Site Tasarım: Savaş Çekiç Uygulama: İkipixel

Bu sitede bulunan resimler ve dökümanlar M. Sinan Genim'e aittir ve izinsiz kullanılamazlar. Ancak gerekli izin alındıktan sonra ve kaynak gösterilmek kaydıyla kullanılabilir.

Köşe Yazıları

BİR MİSYONERİN MERZİFON HÂTIRALARI

 

1810 yılında Amerikan Yabancı Misyonlar Birliği (American Board of Commissioners for Foreign Missions-ABCFM) Boston’daki merkezinde faaliyete geçer. Hareketin liderleri çoğunlukla 1648’de Cambridge’de ortaya çıkan ve XIX. yüzyılda New England’ta baskın hale gelen ve kökleri Kalvinistlik geleneğe bağlı olan Kongresyonalistlerdir. Kısa bir süre sonra, Williams Koleji Başkanı Mark Hepkins deniz aşırı ülkelerde mukaddes haçın misyonerliğini yapmak üzere öğrencilerini teşvik eden bütün önde gelen kolejlerin eğitimcilerinin temsilcisi olarak bu harekete katılır.

 

1819’dan itibaren deniz aşırı ülkelere, özellikle de Türk İmparatorluğu adı ile anılan Osmanlı coğrafyasına tetkik gezileri başlatılır. 1831’de imparatorluğun başkenti İstanbul misyonerler için bir merkez, Amerikan Misyoner Teşkilatı (American Board) için bir istasyon olarak seçilir. İlk öncüler arasında adı geçen Cyrus Hamlin 1840’da Bebek’te ilk okulu açar.

 

Osmanlı coğrafyasına tetkik gezisi için gelen ilk misyonerler, geldikleri ülke ve coğrafya konusunda hemen hiçbir bilgiye sahip değildirler. Kudüs’ü ziyaretleri sırasında Hıristiyanlığın üç ana mezhebe sahip olduğunun kabul edildiğini ve bunların Roma, Grek ve Ermeni dalları olarak isimlendirildiğini duyduklarında şaşırırlar (s. 119). Bu misyonerler o kadar cahildirler ki, mensup oldukları inancın mezhepleri hakkında herhangi bir bilgi sahibi bile değildirler. Deniz aşırı ülkelerdeki insanları aydınlatmak üzere eğitildiklerini söyleyen kitabın yazarı, Orta Doğu’da binlerce yıldır çeşitli mezheplerin olduğunu onların en çok cemaate sahip olanlarının kendilerini Katolik, Ortadoks ve Gregoryen olarak niteliklerinden bile habersiz olup, inançları bir şehir ve iki ırk üzerinden tarif etmeye çalışmaktadır.

 

1864 yılında Batı Türkiye Misyonu adı altında Bebek’te çalışmalarını sürdüren American Board, George E. White’ın ifadesi ile “... Bazı nedenlerden dolayı, Merzifon çekici ve iyi bir yerdi...” açıklamasıyla merkez okulun İstanbul gibi bir metropolden, daha içerlerdeki, gözden uzak bir bölgeye taşınmasına karar verir. Bu dönemde bütün Batı Türkiye’deki sistemi besleyen ve hocaları sağlayan tek Amerikan Koleji, İstanbul’da 24 Nisan 1863 tarihinde faaliyete geçen Robert Kolej’dir. Kuzey Doğu Anadolu’ya hizmet veren Doğu Misyonu’nun merkezi Harput’taki Fırat Koleji ve Güney Doğu’ya hitap eden Merkezi Misyon’un merkezi Antep’teki Türkiye Koleji’dir. Bunların yanı sıra Beyrut’ta da bir kolej bulunmaktadır.

 

George E. White Merzifon’u şöyle tarif etmekte; “... Küçük Asya veya yerel deyişle Anadolu, avucu size bakan iyi niyetli dost bir sağ ele benziyor. Asya kıtasının derinliklerinden Avrupa’ya ve batı dünyasına uzanan bir el. Kuzeyde Karadeniz, batıda Ege Denizi, güneyde Akdeniz var. Constantinople işaret parmağının ucunda, İzmir orta parmağın ucunda. Karadeniz kıyısındaki Samsun, başparmağın sırtında ve Samsun’dan ve sahilden 80 mil uzaklıktaki Merzifon başparmak çıkıntısının altında...”

