Site Tasarım: Savaş Çekiç Uygulama: İkipixel

Bu sitede bulunan resimler ve dökümanlar M. Sinan Genim'e aittir ve izinsiz kullanılamazlar. Ancak gerekli izin alındıktan sonra ve kaynak gösterilmek kaydıyla kullanılabilir.

Köşe Yazıları

MEMDUH YAŞA VE BİR EV HİKÂYESİ

 

1983 yılı sonbaharında bir gün, kendisinden mesleki olarak çok şey öğrendiğim rahmetli Hocam Yılmaz Sanlı beni telefonla arayarak yakın bir dostu için ev projelendirip inşa etmemi rica etti. Zaman zaman bazı projelerde birlikte çalışma yaptığımız için bu tür önerilerine alışıktım ama bu kez “Ben bu işin içinde yokum, sana gelsinler ve konuyu anlatsınlar.” dedi. “Peki, siz niçin karışmıyorsunuz?” diye sorunca “Hoca benim dostumdur ama çok sert ve kolay kolay ikna edilen bir kişi değildir. Bu nedenle ben dostluğumdan olmak istemiyorum.” diye cevap verdi. Ben de “Hocam siz kötü olmak istemiyorsunuz da beni mi feda ediyorsunuz?” deyince güldü. Kim olduğunu sorduğumda ise “Prof. Dr. Memduh Yaşa,” dedi. Memduh Bey, hakkında biraz bilgim vardı. “Hoca, sen Siirtli, o Siirtli beni bu işe karıştırma, aranızda halledin.” dedim. Karşılıklı gülüşerek telefonu kapattık.

 

“Seni tanımaya geldim”

Aradan kısa bir süre geçtikten sonra, bir gün büroda çalışırken kapı çalındı, sekreterim kapıyı açıp beni çağırdı. Kapının önünde bir kadın gülümseyerek beni selamlıyordu. Hemen arkasında Türkiye Anıt Çevre Turizm Değerlerini Koruma Vakfı (TAÇ) üyeliği nedeniyle sık sık görüştüğümüz eski İstanbul Valisi Namık Kemal Şentürk duruyordu. Onların gerisinde ise henüz tanımadığım iki kişi vardı. “Buyurun lütfen,” diyerek içeriye davet ettim. Büronun misafirleri kabul ettiğimiz bölümüne geçince ince, uzun boylu, tanımadığım kişi bana, “Senin kim olduğunu anlamak için geldik.” diyerek devametti. “Ben Memduh Yaşa… Yılmaz Sanlı bizim için bir ev yapmanı istediğinde ‘Hayır,’ demişsin. Kimdir bu adam, diye merak ettim. Namık Bey, seni tanıyormuş. ‘Bir gidelim, ben o mimarla tanışmak istiyorum.’ dedim ve kalkıp geldik. Yanımızdaki bey de Doğan Kasaroğlu.”

 

Hiç unutmam, uzunca bir sohbet oldu aramızda. Sonrasında Hoca bana; “Seni sevdim, mesleki olarak doğru bir iş yapıyorsun. Yeteri kadar tanımadığın kişilerin işini, hele de ev yapma gibi işleri üstlenip üstlenmemek konusunda karar senin.” dedi. Konuşmalarımız sırasında eşi Suna Hanım’ın Kanlıca’lı olduğu ortaya çıktı. Derken aramızda keyifli bir Boğaz muhabbeti başladı. Meğer o sırada Çengelköy ile Beylerbeyi arasında bir yalı dairesinde oturuyorlarmış. Orası burası derken müşterek çok tanıdığımız olduğu anlaşıldı. Namık Bey, “Eh, artık nerede ise akraba olacaksınız, artık sen bu işi kabul etmek mecburiyetindesin.” diye meseleyi noktaladı.

 

Söz konusu yapı Çengelköy’de Çataltepe Yokuşu’nda üç katlı, korunması gerekli bir kültür varlığıydı. Rölövesi yapılmış, o dönem varlığını sürdüren Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu tarafından onaylanmış ancak yakın zamanda yapılan kanun değişikliği sonucu Boğaziçi İmar Müdürlüğü kurulmuş ve restorasyon projesinin onayı sırasında problem çıkmıştı.

 

Memduh Yaşa (1919-2014), Siirt’te dünyaya gelmiş, ilköğretimini doğduğu şehirde gördükten sonra orta ve lise öğretimini Şişli Terakki ve Haydarpaşa Lisesinde tamamlamış. 1937 yılında girdiği İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesinden 1941 yılında mezun olmuştu. Aynı fakültede 1946 yılında doktorasını tamamlamış ve 1951 yılında doçent, 1960 yılında ise profesör olmuştu. Mesleğinde oldukça başarılı, hemen herşeye ilgi duyan bir kişiydi.

 

“Burası İstanbul…”

Hiç unutmam, Siirt’ten eğitimine devam etmek için geldiği Şişli Terakki Okulunda başından geçen bir olayı anlatmıştı. Bir gün okulda öğle yemeği sırasında, pilavı kaşıkla yerken masadaki öğretmeni kendisine müdahale eder, masada bulunan çatalı göstererek, pilavın çatalla yeneceğini söyler. Çocukluğundan beri sert bir kişilik sergileyen Hoca itiraz eder; “Biz pilavı kaşıkla yeriz!” Öğretmeni, ona hayatı boyunca unutamayacağı ve yaşamına yön verecek bir cevap verir; “Burası İstanbul, burada çatalla yemek yemeği öğreneceksin!”

 

Birden aklıma Hagop Mintzuri geldi, daha XX. yüzyılın başında ona da benzer bir tembih yapılmıştı; “Burası İstanbul, burada adam olacaksın!”

