Site Tasarım: Savaş Çekiç Uygulama: İkipixel

Bu sitede bulunan resimler ve dökümanlar M. Sinan Genim'e aittir ve izinsiz kullanılamazlar. Ancak gerekli izin alındıktan sonra ve kaynak gösterilmek kaydıyla kullanılabilir.

Köşe Yazıları

TEVAZU ÜZERİNE

 

Günümüzde unutulmuş kelimelerden biri de ‘tevazu’dur, bir konuşma sırasında, tevazu üzerine de bir yazı yazsanıza diye bir istek geldi, bende biraz araştırdım. Tevazu kelimesi sözlüklerde; “Olumlu ve üstün niteliklerini ortaya koymaktan kaçınmak; alçak gönüllü olma. Gösterişsizlik, övünmeme.” olarak açıklanıyor. Günümüzde insanların bırakın üstün niteliklerini alelade niteliklerini bile nerede ise gözümüze sokmak için gösterdikleri insan üstü çabayı gördükçe tevazu da ne imiş diye düşünmemek elde değil.

 

Tevazu üzerine geçmişte yazılan yazılar arasında en dikkatimi çeken yazı Nişabur’da doğup aynı kentte vefat eden İmam Kuşeyrî’nin (986-1074), 1045-1046 yıllarında yazdığı “Kuşeyrî Risalesi”nde ki “tevazu” üzerine isimli metin oldu. Detaylı bir araştırma yapınca tevazu ile ilgili sözlerin çok daha eskilere dayandığını gördüm. MÖ 1300’lü yıllarda yaşayan Amenemope isimli bir yöneticiye atfedilen ve günümüzde British Museum arşivlerinde bulunan “Amenemope’nin Bilgeliği” kitabında “İyilik ve tevazu tüm düşmanlıklarını yener.” denilmekte.

 

Kuşeyrî Risalesi’nde tevazu üzerine söylenmiş pek çok söz var. Örneğin Veysel Karanî; “Aradığım yüksekliği tevazuda, peşinde olduğum liderliği halkla meşverette, soyluluğu takvada, şerefi kanaatte, rahatlığı zühde, zenginliği de tevekkülde buldum.” diyor. Malik b. Dinar ise, “Her kim kendini kıymetli bilirse, onun tevazudan nasibi yoktur” demekte

 

Hz. Ali’de üç davranışın tevazunun başlangıcı olduğundan söz eder;

1. Karşılaştığın kimseye ondan önce selam vermek.
2. Bir mecliste sıradan bir yere oturmaya razı olmak.
3. İbadeti, işini riyadan (iki yüzlülük) uzak tutmak.

 

Doğrusu içinde yaşadığımız zaman içinde bu öğütleri tutmak ne derece mümkün. Yurt dışında bulunduğum dönemlerde mağazalar da bir şeylere bakarken, yanıma yaklaşan görevliye bir şeyler sormak ihtiyacı duyarak konuşmayı başlatırım, ilk duyduğum söz günaydın veya iyi akşamlar gibi, hoş geldiniz türü bir söz olur. Karşınızdaki insanlarla konuşmaya başlamanın ilk cümlesinin selâm veya hatır sormak olduğu birden aklıma gelir, utanır ve günaydın veya iyi akşamlar diye cevap veririm. Hâlbuki bize, daha ilkokul öğrenciliğim sırasında Kuzguncuk’tan vapura binmeden önce bilet alırken gişedeki yüzünü bile zor gördüğümüz memura önce “günaydın” demeyi öğretmişlerdi. Eğer günaydın veya hayırlı sabahlar demeden parayı uzatır ve bilet isterseniz, memur öne doğru eğilir, “hayrola canınızı sıkan bir şey mi var, rahatsız mısınız” diye sorardı. Ama zaman içinde çoğunluğun günaydın veya benzeri bir söylemin farkında olmadığını, toplumumuzda pek de alışkanlık haline gelmediğini, selâm verdiğiniz bazı kişilerin ise “ne istiyorsun, uzatma onu söyle” bile dediklerine şahit oldum. Ne yazık ki çok eski dönemlerden beri tevazunun, bir başkası bize selâm vermeden önce bizim ona selâm vermemizle başladığını bile unutur olduk.