 

15 Kasım 1890 günü Merzifon’a ulaşan White ve eşi, burada kampüsün en yüksek yerine 1871 yılında inşa edilen iki katlı küçük bir Çan Kulesi bulunan kare planlı bir Teoloji Okulu, daha aşağı bir kotta Kız Okulu, bir tanesi onlara tahsis edilen üç Amerikan Evi ve ekmeği ile ünlü bir fırınla, küçük bir atölyeden oluşan yapılar topluluğuyla karşılaşırlar. Bu sırada kolejin 200 öğrencisi bulunmaktadır. Bu yapılar kendi gayretleriyle büyütülecek olan kolejin beşiği olacaktır.

“... İlk başta karşımıza çıkan iş, Türk dilinin uygulamadaki bilgilerini öğrenmek oldu. Ben öğrenmem gereken dilin Türkçe olması gerektiğinden memnundum. Zira Türkçe, hükümetin ve halkın genel diliydi. Halbuki bizden öncekiler, bastırılmış durumdaki Ermenice ve Rumca ile uğraşmak zorunda kalmışlardı… Fakat Türkçe grameri, çalıştığım diğer dillere göre, şaşırtıcı şekilde düzenliydi. Bu dili öğrenmekten zevk aldım ve kendi dilim gibi hissettim. Tahminime göre, zamanla 14.000 fiil formunu öğrenmiştim ve kolayca kullanabiliyordum. Bu rakkam 17.000 fiili bildiğini söyleyen bir başkasıyla karşılaşana kadar mübalağa gibi geliyordu...” (s. 133-134).

 

... Cami ibadeti, oldukça etkileyicidir. Bir erkek (kadın yoktur), omuz omuza, birbirlerinin ardındaki saflarda, birbirlerine sıkı sıkıya bağlı tarzda dururlar. Müezzinin sesiyle, hepsi doğrulur, tekrar aynı sesleri alınları zeminde dizlerinin üstünde secde ederler. Sesin tekrarı ile yine doğrulurlar. Camideki ibadetler, bana daima gerçek bir ibadet olarak gözükmüştür. Ve yerimde yapabildiğim doğrulukta onlara katılmışımdır. Kuran’ın ilk suresini dikkatlice inceledim ve kendi dualarımda İngilizce olarak kullandım. Fakat bir Müslümanın bunu bilmesine izin vermedim. Zira Türkçeye tercüme bir tabu idi...” (s. 165-166).

 

Bu anlatısı White’ın Türkçe’nin yanı sıra, tercüme yapabilecek kadar Arapça’da öğrendiğini ve zaman zaman cami içinde yapılan ibadete de katıldığını göstermektedir. “... Müftü ve ben sık sık genel ilgi konusu konuları serbestçe tartışırdık. Bir gün sıkıntılarını açığa vurdu. ‘Görüyorsun, mutsuz memleketimizde her şey nasıl oluyor. Allah korkusu yok, camilerde ibadet eden yok. Ramazan’da gündüz insanlar oruç tutuyor ama gece o kadar çok yiyorlar ki ayın sonunda başlangıcından daha şişman oluyorlar. Dünya zevklerine bağlılık, çıkarcılık ve ahlaksızlıktan başka bir şey kalmadı...” (s. 170-171).

 

Cumhuriyet’in getirdiği yeni değerlerle bir süreliğine terk edilmiş gibi görülen
bu alışkanlık anlaşılan çok köklü olmalı ki günümüzde de benzer şikayetlerin büyük oranda tekrarlandığı görülmekte.

 

Bu arada White çok önemli bir tespitini de yazmakta; “... İslam, insanının acizliğini ve zayıflığını, Allah’ın yüceliği ve merhameti kadar parlak tasvir edebiliyor. Fakat bir kaçış yolu göstermiyor. Bir Kurtarıcı’ya veya Kefalet ödeyiciye sahip değildi...” (s. 181).

 

İslâm inancında dünyaya gelen herkes masumdur. Bu dünyadaki eylem ve davranışlarının sonuçlarından sorumludur. Allah’a karşı olan görevlerini yerine getirirse, İslâm’ın beş şartına hürmet ediyor ve yerine getiriyorsa herhangi bir korku duymasına gerek yoktur. Fakat, günümüzde çoğunlukla görmezden gelinen çok önemli bir ayrıntı söz konusudur. Allah rahim ve rahmandır, kendisine karşı işlenen hataları affeder, ancak “Kul Hakkı” denilen kişiler arasında hak tecavüzlerini affetmesi mümkün değildir. Kişiler arasındaki her tür tecavüzün ve hak ihlalinin tecavüze uğrayan kişiler tarafından affedilmesi gerekir. Son zamanlarda gittikçe yaygınlaşan bir anlayış günde beş vakit namaz kılanların her tür günahının affedileceğini inancıdır. Peki bu durumda kul hakkına ne olacak, odamı affedilmiş olacak? Bu dünyada hakkı yenen, ezilen, bazı durumlarda tüm hayatı alt üst olan insanların ilahi adalete güvenleri ne olacak?

