Site Tasarım: Savaş Çekiç Uygulama: İkipixel

Bu sitede bulunan resimler ve dökümanlar M. Sinan Genim'e aittir ve izinsiz kullanılamazlar. Ancak gerekli izin alındıktan sonra ve kaynak gösterilmek kaydıyla kullanılabilir.

Köşe Yazıları

ARI KONANINA ÇOMAK SOKMAK

TÜRKİYE’DE HAMASİ OLMAYAN DÜŞÜNCE İLGİ GÖRMEZ

 

Ahmet Yaşar Ocak’la hiç karşılaşmadık ama pek çok konuda düşüncelerimiz birbirine pek yakın. Çalışkanlığına, araştırma tutkusuna ve akademik anlayışına hayranlığım var. Spekülasyona bulaşmadan, akademik unvanının arkasına sığınmadan, az ve öz konuşur. Haşim Şahin’in kendisiyle yaptığı nehir söyleşiden oluşan “Arı Kovanına Çomak Sokmak”taki üslubu gibi...

 

Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler”, “Osmanlı İmparatorluğunda Marjinal Sûfîlik: Kalenderiler, Türk Sûfîliğine Bakışlar”, “Babailer İsyanı Aleviliğin Tarihsel Altyapısı”, “Ortaçağ Anadolu’sunda İslâm’ın Ayak İzleri”, “Türkiye Sosyal Tarihinde İslâm’ın Macerası”, “Osmanlı Sûfîliğine Bakışlar”, “Türkler-Türkiye ve İslâm”, “Tarihten, Teolojiye İslâm İnançlarında Hz. Ali”, Dede Garkın&Emirci Sultan ve adını burada sayamadığım pek çok kitap ve yüzlerce makale...

 

Ahmet Yaşar Ocak hocayı yıllardır takip ederim. Hiç karşılaşmadık ama sanırım pek çok konuda düşüncelerimiz birbirine pek yakın. Her şeyden önce kendisinin çalışkanlığına, araştırma tutkusuna ve akademik anlayışına hayranlığım var. Spekülasyona bulaşmadan, akademik unvanının arkasına sığınmadan, az ve öz konuşur. Onu dinlemek her zaman bana zevk vermiş, konuşmaları ilgimi çekmiştir.

 

Ağustos ayı içinde hocanın, Haşim Şahin ile yaptığı söyleşiyi içeren “Arı Kovanına Çomak Sokmak” isimli kitabını okudum. 1946’da doğan, ilk ve orta öğretimini Yozgat’ta tamamlayan Ahmet Yaşar Ocak, İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nde okur; bu okulu bitirme aşamasında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’ne kayıt olur. Söyleşisinde anlattığı zorluklar nedeniyle her ikisini de 1971’de bitirir.

 

YOZGAT’IN ERMENİ VE RUM NÜFUSU

 

Bu bölümdeki, söyleşide geçen şu cümlesi dikkatimi çekti: “Benim çocukluğumda Yozgat’ta oturmakta olan Ermeni ve Rum nüfusun kökeni bu. Şehirde Ermeni ve Rum mahalleleri ve bu mahallelerde kiliseleri vardı. Çocukluk arkadaşlarımdan bazıları Rum ve Ermeni’ydi” (s. 25) “Bazıları sonradan Müslüman olmuşlardı. Belki gerçekten istedikleri için, belki de sayıları giderek azaldığından göze batmamak, rahat yaşayabilmek, ‘gavur’ gözüyle görülmemek için” (s. 51). Mübadelenin üzerinden otuz yıla yakın zaman geçmesine rağmen Yozgat’ta Rum iskanı vardır ve şehir hayatı farklı bir zenginlik içermektedir. Bu nüfusun tümü mü göç etti, yoksa “kalabalığın” arasında varlıklarını devam mı ettiriyorlar; araştırıp öğrenmezsek yüzyılların gerçeğini nasıl tespit edip, tedavi yöntemleri geliştireceğiz? Sayıları az da olsa bu insanların kendilerini ifade için ortaya çıkmaları, özgürlüklerini doyasıya yaşamaları gerekmez mi?

