Site Tasarım: Savaş Çekiç Uygulama: İkipixel

Bu sitede bulunan resimler ve dökümanlar M. Sinan Genim'e aittir ve izinsiz kullanılamazlar. Ancak gerekli izin alındıktan sonra ve kaynak gösterilmek kaydıyla kullanılabilir.

Köşe Yazıları

FAKİHLER VE SOFULARIN KAVGASI

 

Hasretimizin kaynağı olan din, bezirgân ruhlu, menfaat mabudlu, hırs ve kinlerle yüklü insanoğlunun eline geçmesin. İşte o zaman, din adamları dediğimiz güya vicdanımızın önderleri, dini bütün ruhundan, aşkından sıyıracaklar ve kendi menfaatleriyle kendilerinin ve zümre menfaatlerini dine mal edeceklerdir ve ellerinde dinin ticaret ve siyaset mevzuundan farkı kalmayacaktır.

Nurettin Topçu

 

Ali Fuat Birkan’ın “Fakihler ve Sofuların Kavgası 17. Yüzyılda Kadızâdeliler ve Sivâsîler” isimli kitabı, Nurettin Topçu’nun yukarıda yazdığımız sözleriyle başlamakta ve bize yakın bir dönemde yaşadığımız olayları daha net bir şekilde değerlendirmemiz için yardımcı olmakta. “17. yüzyıl genel olarak dünya tarihinde kritik bir dönemdir. Bu nedenle, sözü edilen yüzyılda dünyada cereyan eden bazı sosyal olayları, kültürel ve ekonomik gelişmeleri, buluş ve yenilikleri bir daha hatırlatmak istedik.” (s. 13-14).

 

17. yüzyılda, İlmîye’de çözülme, toprak sisteminin bozulması, Âyânların zulmü, Cinci Hoca olayı, Mesihlik iddiaları ve Sabetay Sevi, Ekberîlik gibi olaylar Osmanlı toplumunu derinden etkiler. Bu süre içinde kendi yaşadığı yüzyılın bilim ve teknik açısından gerisinde kalmaya başlayan devlet yeni atılımlar yapmanın farkındadır ama, bunu yapacak yetişmiş kadrolardan ve öncülük yapması gereken ilmiye/ulema sınıfından da yoksun bulunmaktadır.

 

1582’de Balıkesir’de doğan Mehmed Efendi, Halveti tarikatı mensubu Doğancı Mustafa isimli bir “kadı”nın oğludur. Babasının yönlendirmesiyle önceleri tasavvufa meyleden Mehmed Efendi, daha sonra Birgivî’nin eserlerini okumuş ve fikirlerinden etkilenmiştir. Bir kadı oğlu olması nedeniyle “kadızâde” unvanı ile anılır ve onu izleyenlere de “Kadızâdeliler” adı verilir.

 

Kadızâdeliler ile Sivâsîler arasındaki tartışmaların ilk aktörlerinden olan Kadızâde Mehmed, rakibi Abdülmecîd Sivâsî ile 1633-1639 yılları arasında çeşitli konularda tartışmalarda bulunur. Sultan IV. Murad’ın (1623-1640) tahtta bulunduğu yıllara rastlayan bu altı yıl, aynı zamanda iki grup arasında başlayan mücadelenin ilk dönemi olur (s. 87-88).

 

1633 yılı Eylül ayında Yeni Cami’deki bir Mevlid töreninde, cemaat arasında Sultan IV. Murat, şeyhülislâm Yahyâ ve birçok âlimin bulunduğu bir sırada kürsüye önce Abdülmecid Sivâsî çıkar ve Kadızâdeliler’in bazı görüşlerini tenkit eder. Cemaat şeyhin söylediklerinden bir hayli etkilenir ve söylediklerini onaylar. Bunun üzerine kürsüye çıkan Kadızâde Mehmed, padişahın kendisine karşı muhabbetini de iyi bildiği için tesirli bir vaaz verir. Vaazın bir yerinde, Nasrettin Hoca’nın bir hikâyesini anlatmaya başlar: “Hoca Nasreddin çift sürerken küçük öküz aykırı bir hareket ettikçe büyük öküzü döğermiş, niçin deyü sual edenlere büyük öküz işaret etmedikçe küçük öküz harekete kadir değildir cevabını verirmiş.” (s. 88).