 

“... Geçmişte Hasan b. Ali ellerinde küçük bir ekmek parçası olan iki çocuğa rastlar. Çocuklar onu misafir etmek isterler, o da atından inip onlarla ekmeği yer. Sonra onları kendi evine götürüp, yemek yedirir, giydirir. Nimet onlarındır der, zira onlar bana yedirdiklerinden başkasına malik değillerdi. Hâlbuki biz onlara yedirdiğimizden fazlasına malikiz...” Çokça hatırlamamız gereken bir şey malik olduklarımıza herkesin sahip olmadığı, bizim için bir şey ifade etmeyen sözde varlıklarımızın bir başkasının hayatını değiştirebileceğidir. Paylaşmanın önemli olduğunu unutmamamız da bir tevazu gereğidir.

 

Tevazu, insan sevgisinin, merhametinin ve şefkatinin en önde gelen şartlarından birincisidir. Mütevazi insanın diğer insanlara verdiği değer hemen hissedilir, hepimiz bu tür insanların yanında kendimizi daha rahat hissederiz. O yüksekten bakışın getirdiği rahatsızlık duygusunu hissetmeyiz. Tevazu sahibi insanlar, kendilerine yapılan önerileri içtenlikle dinlerler, hiçbir konuda “en doğruyu ben bilirim” iddiasında bulunmazlar. Doğruya karşı direnmez, yanlışa öfke duymazlar. “Hata rabbanidir, hata da ısrar ise şeytani” diye düşünür, mümkün olduğu kadar hata yapılmasının, özellikle de hatada ısrarın yanlış olduğunu anlatmaya çalışırlar. İnsanların düşünceleri ve sorunlarına karşı duyarlıdırlar. Hiçbir konuda üstünlük iddiasında olmadıkları, herkesi kendi gibi önce insan kabul ettikleri için “Önce o selam versin, önce o hatır sorsun” gibi kibirden kaynaklanan düşüncelere değer vermezler. Karşısındaki insanlar ne kadar katı ve kibirli olsa da tevazuyu elden bırakmazlar. Tevazu sahibi insan herkesin fikrinin kendince önemli olduğunu bilir, bu nedenle her fikre açık olması gerektiğini bilir.

 

Furkan Suresi’nin 63. Ayet’i, bu konuda bize yol gösterir;

Rahmân’ın has kulları ki, onlar yeryüzünde tevazu ve vakar içinde yürürler ve ne zaman kötü niyetli, dar kafalı kimseler kendilerine laf atacak olsa, sadece ‘selâm’ derler.

 

Tevazu kavramı batı düşüncesi içinde de kendine yer bulur. Daha doğrusu insanın, kâmil insanların bulunduğu her toplulukta tevazunun önemi üzerinde konuşulmuş ve çeşitli yazılar yazılmıştır. Bu konuda ki en güzel deyişlerden biri de Montaigne aittir;

Alçakgönüllü yüreklerde yaşayan düşünceler yüksek düşüncelerdir.

 

Tevazu, kibrin ve büyüklenmenin zıttı olduğu için uygulanması ve insanın doğal bir davranışı olarak kabul edilmesi gerçekten zordur. Günümüzde hemen herkesin ilmini, bulunduğu makamı, parasını, başarılarını büyüklenmenin bir vesilesi olarak kullandığı bir dönemde tevazu sahibi olmanın bir zafiyet olarak algılanması da mümkündür. Ama yine de tevazu sahibi olmayı kendimizi rahatlatan bir duygu olarak geliştirmenin önemli olduğunu düşünmekteyim.

 

Ünlü İngiliz filozof Thomas Hobbes, 1651 yılında yazdığı “Leviathan” isimli kitabında; “Adalet, eşitlik, tevazu, merhamet ve başkalarına kendimize yapılmasını istediğimiz şekilde davranmayı gerektiren bütün erdemler ancak güç ve korku ile uygulatılabilir. Çünkü tevazu; bencillik, gurur ve intikam gibi doğal tutkulara aykırıdır.” demekte. On yedinci yüzyılda bazı erdemlerin güç ve korku ile uygulatılabileceği düşünülmüş olsa da günümüzde bu duyguyu küçük yaşta başlayan eğitim ile çok daha köklü bir şekilde insan yaşantısına yerleştirmek mümkündür. Korku ve güçle yerleştirilmeye çalışılan alışkanlıklar bir süre sonra kişisel olarak güçlendikçe ortadan kalkabilir, köklü ve doğal değildirler. Tevazunun aşırısına eskiler “tezellül” derlermiş. Kendini küçük görme, alçalma, küçülme anlamına gelen bu sözcüğün getireceği yükten uzak durmak gerekir. Anlaşılan tevazunun da bir haddi vardır, her şeyde olduğu gibi tevazunun da fazlasından da kaçınmak gerekir.