 

Öğrenciliği sırasındaki çalışkanlığı ve tarihe olan ilgisi nedeniyle hocaları Tayyip Gökbilgin ve Nejat Göyünç mezuniyeti sonrası asistan olarak yanlarında kalmasını isterlerse de kadro nedeniyle olmaz, bir yıl kadar Osmaniye İmam Hatip Lisesi’nde meslek dersi öğretmenliğini takiben 1972’de bu kere Hacettepe Üniversitesi Tarih Bölümü’ne asistan olarak kabul edilir ve “master” tezi çalışmalarına başlar. Bu arada Hacettepe Üniversitesi Tarih Bölümü’nü kuran ve aynı zamanda bölüm başkanı olan Prof. Dr. Ercüment Kuran’dan hemen her akademisyene örnek olması gereken bir nasihat alır: “Bu bölümde hiç kimse diğerinin ayak işlerini yapmaz. Herkes kendi işi için çalışır. Hiçbir hoca başka bir genç arkadaşı kendi işinin peşine koşturmaz” (s. 176). Bu sözler bana 1974’te Devlet Güzel sanatlar Akademisi’nde asistanlık yaparken doktora çalışması için geldiğim İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ndeki hocalarım rahmetli Ord. Prof. Dr. Mazhar Şevket İpşiroğlu ile Prof. Dr. Nurhan Atasoy’u hatırlattı. Onlar da bana “Ders dışında burada durma, git çalış, kütüphaneye git, İstanbul’u dolaş, bilgini artır, zamanını boşa harcama, biz hepimiz kendi işimizi kendimiz yaparız!” demişlerdi.

 

35 SAYFALIK TEZ

 

Master tezi çalışmalarına başlayan Ahmet Yaşar Ocak, birden farklı bir dünya ile karşılaşır. Ercüment Kuran’ın koyduğu kural gereği bir tezin 35 sayfayı geçmemesi gerekmektedir. Bir bilim insanı eğer tespitlerini ve onlardan elde ettiği sonuçları 35 sayfada ifade edemiyorsa, 1035 sayfada da ifade edemezdi. Ercüment Hoca, öğrencilik yıllarında Paul Wittek’in seminerlerini takip etmiş ve orada görmüştür ki, Paul Wittek’e göre en iyi çalışmalar çok sayfalı çalışmalar değil, “efrâdını câmi ağyarını mâni” bir biçimde, az sayfalı da olsa belli bir kaliteye sahip nitelikli araştırmalardır (s. 176-177).

 

Ahmet Yaşar Ocak “Osmanlı İmparatorluğu’nda Zaviyeler (15-17. yüzyıl)” isimli master tezini 1974’te tamamlar.

 

Doktora çalışması için bir burs ile Prof. Irene Melikoff’un yanına Strasbourg Üniversitesi’ne gider. Strasbourg Ünivesitesi’nde Irene Melikoff’un yanı sıra, ünlü şarkiyatçı Prof. Toufic Fahd ile Bizantolog Prof. Fredy Thiriet’in derslerine devam eder. Bu arada Fransızcasını ilerletmeye çalışır. Haşim Şahin sorar; Fransızcayı tamamen öğrendiniz tabii bu arada... “Bunu hiçbir zaman iddia edemem.

 

Çocukluktan itibaren öğrenmediğiniz bir dili, yirmi yaşını geçtikten sonra tam olarak bütün incelikleri ve püf noktalarıyla öğrenmek o kadar kolay değil bana göre. Ancak belli sınırlar içinde öğrenirsiniz” (s. 189). Bu arada zaman zaman Paris’e gidip, Prof. Claude Cahen’in konferanslarını izlemektedir. Zaman içinde aralarında bir yakınlık oluşur, bir konuşma sırasında kendisine Osman Turan Hoca’yı sorar. Claude Cahen’in verdiği cevap günümüzde herkese örnek olmalıdır. “Ben Marksistim, Osman Turan milliyetçidir.

 

Ben onun ideolojisini hiçbir zaman tasvip etmiyorum, fakat bilim adamlığı konusunda Osman Turan’ın önünde saygı ile eğilirim” (s. 201). Bir bilim insanının hayatındaki bu gibi karşılaşmalar ve aralarında büyük yaş farkları da olsa karşılıklı konuşmalar, onun hayatında derin izler bırakır, yolunu aydınlatır. Bir başka konuşma ise Ankara’daki bir konferansı sırasında Muhammed Arkoun ile geçer. “Biz Müslümanlar boşuna korkuyoruz, İslamiyet her türlü bilimsel kritiğe dayanacak bir dindir”. Ahmet Yaşar Hoca ekliyor; “Haliyle insan bunlardan pek çok şey öğreniyor, farklı bakış açıları kazanıyor, ufku genişliyor” (s. 224).

