Site Tasarım: Savaş Çekiç Uygulama: İkipixel

Bu sitede bulunan resimler ve dökümanlar M. Sinan Genim'e aittir ve izinsiz kullanılamazlar. Ancak gerekli izin alındıktan sonra ve kaynak gösterilmek kaydıyla kullanılabilir.

Köşe Yazıları

MİMARLIK ÜZERİNE IV

 

14 Ağustos 2022 günkü yazımda, Montaigne’nin “Denemeleri”nin “Kendimizi Anlatmak” isimli bölümünde; “... Benim mesleğim, sanatım yaşamaktır. Bana hayatımı duyduğum, gördüğüm ve yaşadığım gibi anlatmamı yasak edenler, mimara da desinler ki, sen binaları kendine göre değil başkasına göre, kendi bilginle değil başkasının bilgisiyle inşa edeceksin...” dediğinden bahsederek, mimarlığın ne kadar güç bir meslek olduğunu belirtmiştim. Montaigne’nin olmaz, olamaz dediği bu gibi önerilerle meslek hayatım boyunca sık sık karşılaştım. Zaman zaman gülüp geçtim, zaman zamansa gülüp geçmek mümkün olmadı, uzun ve üzüntülü zamanlar yaşadım. Doğru bildiğimi yapmak için büyük mücadeleler verdik. Sonuçta haklı olduğumuz anlaşıldı ama, kimse özür dileyip, siz haklıymışsınız demedi, üzüldüğümüz ile kala kaldık. Hatta bazı durumlarda doğru bildiğimizi yapmak için verdiğimiz uğraşların görmezden gelinip, yapılan işe öncelikle sahip çıkıldığına şahit olduk. Biz utandık, ama bazıları zaten utanç duygularını çok uzun süre önce kaybettikleri için yüzleri dahi kızarmadı.

 

Son zamanlarda giderek artan bir oranda bazı kişiler bana mimar olarak ne yapmam gerektiğini tarif etmekle meşguller. Bu önerileri söylenti olarak kalsa gülüp geçerim, ama ne yazık ki bunları dile getirenlerin çok büyük bir bölümü kamu gücünü kullanan bürokratlar.

 

Frank Owen Gehry’in şikâyeti

Elbette sanatın hemen her türünde olduğu gibi mimaride de bazı kabuller ve uyulması arzulanan etik ve estetik kaygılar mevcuttur. Diğer sanat dallarına nazaran mimarinin zaten oldukça kısıtlı bir hareket alanı bulunmakta; zemin karakteri, taşıyıcı sistem kurgusu, ısıtma, soğutma, havalandırma, aydınlatma, mal sahibi istekleri… Frank Owen Gehry bu konudan büyük oranda şikâyetçidir. “... Sizce bir mimar ne kadar özgür olabilir? Fiziksel kanunlar, istatistikler, mühendislik sınırlamaları… Bazıları da benim ufak oyun alanımı daha da daraltmaya çalışıyor. Bunu kabullenemiyorum...” diyerek bu konudaki şikâyetini dile getirir.

 

Geçen gün meslektaşlarım ile yaptığım bir konuşma sırasında bu konu gündeme geldi ve bana, “Bunca yıldır yaptığınız yapılar için ne gibi sıkıntılar çektiniz? Kaleme alıp bize aktarırsanız, belki bizim çektiğimiz sıkıntıların olağan şeyler olduğunu anlayıp üzülmeyiz!” dediler. Elbette oldukça uzun süren meslek hayatım boyunca, ben de çeşitli olumsuz müdahalelere maruz kaldım ama sanırım benim kuşağım şanslıydı, olumsuz müdahalelerin yanı sıra, teşvik edici söz ve davranışlarla daha çok karşılaştık. Mesleğimizi en iyi şekilde uygulamak için destek gördük. Gerek hocalarımızın gerekse bürokrasinin eleştirileri hatalarımızın farkına varmamızı sağlamak ve doğru çözüm üretmek içindi.

 

Anadolu Kulübü

1979 yılı eylül ayında çıkan yangında Büyükada Anadolu Kulübü’nün ana binası yandı. Kısa bir süre sonra yanan yapının projelendirilmesi konusunda görevini üstlendim. Kulübün o dönem başkanı rahmetli Münif İslamoğlu’ydu ve aynı zamanda Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı olarak görev yapmaktaydı. Büyükada Anadolu Kulübü beşi büyük, çok sayıda binada hizmet vermektedir. Bu binaların dördü korunması gerekli kültür varlığı olarak tescil edilmiştir. 1906 yılında “İngiliz Yat Kulübü” olarak inşa edilen ana bina gerek arduvaz kaplı kuleleri gerekse farklı mimari yapısıyla dikkatleri üzerine çeken, ülkemizde başkaca örneği bulunmayan bir yapıdır. Yapılan ilk toplantıda Münif Bey, yanan yapının otel olarak kullanımının getirdiği olumsuzlukları dile getirerek, “Hazır yanmışken, kalan kısımları da yıkalım ve arkadaki otel bloğuna benzer bir bina yapalım” düşüncesinin üyeler arasında rağbet gördüğünü söyledi. 1950’li yıllarda Turgut Cansever ve Abdurrahman Hancı tarafından inşa edilmiş dört katlı modern otel bloğu gerek kullanım gerekse her odasında banyo bulunması nedeniyle tercih edilmesine karşın, ana binanın çoğu banyosuz odaları eleştirilere neden oluyordu.

