Site Tasarım: Savaş Çekiç Uygulama: İkipixel

Bu sitede bulunan resimler ve dökümanlar M. Sinan Genim'e aittir ve izinsiz kullanılamazlar. Ancak gerekli izin alındıktan sonra ve kaynak gösterilmek kaydıyla kullanılabilir.

Köşe Yazıları

ROTTERDAMLI ERASMUS ZAFERİ VE TRAJEDİSİ

 

“Bütün tutkuların kaderi, günün birinde gevşemektir; her türlü bağnazlığın varabileceği nokta, günün birinde kendi başını yemektir. Akıl ise beklemesini ve direnmesini bilir.”

 

Kitaplığımda bunca yıldır küçük bir kitap durur, zaman zaman onu tekrar tekrar okurum. Okumaktan eskidiği için onu ciltledim. Şimdilerde kenarı varaklı güzel bir cildi var, arayınca onu hemen buluyorum. Zaten bunca yıldır hiç gözümün önünden eksik olmadı Erasmus’un Deliliğe Methiye’si ...

 

Şerif Hulusi Bey’in tercümesi ile Remzi Kitabevi tarafından yayımlanmış olan bu kitabın yayım tarihi 1956, aldığım gün üzerine ben de bir tarih yazmışım; 1962. Ancak yıllar sonra böylesi bir kitabı okumak için çok genç, onu anlayacak deneyimlerden ve kayıp edilmiş zamanlardan ne kadar uzak olduğumu anlayabiliyorum.

 

Deliliğe Methiye’nin, Avrupa’nın ortaçağın karanlığından çıkışında çok önemli rolü vardır. Erasmus 1466 yılında Rotterdam’da doğar, asıl adı Erasmus değil, Desiderus’dur. Deventer’de St. Lebuinus Okulu’nda eğitim görür. Daha sonra manastır yaşamı içinde, Augustinusçu rahiplere katılır ve 1492’de rahipliğe atanır. İki yıl kadar sonra manastırdan ayrılarak Cambrai piskoposuna sekreter olur ve kısa süre sonra piskopostan izin alarak Paris Üniversitesi’nde ilahiyat eğitimi almak için College de Montaigu’ya girer. Paüris’te hümanistlerle tanışan Erasmus bir dizi kitap yayımlar, bunlar arasında dilimize “Teklifsiz Konuşmalar” adıyla tercüme edilen el kitabı en ünlü yapıtları arasında sayılmaktadır. Paris’ten sonra Erasmus yaşamını bir sürgün gibi geçirir. İngiltere, Fransa, Hollanda,Venedik, Basel, Leuven ve tekrar Basel. Hayatının sonuna doğru Papa III. Paulus tarafından Deventer başrahibi unvanı verilen Ünlü düşünür, 1536’da Basel’de vefat eder.

 

Gelelim Deliliğe Methiye’ye, “Birazdan vereceğim söylev ne önceden tasarlanmış, ne de üzerinde çalışılmıştır; şu halde içinde yalan pek az demektir” sözleriyle başlar. Avrupa’nın bugün ulaştığı kültürel düzeyi merak eden herkesin bu kitabı okumasını öneririm. Bu kitap ve yazdığı diğer yazılar Erasmus’un gelecek için yaptığı önerilerdir. Günümüz Avrupa Birliği fikrinin oluşması için çok önemli bir adımdır.

 

Ancak; bu yazımızın konusu Erasmus olmakla beraber, Deliliğe Methiye üzerine değil, Stefan Zweig’ın Erasmus üzerine yazdığı bir deneme üzerinedir. “Rottterdamlı Erasmus Zaferi ve Trajedisi”. Zweıg Batı hümanizminin kurucusu ve en büyük temsilcisi olan Erasmus’un eserleri, Deliliğe Methiye’nin dışında günümüzde neredeyse tamamen unutulmuştur demektedir.