 

White hemen her fırsatta Merzifon’a yakın bölgeleri gezmekte ve bilgi toplamaktadır. Bir keresinde dağ yollarından, eşiyle birlikte Şavşat’a kadar uzun süren bir seyahat yapar. Bu seyahat sırasındaki gözlemlerini; “… Aynı insanların gündüz imam, gece papaz oldukları aynı dağ kulübelerinin toprak üstünde camii olup, mahzenlerinde gizli köşedeki Hıristiyan mihrabı ile kilise oldukları; aynı çocukların sünnet edilip Osman veya Ali diye adlandırılıp, Ioannes ve Georges diye vaftiz edildikleri söyleniyordu...” (s. 199-200) sözleriyle aktarmakta. 1908 yıllında ilan edilen II. Meşrutiyet sonrası ortaya çıkan güven ortamı sırasında yapılan hayali bir konuşmanın ne kadar gerçeği yansıttığını ise okuyucunun taktirine bırakmak isterim.

 

... Kahvelerdeki konuşmalara göre; bir Stavrili ve komşusu Türk karşılaşmışlar. Müslüman ‘Hıristiyanlığa döndüğünüzü duyduk’ demiş. Rum ise; ‘Biz de siz de atalarımızın Hıristiyan olduklarını biliyorduk. Bu mirasa sahip olup, Hıristiyanlığımızı ilan etmeye karar verdik’ diye cevaplamış. Bunun üzerine Türk; ‘Kendinizi gerçek birer mümin olarak tanıttınız. Benimle beraber, omuz omuza namaz kıldınız ve aynı Müslüman duaları ettiniz. Bu durumda, Allah’ı kandırabildiğinizi nasıl düşünebildiniz?’ diye sormuş. Stavrili ise; ‘O benim ne olduğumu her zaman için biliyordu. Ben Allah’ı aldatmadım. Ben sizi aldatmaya çalıştım ve başardım’ diye cevap vermiş...” (s. 200).

 

10 Mayıs 1916 günü Merzifon’da bulunan hükümet yetkilileri okulu ziyaret ederek Ruslar’ın Erzurum ve Trabzon’u işgal etmeleri sonrası bulundukları bölgenin “harp bölgesi” haline geldiğini bildirerek binalara ve araziye askerî hastane olarak kullanılmak üzere el konulduğunu bildirirler. Bu durumda okul tatil edilerek boşaltılır. 31 Ekim 1918 günü Türk Hükümeti barış için başvuruda bulunur. Hemen akabinde hazırlıklara başlayan Yakın Doğu’da gönüllü olarak çalışmak isteyenler hareket geçerek 14 Mart 1919 günü Merzifon’a ulaşarak okulun tekrar açılması için çalışmalara başlarlar. Bu dönemde bir İngiliz Birliği’nin Merzifon’da üstlendiğini belirten White, bu birliğin başında bulunan İngiliz subaylarının yetersizliği nedeniyle, birliğin idaresinin Dr. Pye’e bırakıldığını belirtir. 1916 Mayıs ayından beri faaliyette bulunmayan kolejin tekrar eğitime başlaması 1 Ekim 1919 tarihinde gerçekleşecektir. White bu çalışmalarında Başkan Ulysses S. Grant’ın (1822-1885) bir sözünün kendilerine ilham verdiği belirtir;

 

... Yeniden başlamanın yolu, beyler yeniden başlamaktır...” (s. 234).

 

1920-1921 eğitim yılı 8 Eylül günü açılır, o yıl kolejin 218 öğrencisi bulunmakta olup, bunların yalnızca 21’i Türk’tür. Bu tarihlerde Türkiye’de faaliyet gösteren ekibin içinde yer alan Dr. W. J. Dodd, Merzifon’daki koleji ziyareti sonrası, Ankara’dan Yakın Doğu Yardım Heyeti ve Hareketi Başkanı Dr. Barton’a yazdığı 2 Kasım 1920 tarihli bir mektupta; “... Merzifon tabii halinde, her şey olduğu gibi yürüyor. Kolej, Kızlar Okulu, Hastane, Yetimler Yurdu, Endüstriyel Çalışmalar, her şey eski günlerin havasını veriyor. Tabii şartlar ve araçlar eskisine nazaran acınacak derecede yetersiz, binalar kötü durumda, politik hal hepsinin üzerine bir bulut örtmüş durumda. Fakat Merzifon’un ileri gitme ruhu ve mümkün olan en iyiyi elde etme isteği hala, orada geçerli. Kızlar Okulu büyük oranda yetimlerden müteşekkil. Aynı şekilde kolejin de büyük bir kısmı öyle ama aynı zamanda ödeme yapan talebe sayısı da oldukça iyi. Merzifon, bana ülkedeki yetimhanelerden alınacak çocukların yüksek öğrenim için gönderilebilecekleri yer olarak görünüyor...” demektedir.

