Site Tasarım: Savaş Çekiç Uygulama: İkipixel

Bu sitede bulunan resimler ve dökümanlar M. Sinan Genim'e aittir ve izinsiz kullanılamazlar. Ancak gerekli izin alındıktan sonra ve kaynak gösterilmek kaydıyla kullanılabilir.

Köşe Yazıları

ARAPLARIN GÖZÜNDEN HAÇLI SEFERLERİ

 

BARBARLIĞIN ORTA DOĞU’YA YERLEŞMESİ

 

Orta Doğu nasıl oldu da vahşeti ve barbarlığı bu kadar içselleştirdi? Bir zamanlar tüm dünyaya bilim ve sanat üreten bir coğrafya bugün nasıl oluyor da hiçbir kurum ve fikir üretemiyor? Bunun nedenini Haçlı Seferleri ve Moğollar’ın istilası ile bölgeye yerleşen “şiddette” arayabiliriz ve bence bunu en iyi anlatan kaynak da Amin Maalouf’un “Arapların Gözünden Haçlı Seferleri” kitabı.

 

1949 yılında Lübnan doğumlu Amin Maalouf’un en sevilen kitaplarının başında “Semerkant”, “Tnaios’un Kayası”, “Afrikalı Leo” gelir. Çünkü bu kitaplar, doğu kültürünün ince dallarından esintiler içerdiği için okuru bir anda bir başka dünyaya götürür. Ancak benim için Maalouf’un romanlarının yanı sıra çok önemli bir kitabı daha vardır: “Arapların Gözünden Haçlı Seferleri/ Les Croisades vues par les Arabes.” Çünkü bu kitap, Orta Doğu’nun, yüzyıllardır süren karmaşasının temel nedeni olan, Haçlı Seferleri‘ni Batı kaynaklarına değil, Doğu kaynaklarına dayanarak anlatır. Bu da bize, günümüz Arap dünyasının içinde bulunduğu çıkmazı, Filistin’de yaşanmakta olan insanlık dışı olayları daha net bir şekilde değerlendirme fırsatı sunuyor. Mesela bir yerde “Müslümanlar asla böyle aşağılanmamıştı” diyor el-Herevi.

 

“Başı bir matem işareti olarak kazınmış saygıdeğer Kadı Ebu Said el-Herevi, sarıksız bir halde ve haykırarak Halife el-Mustazhirbillah’ın geniş divanına daldı. Peşinde genç yaşlı müritlerinden oluşan bir kalabalık...Saray erkânından bazı kişiler kadıyı yatıştırmayı deniyor, ama kadı onları elinin tersiyle bir yana itip salonun ortasına doğru kararlı adımlarla ilerliyor, sonra minbere çıkmış bir vaizin ateşli belagatiyle orada bulunan herkesi mevki ve rütbelerine aldırmadan paylıyor: Suriye’deki kardeşlerinize develerin eyerlerinden ve akbabaların kursağından başka eğleşecek bir mekân kalmamışken, bahçe çiçeği gibi uçarı bir hayat sürüp talih eseri başınızı soktuğunuz şu emniyetli kuytuda miskin miskin uyuklamaya nasıl cüret edersiniz? Ne çok kan döküldü! Kim bilir kaç genç kız utanç içinde o tatlı yüzlerini elleriyle gizlemek zorunda kaldı! Değerli Araplar hakarete alışıyor mu, yiğit Acemler şerefsizliği kabul mu ediyor? Sonradan Arap Vakanüvisler, ‘Yürekleri sızlatan, göz pınarlarından yaşlar döktüren bir söylevdi’ diyeceklerdi...” (s. 13).

 

BİR MİLAD OLARAK HAÇLI SEFERLERİ

 