 

İki yıl gibi bir süre içinde ev bitti. Uzun yıllar bu evde mutlu bir hayat sürdürdüler. Yaş farkına rağmen aramızda büyük bir dostluk oluştu. Sık sık ailece birbirimizi ziyaret eder, müşterek yemek yer, sohbet ederdik. Bu arada belirtmek isterim ki bu evin yalnızca projesini yapmadım, maliyet artı kâr usulüyle inşaatını da üstlendim.

 

O sıralarda biz ailece kış aylarında Nişantaşı’nda kalıyorduk. Bir gece, saat bir civarında telefon çaldı. Açtım, Memduh Hoca sert bir tonla, “Yahu, bize ne biçim ev yaptın, lavabodan su akmıyor!” dedi. “Hemen geliyorum,” dedim. Karımın tüm itirazlarına rağmen hızla Çengelköy’e gittim. Evin kapısını Memduh Hoca açtı, anlaşılan kızgınlığı geçmiş olmalı ki; “Kusura bakma, sana zahmet oldu.” gibi bir şeyler söyledi. Yüzünde büyük bir mahcubiyet olan Suna Hanım ise “Niye zahmet ettiniz, biz hallederdik.” dedi. Koşarak yatak odalarının banyosuna çıktım. Evet, lavabo musluğundan su akmıyordu ama banyo musluğundan akıyordu. Uygulama deneyimi olanlar bilir; inşaat sırasında su boruları içine ister istemez pislik kaçar, ucunda filtre olan musluklar bu nedenle tıkanır, imalat artıklarını temizlerseniz problem ortadan kalkar ve su akmaya başlar.

Hemen musluğun ucundaki filtreyi söktüm, içinden bir sürü inşaat artığı çıktı, yanımdan ayrılmayan Hoca’ya, “Eski bir diş fırçanız var mı?” dedim. Verdiği fırça ile filtreyi temizledim ve yerine taktım. Su akmaya başladı. “Bir dahaki sefere böyle yaparsınız!” diyerek oradan ayrıldım. Ertesi gün Suna Hanım, eşimi arayıp akşam için özür dilemiş, aynı gün de büroya oldukça zarif bir çiçek gelmişti. Kısa bir süre sonra Hoca bizi ailece yemeğe davet etti. Prof. Dr. Semavi Eyice, Prof. Muhteşem Giray, Yılmaz Sanlı ve eşlerimiz çok hoş bir akşam yemeği için onların evinde buluştuk. Bir ara Yılmaz Sanlı yerinden kalkarak bana sarıldı ve “Kutlarım, ben bu işe karışsam mutlaka çıngar çıkardı, seni ikna etmekle en doğrusunu yaptılar.” dedi.

 

Korku ile terbiyeyi marifet sanmak

Memduh Hoca ile sohbetlerimiz 2013 yılı başlarına kadar devam etti. Çok kitap okur, okuduğu kitapları bana da tavsiye ederdi. Zaman zaman okuyup okumadığımı sorar, hatta laf arasında konuyu kitaba getirip bende nasıl bir fikir oluştuğunu tahkik ederdi. 1999 depremi sonrasında bir gün kendini ziyaret ettiğimde çok üzüntülü olduğunu gördüm. O sırada televizyonda haber saati vardı ve peş peşe ekrana çıkan, çoğu akademik ünvanlı pek çok uzman, insanları gelecek büyük bir deprem için korkutmakla meşguldü. Hoca bana; “Şu insanları görüyor musun? Sözde bunlar ülkemizin deprem konularında önde gelen uzmanları… İnsanları korkutmaktan zevk alıyorlar, felaket senaryolarıyla insanların ruh sağlığını bozuyorlar. Bunlar ne yazık ki ünvanları ile bağdaşmayan küçük çocuklar, insanları korku ile terbiye etmeyi marifet sanıyorlar.” dedi.

 

Son zamanlarda yalnız deprem konusunda değil, yaygın hastalıklar, orman yangınları, müsilaj, sel, toprak kayması, kar yağışının getirdiği olumsuzluklar gibi pek çok doğal afet karşısında akademisyenlerin birbiriyle yarışır şekilde felaket tellallığı yaptığını görmekteyim. Elbette bilim insanları uzman oldukları konularda toplumu uyarmak ve yönlendirmekle görevlidirler. Ama bu uyarı hiçbir zaman korku üzerine inşa edilmemelidir. Bilgisine güvenen insanlar uyarılarını spekülatif korku duygularını kullanarak yapmazlar. Toplumda kısa sürede yayılan korku duygusu insanları doğru şeyler yapmaktan alıkoyar ve panik duygusunun artmasına neden olur. Zaman zaman yapılan, “İstanbul’da çok büyük deprem olacak ve beş yüz bin, bir milyon civarında insan hayatını kaybedecek.” açıklamaları, bilim insanları için kabul edilebilir bir davranış değil, korku ile toplumda söz sahibi olmaya çalışmanın bir örneğidir. Son zamanlarda üzerinde spekülasyon yapılmaya çalışılan bir başka korku konusu ise “Maymun Çiçeği” hastalığı. Corona’nın belirli ölçüde son bulması üzerine ellerindeki oyuncak alınan bazı tıp otoriteleri bu kere yeni bir salgın ile insanlığı korkutmaya çalışıyorlar, bunca korku zaten insanlığın büyük oranda dengesini bozmuş durumda bir de yeni korku dalgası yaymaya çalışmanın anlamı ne? Bu gibi tehditleri insanları korkutarak önleyemeyiz, ancak bilinçlendirerek önlem almaları gerektiğine inandırabiliriz. Bilginin insanı olgunlaştırması, çocukça tutkularından kurtarması gerekir.