 

“Bana göre, üniversite öğrencisi yoklamadan korktuğu için değil, kendisi istediği için dersi takip etmelidir” (s. 235). Uzun yıllar süren hocalık dönemimde bu kabule bağlı kalmaya çalıştım, öğrenci ilgi duyduğu, gelişimine katkı sağlayacağına inandığı ve zevk aldığı için bir dersi takip etmelidir. Yoklama zoruyla katılan dersten ne öğrenciye, ne de hocaya hayır gelir. İlgisiz, boş gözlerle bakan, sağı solu ile meşgul olan ve diğerlerini de meşgul eden, hele şimdilerde durmaksızın cep telefonu ile oynayan öğrenci, hocanın da konsantrasyonunu bozar, dersin tadını kaçırır. Elbette bu arada hocanın da anlattığı ders de önemlidir. Öğrencinin ilgisi çeken, hemen her yıl aynı şekilde tekrarlanmayan, yeni sözler ve düşüncelerle zenginleştirilmiş, üzerinde önceden hazırlık yapılmış dersler ister istemez öğrencinin ilgisini çekip devamlılığını sağlayacaktır.

 

TARİHİ DOKUNUN KATLİ

 

Hocanın korunması gerekli taşınmaz kültür varlıkları ile ilgili tespitleri de var. “... Bizim memleketimizde belediye başkanları pek az istisnasıyla, her yerde tarihi dokuyu tahrip ederek sözüm ona şehri imar etmek adına berbat hale getiren şahısların başında gelir. Bizim milletimiz tarihine taparcasına bağlı ve sadıktır, ona laf söyletmez ama iş o tarihin bıraktığı eserleri korumaya gelince sanırım yeryüzündeki en hoyrat, en duyarsız ve en tahripkar milletlerden birisidir” (s. 27). Ahmet Yaşar hocanın bu tespitine katılmamak mümkün değil.

 

Ama bunun nedenlerini araştırmak, çözüm önerileri getirmek gerekiyor. Kanımca Türk milleti sözlü kültüre daha yatkın, görsel birikimler onu pek fazla alakadar etmiyor, hele hele eskilerden kalmış, yarı yıkık, çoğunluğu terk edilmiş kültür varlıkları yoksulluğu hatırlatıyor. Üstelik çoğunluğu sivil mimariye ait olan bu kültür birikimini, zenginleşmeye, yerine gelir getirecek yapı yapılmasına mani olarak görülüyor. Üstüne üstlük bir de kendine önder seçtiği belediye başkanları bu yapıları kaldıracağını, yerlerine daha büyük, daha yüksek yapılar yapılacağını vaat edince, zenginleşme imkanlarının cazibesine kapılıp, sözlü kültürle yetinmenin daha ekonomik olacağına kendini inandırıyor.

 

“Cumhuriyet’ten önce şehirde asıl esnaf ve tüccar kesimi, Türklerde bulunmakla beraber çoğunluk itibariyle Ermeni ve Rumlardan oluşuyor. Vilayet meclisinde de onların yer aldığını salnamelerden biliyoruz. İsimleri birer birer kayıtlı... Nüfus defterleri de var, fakat sorduğunuzda ‘yandı’ cevabını alırsınız” (s. 31). “Dedemin satın aldığı konak, çoğu Yozgat’taki Ermeni ve Rum esnafına ait konaklardan biri. Mübadele başlayınca, göç edenlerin konaklarına ve dükkanlarına el konulmuş” (s. 43). Özellikle sivil mimarimizde koruma sorunlarımızın başında bu tespit geliyor. Başka bir kültüre ait olduğunu bildiğiniz bir yapıyı nasıl korursunuz? Bu kültürü yaratan insanı reddederek, yapısını korumak mümkün müdür?