 

Münif İslamoğlu’nun dileği

Toplantı sonrası Münif Bey’le baş başa kalınca, “Efendim bu yapı çok önemli bir yapıdır, ülkemizde nerede ise bir benzeri yok, bunun yıkımı büyük bir kayıp olur, müsaade ederseniz bu yapıyı restore etmek için uğraşalım” diyerek düşüncelerimi belirttim. O sırada bu konuşmaya kulak misafiri olan dönemin II. Başkanı Mimar Metin Cizreli de beni destekleyen bir müdahalede bulundu. Münif Bey, “Pekâlâ, ama üyelerin yoğun baskısı var, yakın bir zamanda da seçim olacak; inşaata bir an önce başlarsanız size destek olurum.” dedi. Bana dönerek “Sinan Bey, sana üç ay süre ruhsat alıp inşaata başladın başladın, yoksa ben geriye kalan enkazın yıkılması için gerekeni yapmaya başlarım” dedi.

 

Projenin hazırlık dönemi

O sırada trafik kazası geçirdim ve kaburgalarımın bir bölümü kırıldı, üç dört günlük istirahatten sonra çalışmaya başladım ama yengeç gibi yan yan yürüyor, baston kullanıyordum. Yangın artıklarının temizlendiği, döşemeleri ve bir bölümü betonarme olan yapının rölövesini yapmak için çalışmaya başladık. Bu arada rahmetli Halûk Sezgin’i de ekibe dahil olması konusunda ikna ettim. Rölöve çalışmaları istediğimiz hızla gitmiyor, yapının yangın sonrası statik durumu can emniyetini tehdit ediyordu, yer yer ahşap takviye iskeleler kurmak gerekti, diğer yandan yapının eski görünümünü yansıtan yeteri kadar fotoğraf bulmakta güçlük çekiyorduk. Öyle böyle derken iki ay geçti, tam anlamıyla bitmeyen yarım yamalak rölöveden faydalanarak restorasyon projesi üzerinde çalışmaya başladık. Gazete ilanıyla yapıya ait eski fotoğraflara ulaştık ve proje şekillenmeye başladı. Ancak bize tanınan süre de dolmak üzereydi ve hâlâ elimizde dönemin karar merci olan “Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu” na onay için sunulacak kalitede bir proje yoktu. Bütün çalışmalarımızı toplayarak “Yüksek Kurul” toplantısına gittik, Başkan Orhan Alsaç’a meseleyi anlattık. Orhan Hoca bize “Münif Bey, tuttuğunu koparan bir kişidir, gerçekten söylediğini yapar. Yangından geriye kalanları yıkar ve kendisini de bizi de sıkıntıya sokar.” dedi.

 

Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu

Yüksek Kurul toplantısı başlamamıştı ama bazı hocalarımız, Sedad Hakkı Eldem, Feridun Akozan, Doğan Kuban, Aptullah Kuran ve Hüsrev Tayla toplantı odasındaydılar. Orhan Hoca, bizim çalışmalarımızı topladı, Sedad Bey’in önüne koydu, kısaca meseleyi anlattı ve ne yapılabileceğini sordu. Bu hararetli görüşme diğer üyelerin ilgisini çekmiş olmalı ki ve bizim sunduğumuz çalışmaların çevresinde toplandılar. O günlerde Halûk Sezgin ve ben hocanın hem öğrencisi hem de asistanı olarak çalışıyorduk. Sedad Bey, “Tebrik ederim sizi, çok ciddi bir çalışma yapıyorsunuz, devam edin!” dedi.

 

Kısa bir süre aralarında konuştuktan sonra acilen inşaat çalışmalarına başlanabileceğine, bu konudaki koordinasyonun “Rölöve ve Anıtlar Müdürlüğü” tarafından yapılmasına ve Halûk Sezgin ile bana inşaat çalışmaları için yetki verilmesine karar verildi. Bu arada restorasyon projeleri çalışmalarına devam edilmesini, yapının tamamlanıp iskân alınmadan önce söz konusu rölöve ve restorasyon projelerinin “Yüksek Kurul”un arşivine verilmesi istendi.

 

Eğer bizden isteneni yapmazsak ne olurdu?

Bu yetkiyi aldık ya, yalan yanlış işler yapsak, istenen restorasyon projesini vermesek veya alelusul bir şeyler çizip versek ne olurdu? O dönemi bilenler için böylesi bir davranış, mesleki olarak intihar etmek gibi bir şeydi. Bir daha o kurulun kapısından giremez, bize yetki veren hocalarla yüz yüze gelemezdik. Meslek hayatının başlangıcındaki kişiler olarak bundan daha büyük bir ceza olabilir mi? Bizi mimarlığın yanı sıra meslek haysiyeti olan insanlar olarak da eğiten o yüce insanları hasret ve rahmetle anıyorum. Ruhları şad olsun, kolay kolay yerleri doldurulamayacak insanlardı.