Haçlı seferlerinden sonra günümüze dek Müslümanlar zaman zaman bu tür aşağılanma hücumlarına uğruyorlar. Cengiz İstilası, hemen iki yüz sonra gerçekleşen Timur fırtınası Müslüman dünyasında büyük katliamlara neden olur. Bir dönem dünyaya ışık tutan bilgeler yetiştiren Orta Asya’nın, İran’ın, Irak’ın, Suriye’nin, Anadolu’nun pek çok şehri yok edilir, şehir yaşamı ve onun yarattığı uygarlık yok olur. 1500’lü yıllarda Osmanlı İmparatorluğu’nun bölgede kurduğu hakimiyet bir anlamda şehir yaşantısını canlandırırsa da, artık geçmişin görkemli yaşantısına ulaşmak bir hayaldir. Haçlılar’ın Akdeniz kıyılarında, Cengiz ve ardıllarının Orta Asya, İran, Irak ve Anadolu’da Timur’un hemen hemen aynı bölgelerde yaptığı yıkımlar, kan ve gözyaşı üzerinden bunca yıl geçmiş olmasına rağmen etkisi hala sürmektedir. Yüzyıllardır bu bölgede savaşlar olmakta, yerel çatışmalar sürmekte, ama yine de sözünü ettiğimiz üç istilacının yarattığı vahşet ortamı görülmüş ve duyulmuş bir olay değildir. Bu vahşetten yalnızca Müslümanlar etkilenmez, bölgede yaşayan Doğu kilisesi mensupları ile Museviler de üzerlerine düşen vahşetten paylarını alırlar: “Tüm cemaat, atalarından kalma bir davranışı yineleyerek, dua etmek için büyük sinagogda toplandı. O zaman Frenkler sinagogun tüm çıkışlarını kapadılar ve çepeçevre odun yığıp ateşe verdiler. Dışarı çıkıp kaçmayı deneyenler yan sokaklarda öldürüldü, ötekiler diri diri yandı.” (s. 14 ve 60) Dahası insanların diri diri yakılmasındaki vahşet, Maarra’da yaşananların yanında nerede ise hiç kalır. Frenk kronikçi Raoul de Caen, şahit olduğu olayları; “Maarra’da bizimkiler yetişkin dinsizleri kazanlarda kaynatıyor, çocukları ise şişe geçiriyor ve kızartıp yiyorlardı”. (s. 51) Üstelik bu insanlar Antakya’da hakimiyet kuran BohÈmond’un sözüne güvenip can ve mal güvenliklerinin teminat altında olduğunu sanan bir şehrin mensuplarıdır. Maarra’lı isimsiz bir ozan bu olaylardan sonra; “Burası yabani hayvanların kol gezdiği bir çayırlık mı yoksa benim evim mi, doğduğum yer mi, bilmiyorum” diyecektir (s. 49). Halbuki Maarra Arap edebiyatının en parlak yerlerindendi.

 

KUDÜS’ÜN ÇEKİMİ

 

Müslümanların el-Kuds (Kudüs), Beytü’l- Makdis veya el-Beytü’l-Mukaddes adını verdikleri şehir, Mekke ve Medine’den sonra İslâmın üçüncü kutsal kentidir. Allah’ın Hz. Muhammed’i miraça buradan çıkardığına inanılır. Kudüs’ün Hz. Ömer tarafından, 637 tarihindeki fethinin üzerinden 462 geçmesini takiben şehir bir kere daha el değiştirir. Yüzyıllardır bir arada yaşayan Müslüman, Hıristiyan ve Musevi ahali daha öncede belirttiğimiz gibi büyük bir kıyıma uğrar, yüz yıla yakın süre sonra bu kere 2 Ekim 1187 günü Selahaddin Eyyubi şehri geri alır. Uzun zamandır hazırlık yapmakta ve kesin bir irade ortaya koymaktadır. Ordu mensuplarına yaptığı bir konuşmasında şöyle dediği bilinir: “Frenklere bakın! Dinleri için nasıl gözleri dönmüşçesine savaşıyorlar; oysa ki biz Müslümanlar cihat yolunda hiç de ateşli değiliz” (s. 17). Ondan yüzyıl kadar önce de Şam Kadısı Ebu Said el-Herevi benzer bir söz söylemektedir; “Kılıçlar savaş ateşini körüklerken insanın kullanabileceği en kötü silah gözyaşı dökmektir” (s. 13).

 

Selahaddin’in Kudüs’ü geri alması uzun sürmez, ama yine de kan ve gözyaşı bu şehrin üzerindeki lanetini sürdürmeye devam eder. 1229 yılı Mart ayında birkaç din adamı dışında Müslüman ahalisi tarafından tamamen boşaltılmış olan kent, Mısır meliki el-Kâmil tarafından Haçlılara teslim edilir (s. 211).

