Site Tasarım: Savaş Çekiç Uygulama: İkipixel

Bu sitede bulunan resimler ve dökümanlar M. Sinan Genim'e aittir ve izinsiz kullanılamazlar. Ancak gerekli izin alındıktan sonra ve kaynak gösterilmek kaydıyla kullanılabilir.

Köşe Yazıları

CEHENNEM

DAN BROWN, İPEK DEMİR-PETEK DEMİR [ÇEV], 2013

 

DÜNYA KENTİ İSTANBUL

 

Son zamanlarda sıkça İstanbul üzerine yazılmış romanlarla, özellikle de macera romanları ile karşılaşmaya başladık. Bu akımın son örneği Dan Brown’un “Cehennem” isimli romanı idi. İstanbul’a yönelen bu rağbetin sebebi ne olabilirdi.

 

19. yüzyılın başlarında Napolyon’un “Dünya tek bir devlet olsaydı başkenti İstanbul olurdu” dediği söylenir. 1561 tarihinde basılan “De Topographia Constantinopoleos et de Illius Antiquitatibus Librix Quatuor” isimli kitabında Pierre Gilles (Petrus Gyllius), “Diğer bütün şehirler ölümlüdür, ama bu şehir, sanırım insanlar var oldukça yaşayacaktır” demektedir.

 

Lygos, Byzantion, Antoninia, Konstantinopolis, Konstantiniyye ve İstanbul tarih içinde yüzlerce isimle anılan, içinde yaşadığımız ve onunla birlikte olmaktan mutlu olduğumuz bu güzelim şehir, son yıllarda geçmişte pek çok kereler olduğu gibi hızla kimlik değiştirmekte ve bu değişim içinde yaşayanları tedirgin etmektedir.

 

Zaman zaman düşünürüm. MS. 324’de İmparator Konstantin bu şehri yeni Roma’nın başkenti olarak düzenlemeye başladığı sırada kentte yaşayan Byzantionlular acaba bu yeni düzenlemeyi nasıl karşıladılar. Yüzyıla yakın bir süre önce Septimus Severus tarafından yapımına başlanan Hippodrom ve Zeuksippos Hamamı gibi büyük yapıların yarattığı yeni görüntüler ve dolayısıyla eski kent dokusundaki tahribatların yaşattığı şok tam anlamı ile hazmedilmeden (çünkü bu yapılar tamamlanıp kullanıma açılamamıştır) yeni bir yıkım ve yapım dalgası şehirde yaşayanların hayatını alt üst etmiş olmalıdır.

 

Yeni surların yapımı, şehrin çeperinde yaşayanların birden şehrin ortasında yaşamasına yol açmış, giderek artan bir hızla kendine yerleşecek yer arayan insanların oluşturduğu yeni bir nüfus dalgası, eski yaşayanların yaşam alanlarını tehdit etmiştir. Aziz Havariyyun Kilisesi gibi büyük ve görkemli bir yapı şehrin siluetine etkili bir noktaya inşa edilir. Şehrin tam ortasında Mese gibi geniş bir cadde oluşturulur. Augusteion ve Forum Constantinos gibi muhtemelen büyük yıkımlara yol açan iki meydan oluşturulur. Senato, Praetorium, Capitol gibi resmi dairelerin inşası ise şehrin siluetini büyük ölçüde değiştirmiş olmalıdır. Ya Büyük Saray’ın yapımı eski şehrin büyük bir bölümünü kapsayan bu geniş saray alanı Byzantion’un veya o günkü adı ile Antonia’nın (Antoninia) nerede ise yok oluşuna yol açmış olmalıdır.

 

1453’de Konstantinopolis’in fethi sonrası 16. yüzyılın sonlarına kadar süren büyük imar faaliyeti sonucu şehrin büyük oranda kimlik değiştirdiği ve günümüz İstanbul’unun oluşmaya başladığı ise hepimizin malumudur. 1970’li yıllardan başlayarak İstanbul yeni bir kimlik kazanmaktadır. Büyük oranda reddettiğimiz, şimdilerde ise barışmak zorunda olduğumuzu hissettiğimiz geçmişimizin oluşturduğu Konstantiniyye ile İstanbul elbette birbirinden farklı şehirler olacaklardır. Cumhuriyet bir devrimdir, 600 yılı aşkın süren bir imparatorluğu fesheden bir devrim.

 

Jason Goodwin, 1998 yılında yayımladığı “Lords of the Horizons” isimli kitabının girişinde “Bu kitap, mevcut olamayan bir halk hakkındadır. ‘Osmanlı’ sözcüğü bir yer tanımlamaz. Günümüzde Osmanlıca konuşan yoktur. Sadece birkaç profesör onların şiirini anlar. 1964’de Sofya’da yapılan bir şiir sempozyumunda, bazı kişiler klasik Osmanlı şiirinin tanıtmasını istediklerinde, bir Türk şair ters bir şekilde ‘Bizim klasiğimiz yoktur’ yanıtını vermişti” sözlerine yer vermiştir.*

 

Dilini konuşmadığımız, alfabesini okuyamadığımız, tarihini yalan yanlış bildiğimiz bir halkın yarattığı şehre nasıl sahip çıkabiliriz? Büyük bir kültürel değişim yaşıyoruz. Bir taraftan geçmişimizin somut belgelerine, şehirlerimize, yapılarımıza sahip çıkmak, onları geleceğe taşımak için çaba sarf ederken, diğer taraftan reddedilmiş geçmiş canlandırılmak mı isteniyor diye düşünüyor, ikircikli bir yaşam içinde tedirgin oluyoruz.

