
Cambaz ve Başarı...

CAMBAZ ve BAŞARI
Milliyet Gazetesi, 2 Ağustos 2025, s. 2.
“Kötü hüküm vermeye alışkın insanlar, genellikle iyinin farkında olamazlar.”
Sophokles
Başarılı insanı kabul edemeyen toplumlar, başarısızlığı kader sanır…
Çağdaş kültürü özümsemiş bir insan, bir cambazı ip üzerinde yürürken “Ha geçti, ha geçecek” diye seyreder. Oysa bizim çoğunluğumuz “Ha düştü, ha düşecek!” diye izliyor. Dikkat ediyorum; futbol maçı anlatan spikerlerin çoğu, hemen her zaman kaleye şut atan oyuncular için “Topu kalecinin üstüne vurdu!” diyor. Hemen hiçbiri “Kaleci iyi yer tuttu!” demeyi düşünmüyor. Çünkü cambazın ipi geçmesi de kalecinin iyi yer tutması da birer başarı örneğidir. Sanırım büyük bir çoğunluğumuz başarıdan, başarılı insanlardan hoşlanmıyor. Başarıyı görmek, başarılı insanı seyretmek yerine hatayı görmek, hata yapanı izlemek daha çok hoşumuza gidiyor ve kendi eksikliklerimizi unutmamızı sağlıyor.
Toplumsal başarı
Toplum olarak bireylerin başarılarını çoğu zaman hoş karşılamıyoruz; sonra da toplumsal başarı bekliyoruz. Toplumsal başarının, ancak toplumda başarılı kişilerin çoğalmasıyla mümkün olduğunun ne yazık ki farkında değiliz. Bir toplumun gelecekte var olabilmesi için, kendi içinden çıkan başarılı insanları destekleyip onları toplumun birer zenginliği olarak görmesi gerekir. Hâlbuki bizler ve bizlerin oluşturduğu devlet düzeninin tercihi “Ortalama insan”dır; geri kalanı “Aptal”, ileri gideni ise “Sivri zekâlı” olarak nitelemek bize has bir ayrıcalık olmalı. Herkesin ortalama düzeyde olduğu, herkesin aynı şeyleri düşündüğü bir toplumun nasıl gelişeceği, geleceğe dair nasıl senaryolar üreteceği ise bizi pek de ilgilendirmiyor.
İcat çıkartma
Eskiden özellikle kırsal kesimde, günümüzde ise göçlerle birlikte şehirlere taşınan ve sıkça söylenen bir deyim vardır: “İcat çıkartma.” Sözlüklerde bu ifade; “Hoş görülmeyen yeni bir huy, davranış göstermek; yadırganan bir yol tutmak; ortaya gereği olmayan bir sorun atmak.” olarak açıklanmakta. Yani kısaca alışılmış düzenin dışına çıkmak anlamına gelmekte.
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin yedi yüz elli yılı aşkın bir süre önce söylediği sözü unuttuğumuz açıkça görülmekte: “Düne dair ne varsa, dünde kaldı cancağızım. Bugün yeni bir gün, yeni şeyler söylemek lazım.” İnsanlığın avcılıktan ve toplayıcılıktan günümüz uygarlık seviyesine ulaşmasının yeni şeyler söylemek, icatlar yapmak sayesinde olduğunu unutmuş gibiyiz. Eğitim sistemimiz ise çok uzun süredir eğitimden uzaklaşıp öğretime dönüşmüş durumda. Eğitimden çok sınavlara hazırlama öncelikli bir öğretim yapılmaya çalışılıyor. En başarılı okullar, lise ve üniversite sınavlarında en yüksek başarıyı elde eden okullar olarak görülüyor. Çoğunlukla soru sormaktan çekinen, önlerine konan testleri çözmedeki başarılarıyla değerlendirilen bir gençlik yetişiyor. Oysa insan yalnızca karşısındaki insana soru sormaz; zaman zaman kendimize de bazı sorular yöneltiriz. Özellikle geleceğe dair sorularımız, ne yazık ki böylesi bir eğitim verilmediği için cevapsız kalıyor. Bu tür sorulara cevap bulmakta yetersiz kalan gençlerimiz büyük bir korku ve karamsarlığa kapılıyorlar. Büyük bir çoğunluk ise geleceğini başka ülkelerde arıyor.
