Site Tasarım: Savaş Çekiç Uygulama: İkipixel

Bu sitede bulunan resimler ve dökümanlar M. Sinan Genim'e aittir ve izinsiz kullanılamazlar. Ancak gerekli izin alındıktan sonra ve kaynak gösterilmek kaydıyla kullanılabilir.

Köşe Yazıları

TÜRKİYE'NİN ARKEOLOJİK BİRİKİMİ VE POTANSİYELİ

 

Uzun bir dönem boyunca genel kabul, tarihin yazının bulunuşuyla başladığıydı. Hâlbuki yazılı tarihin geçmişi beş bin yılın ötesine ulaşmaz, buna karşın insanlığın geçmişi beş milyon yıl kadar eskiye gider. Bu gezegenin üzerinde ortaya çıkışımızın beş milyon yıl kadar eski olduğu göz önüne alındığında yazılı tarih bu sürecin binde birlik bir bölümünü kapsamaktadır. Geriye kalan dört milyon dokuz yüz doksan beş bin yıl boyunca insanlık nasıl bir gelişim gösterir, neler yapar, nasıl yapar da bugünkü uygarlık seviyesine ulaşmamız mümkün olur?

 

Arkeolojinin amacı insanın geçmişini araştırmak ve onun varlık süreci içindeki gelişimini anlamaya çalışmaktır. Gazi Mustafa Kemal Atatürk, 2-11 Temmuz 1932 tarihleri arasında toplanan I. Türk Tarih Kongresi’nde “Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır” demiştir. Yazılı tarih çoğunlukla olayları yazan veya aktaranların dünya görüşüne, taraf oluşuna göre farklı anlatımlar içerir. Bazı olayların farklı yazarlar tarafından aktarılan hikâyeleri, zaman zaman okuyucuyu çok değişik sonuçlara götürebilir.

 

Yazanın bilgi birikimi olayların farklı anlatımlarına yol açabilir. Birebir şahit olmadığı olayları aktaran insanlar zaman zaman ilk anlatanın yorumunu değerlendirmekte olup, gerçeği ne derece doğru aktarabildikleri tartışmalara neden olmaktadır. Bu nedenle gerek birinci elden gerekse ikinci elden yazılı kaynakların her zaman doğru bilgi aktardıkları veya yorumda bulundukları düşünülemez.

 

Buna karşın arkeolojide “yanlış” veya “taraflı” bilgi diye bir olguya yer yoktur. Çünkü, geçmişin kalıntıları bütün özellikleriyle gözler önündedir. Sanat değeri olsun olmasın tüm kalıntılar arkeoloğun ilgi alanına girer. Buradaki en önemli nokta, erişilen buluntuların doğru yorumlanmasıdır. Bu aşamada yapılan yanlışlık, buluntuların değil onları yorumlayan arkeoloğundur.

 

Ülkemiz arkeoloji bilimi açısından dünyanın hiçbir ülkesi ile kıyaslanamayacak bir birikime sahiptir. İlk insanların Afrika’dan dünyaya yayılmaya başladığı dönemlere ait buluntuların en eskilerine Niğde Kaletepe Deresi ve Konya Dursunlu’da rastlanmıştır. Şimdilik, Anadolu’nun en eski insanına ait buluntular Denizli’nin Kocabaş beldesinde bulunan “Denizli Adamı”na aittir. Uzun yıllardır yapılan Samandağı Üçağızlı Mağarası kazıları günümüzden 41 ile 15 bin yıl önce Anadolu’da yaşayan insan kalıntılarına ulaşmamızı sağlamıştır. Yapılan kazılarda ortaya çıkan buluntular bu insanların taş malzemeleri işlediklerini, süslenmek için boncuk kullandıklarını göstermektedir.

 

Anadolu toprakları insanlık tarihi boyunca oluşan çok sayıdaki somut buluntuyu içermektedir. Bu buluntuların bazılarına ulaşılmış, bazıları ise ulaşılmayı beklemektedir. Ancak diğer yandan ülkemiz hızla gelişmekte ve artan nüfusu, gelişen ticaret ve sanayi hacmi nedeniyle yeni yerleşim ve sanayi alanlarına ihtiyaç duymaktadır. Yeteri kadar araştırma yapılmadan, iskâna ve her tür kullanıma (yol, sanayi alanı, taş ocağı, maden bölgesi vs.) açılan bölgeler en kısa süre içinde değerlendirilmelidir. Bu bölgelerin gerçekten olduğu gibi korunması gerekli bir alan olup olmadığına, gerekli araştırmalar yapıldıktan sonra kullanıma açılıp açılamayacağına, mesleki muhafazakarlık veya ideolojik düşüncelerle değil, bilimsel açıklamalarla cevap verilmeli ve çözüm üretilmelidir.