 

“Rotterdamlı Erasmus, hangi yandadır, öğrenmek istedim. Ama bir tacir şu karşılığı verdi bana: ‘Erasmus est homo pro se.’” (Erasmus kendisinden yanadır. s. 17)
sözleriyle başlıyor katibanı Zweig. Erasmus kendisinden yanadır. On altıncı yüzyılın şafağında, ortaçağın karanlığı daha dağılmadan, kimin kimden yana olduğu açık ve net bir şekilde belirlenmeden, bir insanın kimden yana olduğunu söylemesi ne kadar mümkün? Hele Erasmus gibi hem kiliseye mensup olup, hem de kilisede reform düşleyen bir insanın nasıl ince bir yolda yürüdüğünü günümüzde kim yeterince anlayabilir. Şimdilerde bile düşünceleri nedeniyle insanların başına nelerin geldiğini yakından yaşadığımız bu günlerde, nasıl olurda Erasmus’u kendinden yana olduğu için yargılaya biliriz. Sanırım gününde biraz da gaddarca söylenmiş bu sözü yok saymak daha doğru olacaktır. Çünkü Erasmus “daha yüksek bir ahlak anlayışını yerleştirmek amacıyla hiç bir fark gözetmeksizin bütün insanlığı sever. Yeryüzünde aklın ve mantığın gerçek düşmanı sayıp reddettiği tek şey ise bağnazlıktır” (s. 20).

 

Erasmus ve onun gibi düşünenler akıl yoluyla insanlığın ilerlemesini olanaklı görürler, bireyin ve toplumun yazılar, araştırmalar ve kitapların yaygınlaştırılmasıyla eğitilebileceğine inanmaktadırlar. Herkes bu kültür imparatorluğuna alınmak, dünya vatandaşı olabilmek isteğiyle yanıp tutuşmaktadır. Erasmus, şu ya da bu ülkenin üstünlüğünü değil, bütün insanlığın esenliğini amaç edinmiştir. Bunun için bireyin ve toplumun yazılar, araştırmalar ve kitapların yaygınlaştırılmasıyla eğitilebileceğine inanmaktadır. Bu düşüncenin gerçekleşmesi için elbette ortak bir dil gerekmektedir; aynı zamanda inancın dili olan Latince herkes için ortak bir kardeşlik dili, düşünce dünyasının ilk Esperanto’su olur (s.25). Peki böylesi tertemiz ve yüce idealleri temel almış bir dünya niçin kalıcı olamaz? Bu soruyu soran da cevap verende, bu kere Stefan Zweig olacaktır. “Yalnız ve yalnız toplumun esenliğini amaç edinen bir ideal, geniş halk kitleleri için hiçbir zaman yeterli olmaz; ucuz kafaların var olduğu yerde, salt sevginin yanı sıra nefret de o karanlık hakkını ileri sürer ve bireyin, ortaya atılan her düşünceden en kısa sürede kendi kişisel çıkarını sağlama eğilimini belirginleştirir. Somut olan gözle görülebilen, her zaman kitleye soyut olandan daha kolaylıkla nüfuz eder; onun içindir ki bir ideal yerine somut nitelik taşıyan, yönetilebilen, başka bir sınıfa, ırka ya da dine dönük düşmanlığı dile getiren sloganlar siyaset pazarında daha çabuk benimsenir. Çünkü bağnazlığın öldürücü ateşini körükleyebilecek en büyük güç, nefrettir (s. 30).

 

Erasmus’tan dört yüz yıl sonra bu düşünceleri dile getiren Stefan Zweig; sanırım bu düşüncelerin oluşmasına neden olan eylemleri en yakından tanımış ve bu eylemlerden olabildiğince uzak durmak için önce İngiltere, daha sonra Amerika ve sonunda Brezilya’ya kadar uzanan bir kaçışa başlamıştır. İnsan kendini de beraber götürdüğü sürece nereye kadar kaçabilir, Zweig da Avrupa’nın giderek artan bir hızla yaşadığı karmaşadan, çok uzaklara olsa da kaçmayı başaramamış; sonunda büyük harbin ortalarına doğru karısı ile birlikte hayatlarına son vererek bu kaçışı sonlandırmışlardır.

 

Erasmus’un hayatı da kendinden dört yüzyıl sonra yaşayan Zweig’a benzer süreç geçirmiştir. Düşünceleri; hem taktir edilip ve saygı duyulmasına, hem de oradan oraya savrulmasına yol açar. Bir ruhban olduğu için ailesi yoktur, zayıf bünyeli bir adam olarak bir süre Ortaçağ Avrupa’sının yaşamı zorlaştıran manastırlarında ikamet eder. Bir yolunu bulup, manastır dışında da hayatını sürdürme izni alır, varlığını sürdürmek için her ne kadar reform yapılmasını istese de kilisenin, özellikle de Katolik Kilise’nin bütünlüğünün devamını arzulamakta ve bu konuda destek verici kitaplar yayımlamaktadır. Erasmus’un korkusu “tumulus” dur. Yani kargaşa ve o kargaşayı takip eden kanlı bir kavga ortamı. Ne zor bir yaşamdır, hem herkesin taktir ettiği biri olmak hem de beklentilere cevap verecek atılımı yapamamak.