Başka ülkede yaşama arzusu
Son üç yıldır liseler arası giriş sınavlarında 500 tam puanla öğrenci kabul eden İstanbul Erkek Lisesi’nden, 2024 yılında mezun olan 178 öğrencinin 140’ı üniversite eğitimine Almanya’da, 8’i İsviçre’de, yalnızca 9’u Türkiye’de devam etmeyi tercih etmiş. 21 öğrenci ise yeniden sınava hazırlanmak için bir yıl daha çalışmaya karar vermiş. Ülkemizin ekonomik desteğiyle eğitim alan 148 gencin, eğitimlerini başka ülkelerde sürdürmek istemesi, bizim bir yerlerde bir şeyleri yanlış yaptığımızı göstermekte. Üniversite eğitimi için bir başka ülkeyi tercih eden bu gençlerin acaba kaçta kaçı geri dönüp ülkemizin gelişmesi ve zenginleşmesine katkıda bulunacak?
Bedelsiz ihracat
Dikkatimi çeken bir başka nokta, mezun olan öğrencilerin %83 gibi yüksek bir oranda yurt dışını tercih etmeleri, %12’ye yakın öğrencinin ise herhangi bir üniversiteye kayıt yaptırmamış olmaları. Lise eğitimine 500 tam puanla başlayan bu gençlerin hangi nedenlerle eğitimlerine ara verdiğinin araştırılması gerekiyor. Bu gençler, hayatları boyunca uygulayacakları meslek konusunda yeteri kadar bilgiye sahip olmadıkları için mi tercih yapmadılar, yoksa yorucu ve yıpratıcı bir lise eğitiminin ardından bir yıl dinlenmeyi mi tercih ettiler?
İstanbul Erkek Lisesi ve benzeri okullardan mezun olan öğrencilerin önemli bir kısmının böylesi bir tercih yapmasının nedenlerini aciliyetle araştırmamız gerekiyor. Ülkemiz, yetiştirdiği veya ürettiği pek çok ürünü ihraç ederken karşılığında önemli bir döviz kazanmaktadır. Ancak, kısıtlı kaynaklarla yetiştirdiğimiz bu gençleri bedelsiz şekilde yurt dışına “İhraç etmemizin” ülkemize maliyetinin çok ağır olduğunu anlamamız gerekiyor. Ne yazık ki çok az kişi böylesi bir değerin bedelsiz olarak dünyaya sunulduğunun farkındadır.
Teorik eğitim
Ülkemizde bulunan orta öğretim kurumalarında yapılan eğitimin çok büyük bir bölümü teoriktir. Çok az okulda uygulamaya yönelik eğitim yapılmaktadır. Örneğin Almanya’da Gymnasium / Lise öğrencisin sayısı toplam öğrenci sayısının %36’sıdır. Diğer öğrenciler, on yıllık okulu bitirdikten sonra uygulamalı eğitime yönlendirilmektedir. Çünkü bu tür uygulamalı eğitim genç yaşta (16-17) verilirse kolay kabul edilir ve kalıcı olur. Bizim ülkemizde ise meslek yüksekokullarına başvurabilmek için on iki yıllık lise eğitimi şarttır. Ortama bir öğrenicinin liseyi bitirme yaşı 18-19 gibi ileri bir yaş olmakta ve uygulamalı eğitim için değerli iki yıl kaybedilmektedir.
Çoğu üniversitenin Meslek Yüksekokulları, bilgisayar, adalet, ekonomi, kamu yönetimi gibi alanlarda ağırlıklı olarak teorik eğitim vermektedir. Yıllar önce birçok üniversitede açılan Restorasyon Meslek Yüksekokullarının çoğunluğunda da uygulama değil; rölöve, restitüsyon, restorasyon gibi masa başı dersler verilmektedir. Bu okullardan mezun olan öğrenciler, yirmili yaşlarından itibaren sahada uygulama ile karşı karşıya kalmakta ve büyük sıkıntı çekmektedirler.
Meslek Yüksekokulları
Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde bulunan çok sayıdaki üniversite ve meslek yüksekokulunda teorik eğitim verilmekte olup, uygulama elemanı yetiştirilmesinde büyük sıkıntı vardır. Bunun temel nedeni, bu okullarda eğitim görevi üstlenen insanların en az üniversite mezunu olmaları, belirli bir süre sonra yüksek lisans ve doktora yapmış olmaları şartının aranmasıdır. Uygulama elemanı yetiştirecek öğreticilerin öncelikle uygulamada tecrübe sahibi olmaları gerekir. Elini yaptığı işte kullanmayı beceremeyen, uygulama hakkında yalnızca teorik bilgi sahibi olan, ancak üretimde hiç görev almamış kişilerin verdiği uygulamaya yönelik eğitim hiçbir zaman yeterli olmayacaktır ve olmamaktadır.
