilkel bir duygunun gelişmesi rol oynamaktadır.
Ülkemizin var olan gerek soyut gerekse somut kültürel mirasının çağdaş düzenlemelerle tüm insanlığın farkına varmasını sağlamak bizim boynumuzun borcumuzdur. Bunun için önümüzdeki, özellikle de genç insanların önüne dikilen bu engeli aşmamız gerekiyor. Benzeri düzenlemeleri Sicilya Segesta ve Selinunte’de, Fransa Fréjus Amfitiyatrosu’nda, İsrail Masada Ören Yeri’nde ve bunun gibi pek çok yerde de görmüştüm. UNESCO ve ICOMOS gibi uluslararası kuruluşlara üye hatta çoğunlukla yönetici pozisyonunda olan bu ülkelerde yapılan benzeri uygulamalar övgü ile karşılanırken, bizim yaptıklarımız nasıl olur da suç teşkil eder? Bir açıklayan olursa çok sevinirim.
Sanırım sorun yapılan işte değil, ülkemiz insanının bazılarında cehalet, bazılarında ise haset duygusunun yüksekliğinden kaynaklanıyor...