 

Geçmişi reddetmenin kolay olmadığını hatta mümkün olmadığını yakın tarih bize göstermekte. Anlaşılan reddedilmiş geçmişle barışmak da o kadar kolay olmayacak.

 

Gelelim Napolyon’un sözlerine, dünya tek bir devlet olsa idi? Son yıllarda dünya siyasi açıdan tek bir devlet olmadı ancak ticari açıdan tek bir devlet görünümüne kavuşuyor. Özellikle son yirmi yılda Çin’in dünya ticaretinde küresel bir güç haline gelmesi, Hindistan’ın hızla dünya ticaretine katılması, BRICS’in oluşumu İstanbul’u dünyanın merkezine taşımaktadır. Eğer önünüze bir dünya haritası açıp, bakarsanız İstanbul’un dünyanın merkezinde yer aldığını görebilirsiniz. Yakın coğrafyamızda ki hiç bir şehir Atina, Beyrut, Kahire, İstanbul’un doğal ve coğrafi özelliklerine sahip değiller. Deniz ticaretinin, kara ticaretine egemen olduğu, dünya ticaretinin büyük oranda Batı yarım küresi içinde yapıldığı dönemlerde bir süre merkez olma özelliğini kaybetse de, hava ulaşımın giderek arttığı günümüzde İstanbul yeniden dünyanın merkezi olma şansına sahip olmuştur.

 

Bazı oluşumların içinde yer alırken, onun getirdiği kaosu anlamak zordur. Çevremizde büyük fırtınalar oluşuyor ve bizler fırtına gözünün içinde yaşayanlar, kısa süren bu sakinliğin sonsuza kadar aynı şekilde devam edeceği kanısı ile hayatımıza bildiğimiz ve alıştığımız şekilde devam etmeye çalışıyoruz. Halbuki içinde yaşadığımız bu şehrin çeperlerinde bir şeyler oluyor. Hemen her yerde hızla yükselen gökdelenler, hemen her mahallede karşımıza çıkan AVM’ler, sayıları giderek çoğalan köprüler, yeni yollar, yeni mahalleler, yeni ilçeler, deprem korkusu ile kabul ettirilmeye çalışılan kentsel dönüşüm. Hemen hemen giderek artan bir hızla yirmi yıldır şehrin çevresinde hüküm süren bu hızlı değişim, kentin merkezine doğru ilerleyince, alışılmadık bir sorun ile yüz yüze kalıyoruz.

 

1960’lı yılları takiben bu şehre yerleşenlerin uzun süredir karşı karşıya olduğu değişim ve dönüşüm bizim mahallemize, bizim evimizin kapısına kadar gelmişti. Değişim ve dönüşüm artık hayatımızı tehdit eden, alışkanlıklarımıza ve yaşam çevremize müdahale eden bir boyuta erişmişti. Halbuki biraz çevremize göz gezdirsek, merkez dışındaki geçmişin gecekondu alanları diyerek küçümsediğimiz bölgelerini ziyaret etsek, değişim ve dönüşümün o bölgelerde yarattığı yeni yerleşim alanlarının ve hayatın farkına varabilirdik. Ama değişim ve dönüşüm bize dokunmadıkça sesimizi çıkartmadık. Ne zaman ki işin boyutu büyüdü ve uzun süredir giderek tenhalaşan, köhneleşen bölgelere sıra geldi büyük bir tedirginliğe kapıldık. Halbuki daha dört yıl önce, 2009 seçimleri sırasında, bu şehrin yüzyıllardır en önemli bölgesi olan, Valiliğin, Belediye Başkanlığı’nın, Üniversite’nin ve şehrin en büyük alışveriş merkezi olan Kapalıçarşı’nın bulunduğu Eminönü ilçesi gece yaşayan nüfusu azaldığı için ilçelik statüsünü kayıp edip, bir kaç mahalle olarak Fatih İlçesine bağlanmıştı. Bin yıllardır İstanbul’un merkezi olan bu bölge, nüfus azalması nedeniyle şehir içindeki ağırlıklı konumunu sessizce kaybetti.

 

İstanbul her gün giderek büyüyen büyük bir metropol. Coğrafi olarak dünyanın merkezi olan bu şehir, konumuna yakışır bir şekilde bir kültür ve finans merkezi olarak dünya şehri olma yolunda. Bu nedenle toplumun gereken değişim ve dönüşümü Cumhuriyet’in İstanbul’u için bir an önce gerçekleştirmesi gerekiyor.

 

Dan Brown’un “Cehennem” kitabında dile getirdiği bir söz İstanbul’un önemini çok güzel anlatıyor:
Doğu’nun Batı’yla buluşması
Dünyanın dört yol ağzı.

 

Bu ülkenin ve bu ülke insanının tarih içinde hemen her dönemde başardığı değişim ve dönüşümü, kavga ve öfke içinde değil, aklın önderliğinde, akılcı yöntemlerle, toplumsal mutabakat sağlayarak yeniden başarması gerekiyor. Ben daima ülkem insanının bu sağduyuyu taşıdığını ve mutlaka bir çözüm yolu bulacağına inanırım. Elbette bu çetin yolda önümüze çıkacak engeller, uzlaşma sağlamamız gereken anlaşmazlıklar olacaktır ama inanıyorum ki geçmişi de büyük ölçüde geleceğe taşıyarak hep birlikte yeni bir İstanbul oluşturabiliriz. Eğer dört yol ağzında olduğumuzun farkına varırsak, yapacak çok işimiz olduğunu da anlarız.

 

* Jason Goodwin, Ufukların Efendisi Osmanlılar, Çev. Armağan Anlar, İstanbul, 1999.