 

1919 yılı Haziran ayında, Merzifon’da bulunan 60-80 kişi arasında değişen İngiliz Birliği geri çekilir. 12 Şubat 1921 akşamı kolejin Türk hocalarından Zekai Ketani Efendi vurulur ve kısa süre içinde ölür. Ertesi gün bölgedeki ordu birliklerinin karargâhı Merzifon’a nakledilir. General Cemil Cahit (Toydemir) idaresindeki bu birliklerin şehre yerleşmesini takiben ortam değişir, artık Kolej yöneticilerinin istedikleri gibi hareket etme kabiliyeti azalmıştır. 18 Mart 1921 günü yapılan bir toplantı sonucu Kolej’in faaliyetine son vermesi ve yabancı hocaların üç gün içinde Merzifon’u terk etmesi istenir. 22 Mart 1921 günü Yakın Doğu Yardım Grubu iki kamyon, altı küçük at arabası ile Anadolu Koleji’ni terk ederek, Samsun’a doğru yola çıkarlar. Bundan sonra Kolej’in Selanik’te devamına karar verilir.

 

George E. White çoğu kez belirttiği gibi Merzifon’da bulunduğu uzun süre içinde yakın çevreyi gezmiş ve bu bölgeler hakkında bilgi toplamıştır.

 

Örneğin kitabının sonunda; “... Yıllarca dikkatli çalışmalarla elde ettiğim en iyi bilgilere göre, ülkenin tabii kaynakları Almanya’dan zengindi...” (s. 333).

 

Yunanlıları Mr. Venizelos, Türkleri’de Mustafa Kemal Paşa’nın temsil ettiği bu teşkilatta Arnavutlar, Bulgarlar, Yugoslavlar ve Romenler vardı. İlk iki halk eski tabii düşmanlardı, ama kızgın düşmanlar yerine, bağımsız komşular olarak yaşamanın kendileri için daha iyi olacağını her ikisi de fark etmişti. Bir arada oynayan altı küçük oğlan, eğer büyük çocuklar onları yalnız bırakırlarsa genellikle iyi anlaşırlar...” (s. 336-337) diyerek, bir dönem kurtarıcı rolü altında bölgeye müdahale eden, yüzyıllardır bir arada yaşayan insanların birbirlerine düşman olmasının ve kan dökülmesinin sorumlularını işaret etmektedir.

 

Kolej’in bir dönem faaliyetine son verdiği 1916-1919 yılları arasında Amerika’ya dönen George E. White, bu dönemde Minesota Eyaleti’nin Yakın Doğu Yardım Heyeti Direktörlüğü’nü yapar. Bu görevi sırasında yardım parası toplama işinin bir parçası olarak yürütülen kilise konferanslarında etkin bir görev icra eder. Geniş ölçüde basında yer bulan bu beyanatları sırasında şahit olmadığı, ama duyduğunu söylediği zulüm ve katliamlardan söz ederek, Türk hakimiyeti altındaki Hıristiyan halkların yedi yüzyıldır esaret altında oldukları konusunda söylemlerde bulunmuştur.

 

Yıllarca Merzifon’da görev yapan (1890-1916 / 1919-1921) ve Türkleri yakından tanıyan White’ın gerek konferansları, gerekse kaleme aldığı eserlerinde büyük bir Türk düşmanlığı gütmesi kabul edilebilir bir davranış değildir. Eğitim ve yardım adı altında bir dönem Anadolu’ya nefret tohumları eken bu ve benzeri girişimlere karşı her zaman hassas olunması gerektiğini hatırlamamız gerekir. Teşhisleri ne kadar yanlı olursa olsun, bir dönem ülkemizde faaliyet gösteren bir yabancının yazdıklarını okumanın ve üzerinde düşünmenin geleceğimiz için faydalı olacağını düşünmekteyim.

 

George E. White, Bir Amerikan Misyonerinin Merzifon Amerikan Koleji Hâtıraları, Çev. Cem Târık Yüksel, İstanbul, 1995.

 

Cemal Güven, "Amerika’daki Ermeni Propagandasına Bir Örnek: Merzifon Amerikan Koleji Başkanı George E. White (1916-1919)", Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, (Aralık 2010), s. 571-587.