 

Martin Luther, 31 Ekim 1517 günü Wittenberg Kilisesi’nin kapısına “Endüljansın Kuvvetine Dair Tezler” başlıklı 95 maddelik ünlü bildirisi asar. Luther bu bildirisi ile yalnızca iman ile kurtuluşun olanaklı olabileceğini açıklamakta ve Papalık tarafından satılan endüljansın (yaşayan veya ölü müminlerin ruhlarını ahirette kurtuluşa ulaştırmak, cennette bir yer alabilmek için Papalık tarafından satılan günah affı belgesi) Tanrısal bir değerinin olmadığını, bu işe aracılık eden rahiplerin de suç ortağı olduklarını söyler. Luther aynı zamanda piskoposlara da birer mektup göndererek endüljans konusunun teolojik bir zemine oturtulmasını talep eder.

 

Sözü edilen af belgelerinin yalnızca kilise tarafından satılması bir yana, üstelik bu satış yetkisi, bir komisyon karşılığı 15. ve 16. yüzyıllarda Avrupa’nın ticaretine hakim, nüfuzlu, banker Fugger ailesine devredilmiştir. Özellikle kuzey ülkelerinden giderek artan miktarlarda toplanan bu paraların Roma’nın ve dolayısıyla Katolik Kilisesi’nin zenginleşmesine ve güç kazanmasına katkısı elbette bir karşı çıkışa yol açacaktır. Bir ulusun en ağırına giden hangi nedenle olursa olsun, yabancı bir güç tarafından haraç verilmeye zorlanmaktır. Milliyetçi bir keşiş olan Luther, günah affı kisvesi altında dinin bir ticari meta haline dönüştürülmesine karşıdır ve gerçekte Reformist hareket Almanya’nın sermayesinin dışırayı çıkartılmasına bir itiraz olarak temellenir. Sanki tarih tekerrür etmektedir, günümüzde de güçlenen Almanya nerede ise Avrupa’yı oluşturan tüm ulusların finansörü haline gelmiştir, bu kere ruhun kurtuluşu değil ama ari ırkın selameti söz konusudur. Umarım beş yüz önce ortaya çıkan bu karşı çıkışın doğurduğu tumulus bir kez daha ortaya çıkmaz.

 

Bir süre sonra Erasmus gibi güçlü bir düşünürü yanında görmek isteyen Luther, sonu gelmez isteklerle ortaya çıkar. Bütün bu taleplere karşı Erasmus’un yansızlığını bozmaz, nulli concedo, yani “hiçbirine katılmak istemiyorum” ilkesine son nefesine kadar bağlı kalır. Homo per se, yani kendisinden yana olmanın bütün sonuçlarını cesaretle üstlenir. Erasmus’a göre “politikacıların, önderlerin, insanları bağnaz tutkulara sürüklemek isteyenlerin karşısında sanatçının, düşünürün görevi, anlayışlı, uzlaştırıcı, ölçülü ve hep ortada kalmasını bilen kişi olmaktır” (s. 30).

 

Bugün yaşadığımız dönemi göz önüne alarak, “bu mümkün olabilir mi” diye sormak geliyor aklıma. Elbette, belli bir topluma değil, fakat insanlığın bütününe bağlılık gösterir ve bu yansızlığın getireceği dehşet verici yalnızlığı kabul edebilirseniz, ideal bir davranış içinde olabilirsiniz. Çünkü bağımsız düşünebilen kişi, aynı zamanda başkaları için de en iyi ve en destekleyici biçimde düşünmüş olur (s. 58). İktidarın gölgesinde her türlü yükümden uzak yaşamak, sessiz bir köşede iyi kitaplar okuyup eserler kaleme almak, kimseye ne efendilik ne de uşaklık etmek; Erasmus’un hayatının idealidir. O, bu tür bir düşünce özgürlüğü uğruna çoğu kez karanlık, bazen de dürüst diye nitelendirilemeyecek yollarda yürür (s. 48).