 

Bir dönem Müslümanların egemen olduğu günümüz Suriye, Lübnan, İsrail, Filistin, Mısır sahilleri doğudan Moğolların, batıdan da Frenklerin saldırısına uğramaya açıktır, bölge halkı hiç bu kadar tehlikeli bir duruma düşmemiştir. İbnü’l-Esir’in bu konudaki sözleri ibret vericidir. “Onların imdadına ancak Allah yetişebilir” (s. 215).

 

“Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri” isimli kitabın en can alıcı noktası ise şüphesiz “Sonsöz” bölümü. Kendisi de Arap kökenli olan Amin Maalouf bu bölümde şöyle bir özeleştiri yapıyor: “Haçlı Seferlerinin son bulması ve onların bir dönem hüküm sürdüğü toprakları terk etmeleri Arap dünyasına parlak bir zafer kazandırmış gibi görünse de derinlerde yatan bir gerçek vardır. Her ne kadar Müslümanlar Osmanlı Türkleri’nin sancağı altında 1453’de İstanbul’un fethi, 1529’da Viyana önünde boy göstermeleri gibi parlak başarılara imza atsalar da, bir dönem İspanya’dan Irak’a kadar dünyadaki entelektüel ve maddi açıdan en ileri uygarlığın sahibi durumundan geri plana düşmeye başlarlar. Belki de Haçlı Seferleri Batı Avrupa’nın gelecekte yapacağı atılımın ilk işaretlerini verip Arap uygarlığının ölüm çanlarını çaldığını duyurmaktadır. Müslümanlar, IX. yüzyıldan sonra kendi kaderlerinin iplerini ellerinden kaçırmışlardır. Bundan böyle yöneticilerinin hemen hepsi yabancıdır. İki yüzyıllık Frenk işgali boyunca resmi geçit yapan onca kişilikten hangileri Araptır? Vakanüvistler, kadılar, birkaç yerel emir -İbn Ammar, İbn Munkiz- ve iktidarsız halifeler. Ama aslı iktidarı elinde tutanlar ve karşı mücadelenin belli başlı kahramanları Zengi, Nureddin, Kutuz, Baybars, Kalavun Türk; el-Efdal, Ermeni, Şirkuh, Selahaddin, el-Adil, el-Kamil Kürttür. Frenkler geldiğinde bulundukları yerden bir adım ileriye gidemeyip geçmişin mirasını yemekle yetinmeye başlamışlardır bile. Arapların ikinci hastalığı ise istikrarlı kurumlar inşa edememeleridir. Bir ülkede istikrarlı ve herkesçe kabul gören kurumların bulunmamasının özgürlükler üzerinde de belli sonuçlara yol açması kaçınılmazdır. Tüm vahşi davranışlarına karşı bu dönemde Frenkler de hükümdarın iktidarının ortadan kaldırılmasına oldukça güç bazı ilkeler yön verir. Ûsame, Kudüs Krallığı’na yaptığı bir ziyarette, ‘şövalyeler bir karar verdiklerinde, kralın bunu değiştiremediğini veya bozamadığını’ görür. (s. 240).”

 

Doğudaki, özellikle de Arap âlemindeki gelişmemiş adalet duygusu, bu coğrafyanın dünyaya adapte olmasının, çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmasının önündeki en büyük engel. Bir dönem dünyaya öncülük etmiş, geçmiş uygarlıkların bilgi birikimi ve deneyimlerini Batı’ya taşımış bu uygarlığın içine düştüğü bu durum, hepimize örnek olmalıdır. Haçlı Seferleri, peşi sıra ortaya çıkan Moğol ve Timur istilalarının yok ettiği şehir hayatı, bir arada yaşamanın vazgeçilmezi olan adaletin gelişmesini önler. Günümüzde büyük oranda şehirleşen, nüfusun büyük bir bölümü şehirlere göç eden ve etmekte devam eden Doğunun öncelikle halletmesi gereken sorunu adalet duygusunun yaygınlaştırılması ve adalete güvenin sağlanmasıdır. Herkese eşit mesafede olan ve herkese eşit uygulanan bir adalet anlayışının gelişmediği ülkelerin büyük sıkıntılar yaşamakta olduğu bir gerçektir. Tüm bunların sebeplerini anlamak için “Arapların Gözünden Haçlı Seferleri” kitabını öneririm.