 

Kadızade Mehmed Efendi’nin başını çektiği Kadızâdeliler hareketi, Osmanlı Devleti’nin yaşamış olduğu siyasi ve ekonomik istikrarsızlıkları, idari ve sosyal bozuklukları halkın dinden uzaklaşmasına ve bid’atlara uymasına bağlayan, bir vaizler sınıfının türemesine sebep olur (s. 89).

 

Çoğu vaiz olan Kadızâdeliler hareketi mensupları, ekseriyetle taşralıdır. Buna karşın bir Halveti şeyhi olan Abdülmecid Sivasi tasavvuf ehli bir kişidir. Genel olarak görüşleri şöyle özetlenebilir; “Müspet ilimler tahsil edilir… Tütün ve kahve haram değildir… Güzel bid’atler kabul edilebilir. Bu benzeri hususlarda, her şeyin aklî ve mantıkî olanları yapmak lazımdır.” (s. 100-101).

 

Osmanlı düzeninin önemli sacayaklarından biri olan ilmiye sınıfı, bu yüzyıldaki tutucu çevrelerin ve bilimsel yeterliliği bulunmayan kesimlerin kontrolüne girmiş, hatır ve rüşvet karşılığı tayinlerle adeta bir “himaye mekânı” haline getirilmiştir. Bilhassa padişaha yakın olan sadrazam ve şeyhülislâm gibi devlet adamlarının kendi yakınlarını, hak etmedikleri mevkilere getirmeleri ve çocuk yaştaki akrabalarını ilmiyenin yüksek mevkilerine tayin etmeleri, bu saygın sınıfın itibarını zedeler (s. 115-116).

 

Hemen her kültürde zaman zaman ortaya çıkan bu gibi olayların bir örneği de Ebu’l feth Celaleddin Muhammed Ekber Şah’ın (1556-1605) saltanatının sonlarına doğru Hindistan’da ortaya çıkar. Bayezid Ensarî Pir Rûşen isimli bir tarikat lideri, Hinduizm ve İslam’ı harmanlayarak, Rûşeniler’in farklı bir yorumunu uygulamaya, panteist bir yol yaratmaya çalışır. Bu yolda yürümekte olan Rûşeniler düşünürler ki, “Allah dünya mirasını onlarını alnına yazmıştır ve kendilerine ait olanı zamanından biraz daha evvel almak isterlerse buna hakları olmadığını kim söyleyebilir.

 

Ahmet Yaşar Ocak; Kadızâdeliler hareketini büyük anlamda “dinde tasfiyeyi paravan yapıp dini çevrelerin mevcut nüfuz ve iktidar mücadelesine katılması ve bundan menfaat sağlama gayesi güden bir hareket olarak” değerlendirmektedir. Buna karşın tasavvufî anlayış, farklı kavramlarla inanç, iman ve ibadetin samimiyetle ifasına değer verir.

 

Kadızâdeliler’in düşüncelerini yaymada kullandıkları temel argüman “emr-i bil’l-ma’rûf ve nehy-i ‘ani’l münker” (iyilikleri emretmek ve kötülüklerden alıkoymak) ilkesidir. Sivâsîler’de iyilikleri emretmek ve kötülüklerden alıkoymak ilkesini önemli görmektedirler. Ancak onlar için önemli olan; “her şeyden önce insanlara karşı yumuşak ve merhametli davranılmasının elzem olduğudur”.

 

Kadızâdeliler ile Sivâsîler arasındaki tartışmalara, dönemin ünlü düşünürü Kâtip Çelebi de (1609-1657) katılır. Mizânü’l-Hakk isimli eseri, zamanında büyük tartışmalara yol açar. Her iki kesime de eleştirilerde bulunan Kâtip Çelebi’nin bu eserini “halkı birbirine düşürmek için mi, yoksa birleştirmek için mi yazdığı” tartışılır ve şeyhülislamdan fetva istenir.