 

Yaşamda ancak deliliğe yakalanmış olana gerçek anlamda insan denebilir. Hayat, ancak anlaşılmadığı taktirde zevklidir (s. 78-79). Erasmus, dışa kapalı ve mümkün olduğu kadar etkilenme dışı kalmasına gayret ettiği dünyasında yaşarken, Luther savaşına devam etmektedir. Dünyaya gelmiş dahiler arasında Luther belki de en bağnaz, en boyun eğmez ve en savaşçı olanıdır. Çevresinde yalnızca hizmetlerinden yararlanmak için kendisine hep “evet” diyenlerin, hırsını çıkarıp ezmek için de “hayır” diyenlerin varlığına dayanabilirdi. Tarafsız kalmak, Erasmus’un yaptığı gibi, özgür kalmak, yalnızca kendinden yana olmak Luther’in kabul edebileceği bir tavır değildir. Dostu Bucer, onun için şöyle yazar. “Karşısına bir hasmı çıktığı zaman bu adamın içinde kaynayan öfkeyi düşündüğümde tüylerim diken diken oluyor (s. 121). Ama, herkes kendisini bir ideal uğrunda harcayacak kadar güçlü değildir (s. 133).

 

İsterdim ki Luther, bütün çekişmelerden uzak kalsın ve Protestanlık davasını, içine başka birşey karıştırmadan tertemiz yürütsün. Bu onu daha başarılı kılardı (s. 136). Ancak bu mümkün müdür? Sayısız bireylerin o güne kadar bilincinde olmadıkları iradeyi kişiliğinde gerçekleştirdiğine inanan bir adam ortaya çıkarsa o adam ansızın esrarlı güçler kazanır. Daha ilk seslenişiyle bütün bir ulusun gücünü onu gücüne kattığını gören, kendisini kolaylıkla Tanrı’nın elçisi sayar. Luther, yıllardan sonra Almanya’da yine peygamberlerin dilini konuşmaya başlayan adam olur (s. 137).

 

Erasmus’un bütün benliği ile korkuttuğu “tumulus” kısa süre sonra bütün Avrupa’yı kasıp kavurmaya başlar. “Ayaklanan bütün köylüleri ben, Martin Luter, öldürdüm, çünkü öldürülmelerini ben istedim. Dökülen bütün kanların sorumluluğu benimdir” (s. 176).

 

Bu kıyımdan nasibini alan yalnızca köylüler midir? Girolamo Savonarola Floransa’da yakılır. Calvin, Miguel Servet’i ateşe atar. Thomas Müntzer’in etleri kızgın kerpetenlerle koparılır. John Knox, gemisinde çarmıha gerilir. Thomas More ve John Fisher başlarını celladın kütüğüne bırakırlar. Peşi sıra Otuz Yıl Savaşları, Yüz Yıl Savaşları bu cehennem görüntülerini, yıkık kentleri, yağmalanmış kentleri tarihin sayfaları arasına katar. Tumulus bütün şiddeti ile gerçekleşmiştir ve yüz yıllar boyunca sürmeye devam edecektir.

 

Stefan Zweig’ın Rotterdamlı Erasmus’unu okumak gerekir “Deliliğe Methiye”den önce . Erasmus’u ve yaşadığı karotik dönemi ve bu karmaşa içinde yalnız yaşamaya çalışan bir düşünürü anlamadan eserini okumak doğru olmayacaktır diye düşünüyorum. Ahmet Cemal’in her iki dildeki hakimiyeti bize okunmaktan zevk alınan bir tercüme armağan etmiş, bu nedenle kendisine ve böylesi bir çalışmayı dilimize kazandırdıkları için Can Sanat Yayınları’na teşekkür ederim.

 

NOT: Deliliğe Methiye’yi dilimize ilk olarak 1941 yılında Nusret Hızır tercüme eder. Milli Eğitim Bakanlığı klasikleri içinde yayımlanan bu kitabın baskısı bittiği için Şerif Hulusi tercümesi ile 1956 yılında bu kere Remzi Kitapevi yeniden yayımlar. Daha sonra Nusret Hızır tercümesi ile Kabalcı Yayınevi 1998, 2000 ve 2002’de Deliliğe Övgü adı ile bu yayımlara devam eder.