 

“... bir muhafazakar akademyamız var. Bu akademya doğru ya da yanlış- benim yapmaya çalıştığım tarzda bir tarihçilikten hazzetmiyor. İlla takdis edici bir yaklaşımla ‘güllük gülistanlık’ bir geçmiş bilgisi ortaya koyacaksınız. Sorgulamayacaksınız, problemler üzerine gitmeyeceksiniz” (s. 243). Anlaşılan ülkemizde rahatsız olamadan, birilerini rahatsız etmeden ve onlar tarafından rahatsız edilmeden, kitabın adından da anlaşılacağı gibi “arı kovanına çomak sokmadan” araştırma yapılması mümkün olmuyor.

 

Peki bu durumda ne yapacağız, sorgulamayacağız, var olan problemlerin üzerine gitmeyeceğiz, geçmişin meselelerine girmeyeceğiz. Bu taktirde var olan ama görmezden gelmemiz istenen problemleri kim çözecek? Yaşamımızı çözümsüzlük; araştırmamak ve düşünmemek üzerine mi kurmamız bekleniyor? Bir akademisyen, bir bilim insanı için böyle bir hayat düşünülebilir mi? Böylesi bir düşüncenin egemen olduğu ülkemizin gelecek beklentisi ne olabilir? “...bizde âdettir zaten, hiçbir ciddi problemimiz, hiç bir ciddi konumuz bilimsel araştırmalara dayanılarak çözüm üretmek için tartışılmaz, ideolojik olarak ve çözümsüzlük üretmek için tartışılır. Bu parlamenter geleneğimizde de maalesef böyledir... Hiçbir siyasal iktidar döneminde sosyolojik araştırmalara ihtiyaç duyulmamış, onlara itibar edilmemiş, siyasilerimiz ve bürokratlarımız her şeyi kendi bildikleri veya işlerine geldiği gibi planlamış ve uygulamışlardır. Sonuçları ise malum; Çoğu zaman hüsran veya ‘yaz-boz’ tahtasına dönen kısa vadeli tedbirler” (s. 79). Bu tespite ne eklemek gerekir ki, hepimiz bu yöntemlerden, en iyisini biz biliriz düşüncesinden şikayetçi değil miyiz?

 

KURU BİR DALA DÖNÜŞMEDEN

 

Sevgili hocam, arı kovanına çomak sokmaya devam, arılar her yerimizi soksalar da sonuç da çomağın ucunda gerek bizim gerekse gelecek kuşakların tat almasına yarayacak az da olsa bal kalacaktır. Aksi taktirde elimizdeki çomağın kuru bir dal parçasından öteye bir anlamı yok. Yaşayacağız ve göreceğiz, başarı ve gelecekte var olma imkanı çalışan, araştıran ve çözüm üretenlerin mi olacak, yoksa her şeyin olduğu gibi kalmasını isteyenlerin mi? Sağlıcakla kalın ve her zaman bizi aydınlatan araştırmalar içinde olun.

 

Ahmet Yaşar Ocak ile yapılan uzun bir söyleşinin ürünü olan bu kitabı okudukça yeni şeyler öğrenecek, üzerinde düşünüp bir sonuca varamadığınız pek çok konunun üzerlerinde çalışılıp, yeterli araştırma yapılmadığı için çözümsüz kaldığını göreceksiniz. Ne zaman ki ülkemizde Ahmet Yaşar Ocak gibi bilim insanları çoğalıp, tüm güçlüklere rağmen bildikleri yolda devam ederlerse problemlerimizin o oranda azalacağını düşünmekteyim.

 

Bunca çaba ve emeğe hürmeten son sözü hocaya bırakmak isterim: “Türkiye’de siz hangi konu olursa olsun, isterseniz çok orijinal çalışmalar ortaya koyun, önemli meseleleri tartışmaya ‘yeltenin’, kimse size aldırış etmez. Bilirsiniz, bizde halk arasında kaba bir deyim vardır, ‘Ev danası öküz olmaz’ derler. Fransızlar bunu daha çarpıcı ve daha kibar ifade ederek ‘Kimse memleketinde peygamber olmaz’ derler... Bu yüzdendir ki Türkiye’de bilim ve düşünce hayatı gelişemiyor. Hamasete prim vermeyen, ciddi, önemli problemlere parmak basan, tartışan bilim ve düşünce adamları önemsenmiyor, okunmuyor, okunsa da ciddiye alınmıyor” (s. 131).