 

Şeyhülislam Abdürrahim Efendi bu eserin halkı uzlaştırdığı, onlara doğru yolu gösterip ılımlığa yönelttiği şeklinde bir fetva verir. Böylece Kâtip Çelebi’nin eserinin ayrılığa yol açmadığı, birleştirici olduğu kanaatine varılır.

 

Kâtip Çelebi “akıl ile naklin ikiz olduğu ve akla dayanan ile nakle dayananın iki rahvan at olduğu” benzetmesiyle akli ve nakli ilimlerin bir arada ve aynı önemde göz önünde bulundurulması gerektiğini savunur (s. 168).

 

Ulu Osmanlı devletinin ilk çağlarından Sultan Süleyman Han zamanına gelinceye dek hikmet ve şeriat ilimlerini uzlaştıran gerçek araştırmacılar ün salmışlardı. Ebufeth (Fatih) Sultan Mehmed Han, Medaris-i Semaniye’yi yaptırıp kanuna göre iş görüp okutulsun diye vakfiyesinde yazmış, Haşiye-i Tecrîd ve Şerh-i Mevâkıf derslerinin okutulmasını bildirmiştir. Sonra gelenler bu dersler felsefiyattır diye kaldırıp Hidâye ve Ekmel derslerini okutmayı akla uygun gördüler. Yalnız bunlarla yetinmek akla uygun olmadığı için ne felsefiyat kaldı ne Hidâye kaldı ne de Ekmel.

 

Kadızâdeliler’in “selefi” karakterleri, hadiseleri ne kadar yüzeysel değerlendirdiklerini göstermektedir. Dinin ruhundan, estetik ve esprisinden ziyade, şekil ve kabuğuyla ilgilenen bu zihniyet, farklı dönemlerde isim ve mahiyet değiştirerek karşımıza çıkmaktadır. Kur’ân ve sünnette doğrudan doğruya yasaklanmamış bir hususu, sadece peygamberimizin yaşadığı dönemde olmadığı için, üstelik benzer bir yasakla da kıyaslamadan, doğrudan haram kabul etmek, bugün de bazı kesimlerin sıklıkla başvurdukları bir metot olarak karışımıza çıkmaktadır (s. 180).

 

Buna karşın 17. yüzyılın ünlü bilgini Kâtip Çelebi’nin yüzyıllar önce yaptığı uyarının güncelliğini koruduğunu ve günümüze ışık tutması gerektiğini hatırlatmak isteriz.

 

İslamlığın ve Müslümanların sultanının, bu tür kuru dindarlık ve taassup sahiplerini, kim olursa olsun, ezip yola getirmesi, üzerine düşen vazifelerdendir. Çünkü geçmişte, bu tür taassup kavgasından çok fesatlar olmuştur… Dünyanın düzeni, bütün halkın çizgiden dışarı çıkmamasıyla yürür gider. Haddini bilen ve sınırı aşmayan kişiye Allah rahmet etsin.” (s. 188).

 

Ali Fuat Bilkan’ın yazdığı ve İletişim Yayınları’nın yayımladığı “Fakihler ve Sofuların Kavgası” isimli kitap özellikle okumamız gereken, yaşamakta olduğumuz olayları değerlendirmekte ve anlamakta bize kolaylık sağlayacak bir araştırmadır. Kendisine bu çalışması için teşekkür eder, devamını beklediğimizi söylemek isterim.

 

Bu arada duyduğumdan beri her zaman kulağımda olan Ziyaeddin Fındıkoğlu’nun bir sözünü bir kere daha hatırlamak istedim.

 

"İslam zariftir, zerâfet ister."

 

Ali Fuat Bilkan, Fakihler ve Sofuların Kavgası, 17. Yüzyılda Kadızâdeliler ve Sivâsîler, İstanbul, 2016.