Bir örnek
Geçtiğimiz günlerde internette gördüğüm bir ilan ilgimi çekti. Büyük bir işletmenin insan kaynakları, on mühendis ve dört kaynakçı için başvuru kabulüne başladığını duyuruyordu. Tanıdığım bir firma olduğu için bir süre sonra başvuru sonuçlarının nasıl neticelendiği konusunda kendileriyle konuştum. Asgari ücretin biraz üstünde ödeme yapılacak olan mühendis pozisyonuna 565 kişi başvurmuştu. Buna karşın bir mühendisin üç buçuk katı kadar maaş teklif edilen kaynakçı kadrosuna ise yalnızca bir kişi başvurmuştu. Üstelik işe kabul edilen kaynakçı, “Ben bir-iki işe daha başvurdum, sonuçları belirlensin, teklifinizi değerlendireceğim” demiş.
Okul eğitimi ile gerçek farklı
Dört yıllık üniversite öğretimini tamamlayan kişi bazı temel bilgiler alabilir, ancak çalışacağı firmanın çoğu zaman onu yeniden eğitmesi gerekmektedir. Büromuza çalışmak için başvuran yeni mezun mimarların bir kısmı bilgisayarda çizim yapabilmekte fakat mimarlık mesleği hakkında çok az şey bilmektedir. Genellikle mimarlığı yalnızca proje çizmekten ibaret sanıyorlar, üstelik çizdiği projenin diğer projelerle (statik/mekanik/elektrik/aydınlatma/peyzaj vb.) bir bütünlük oluşturması gerektiği konusunda hemen hiçbir bilgi ve endişeleri bulunmuyor. Hatta plan, kesit ve görünüş bütünlüğü konusunda bile bir kaygı duyulmuyor.
Çoğu işletme, işe aldığı yeni elemanı tekrar eğitmek zorunda kalıyor. Üstelik başvuranların büyük bir kısmı büroda; yazın serin, kışın sıcak, yağmurdan ve kardan azade bir ortamda çalışmak istiyor. Üretime katkısı olmayan veya çok az olan bu tür elemanın aldığı ücret ise beklediği yaşam standardını karşılamaya yetmiyor. Tüm bu sıkıntılara rağmen bazılarını işe almak mecburiyetinde kalıyoruz. Hemen hemen bir-iki yıl onun eğitimi için uğraşılıyor, sonra bir bakıyorsunuz günün birinde ayrılmak istediğini söylüyor. Daha iyi bir ücretle iş bulmuş ve gidiyor. Bir müddet sonra geri geliyor; işten çıkarılmış. Çünkü çoğu işveren böylesi bir eğitim için uğraşmıyor. Hazır eleman arıyor, “Ben şuralarda çalıştım, şu projeleri çizdim” deyince meslek konusunda yeterli bilgi sahibi olduğu düşünülüyor. Kısa bir süre sonra bunun doğru olmadığı, yeni elemanın daha öğrenmesi gereken pek çok şey olduğu, eğitiminin tamamlanmadığı fark ediliyor. Bu kez işveren ya ilk teklif ettiği ücretin fazla olduğunu söyleyip ve daha az bir ücret teklif ediyor ya da işine son veriyor. Bir süredir yeni bir eleman aldığımızda bizim daha çok çalışmamız gerektiğinin farkına vardık. Bu nedenle daha az sayıda fakat mesleğinin gereklerini yerine getirme beceresine sahip kişilerle çalışmayı tercih ediyoruz.
Nereden nereye geldik… Cambazla başladık, “İcat çıkartma” sözünün getirdiği olumsuzlukların ülkemizi getirdiği tabloyu gözler önünü sermeye çalıştık. Anlaşılan o ki, gerçekten icat çıkaracak insanlara ihtiyacımız var. Bırakın genç insanlar icat çıkartsınlar; başarılı ve mesleğinde yetkin insanlara her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Bir toplumun gelecekte güçlü ve başarılı olabilmesi, yetenekli bireyleri desteklemesine, onları toplumun bir zenginliği olarak görmesine bağlıdır. Hâlbuki biz ve bizim oluşturduğumuz devlet düzeninin tercihi ortalama insandır; geri kalanı “Aptal”, ileri gideni “Sivri zekâlı” olarak nitelemek herhâlde bize özgü bir alışkanlık olmalı.