 

Her tür üretimin ister bilimsel olsun ister olmasın bir alıcısının olması, gelecek için değer üretmesi gerekir. Yaygın bir deyiş vardır; “Müşterisiz meta zayidir”. Yaptığımız çalışmaların yok olmaması için geniş bir alanda etkili olması, ilgi çekmesi, farklı bir düşüncenin ortaya çıkmasına yardımcı olması gerekir. Ülkemizde cumhuriyet ile başlayan ve devam eden arkeoloji, antropoloji çalışmaları ve araştırmaları dünya çapında ilgi çekmekte ve değerlendirilmektedir. Bu tür çalışmalar uygar ülkelerin, olmazsa olmaz görevlerindendir.

 

Uzun yıllar boyunca ilgi alanımız sınırlarımız içinde kaldı. 1990’lı yıllardan itibaren önce Türklerin ilk yurdu olan Moğolistan’da Höşöö Tsaydam bölgesinde araştırma ve kazı çalışmaları yaptık. Çıkan buluntular TİKA tarafından yapılan müzeye nakledildi. Moğolistan’da yapılan bir diğer çalışma ise “Tonyukuk Anıt Alanı” araştırma ve kazılarıdır. Türkmenistan’da Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan’ın türbesini tespit etmek için yapılan çalışmalar ne yazık ki yarım kaldı. Macaristan’da Kânûni Sultan Süleyman’ın iç organlarının defnedildiği türbenin açığa çıkarılması için olan araştırmalar, Kosova’da Ulpiana Antik Kenti yakınında yapılan kazı çalışmaları devam etmektedir.

 

2021 yılı itibariyle ülkemizde Türk ekipleri tarafından 118 kazı, yabancı ekipler tarafından ise 32 kazı çalışması yürütülmektedir. Almanya, İtalya, Amerika Birleşik Devletleri, Belçika, İsviçre, Fransa, Japonya ve Kanada’da bulunan araştırma enstitüleri ve üniversiteler tarafından yürütülen bu çalışmalar sonucu pek çok bilinmeze cevap aranmakta, insanlığın gelişim çizgisi tespit edilmektedir. Ülkemizde 12.280 adet arkeolojik, 266 adet kentsel, 32 adet kentsel arkeolojik, 438 adet diğer olmak üzere 13.016 adet tescilli sit alanı bulunmaktadır. 100’ü aşkın üniversitede Arkeoloji ve Sanat Tarihi bölümü eğitim ve öğretim faaliyeti devam ediyor. Bu bölümler, her yıl 5.000 öğrenci kabul etmekte ve 4.000’i aşkın mezun vermekte. Ülkemiz gerek jeolojik gerek arkeolojik gerekse mimari buluntu ve yapı yönünden yeryüzünde hemen hiçbir ülkede benzerine rastlanmayacak çeşitliliği olan büyük bir kültürel birikime sahiptir. Bu birikimi değerlendirmek için gereken bilgi ve insan potansiyeline de sahip olduğumuz görülmektedir. Ne yazık ki bu birikimi ülkemiz insanının zenginleşmesi için kullanma becerisine sahip değiliz. Bu konuyu uzun süredir çeşitli platformlarda dile getirmeme rağmen yeteri kadar başarı sağladığımızı görememekteyim. Özellikle bürokrasi içinde büyük bir muhafazakarlık var ve geçmişe nazaran giderek daha da içine kapanan bir anlayış oluşmakta. “Biz ne dersek siz onu yapacaksınız” anlayışının bir çözüm olmadığını belirtmek isterim. Bu konularda, karar vericilerin dünyayı dolaşmaları, kültür turizmi yapan ülkelerin bu konuda aldığı yolu, başarılı kültür işletmelerini incelemeleri gerekiyor.

 

Mustafa Kemal Atatürk bir konuşmasında; “Nedense her yararlı ve faydalı şeye karşı toplum içinde bir karşı çıkış oluşur, bizim dilimizde buna irtica derler” demiştir. Sanırım, başta merkezi bürokrasi olmak üzere Türk Arkeoloji ve Kültür insanları, içinde oldukları bu irticai durumdan kurtulmalı ve arkeoloji araştırmalarının ve uygulamalarının önünü açmalıdır. Her tür kültür varlığının, çevresindeki insanların zenginleşmesi için kullanılabileceğinin farkına varılmalı, bunun için gereken yol ve yöntemi bu konuda yıllardır deneyim sahibi olanlarla birlikte belirlemelidirler. Artık, “Ben yaptım oldu”, demekle hiçbir şeyin olmadığının farkına varmamız gerekiyor.