Site Tasarım: Savaş Çekiç Uygulama: İkipixel

Bu sitede bulunan resimler ve dökümanlar M. Sinan Genim'e aittir ve izinsiz kullanılamazlar. Ancak gerekli izin alındıktan sonra ve kaynak gösterilmek kaydıyla kullanılabilir.

Köşe Yazıları

AKM’Yİ ONARMAK YERİNE ÇAĞDAŞ BİNA YAPILMALI

 

İstanbul’a bir kültür merkezi inşa etme fikri 1930’lu yılların sonunda Vali ve Belediye Başkanı Lütfi Kırdar döneminde başlar. İl Genel Meclisi’nin onayıyla biri Taksim Meydanı’nda Opera Binası, diğeri Harbiye’de Açıkhava Tiyatrosu olmak üzere İstanbul’da iki gösteri mekanı yapılmasına karar verilir. Bu konuda ünlü Fransız Mimar Auguste Perret’in (1874-1954) önerileri alınır. Opera Binası’nın projeleri için uluslararası bir yarışma açılır, ancak yarışmayı kazanan proje uygulanmaz.



 

TEMELİ 46’DA ATILDI

 

Uzun süre askıda kalan bu çalışma nihayet İstanbul’un fethinin 500. yılını kutlama programına dahil edilir ve Auguste Perret’in öğrencisi ve dönemin Belediye Mimarı Rüknettin Güney ve Feridun Kip’in hazırladığı proje ile yapımına karar verilir ve 29 Mayıs 1946 günü yapının temeli atılır. Belediye ve valilik bütçesinin yetersizliği sonucu yapım işi gayet yavaş ilerler ve fethin 500. kutlama yılı olan 1953’de ancak yapının kaba inşaatı bitirilebilir.
İnşaatın ilerlememesi, dünyada bu tür yapıların mimari anlayışın farklılaşması gibi nedenlerle, 1953’de önce Paul Bonatz, daha sonra da Clemens Holzmeister İstanbul’a davet edilerek yapının bitirilebilmesi için fikir ve bilgilerine başvurulur. Rüknettin Güney ve Feridun Kip tarafından hazırlanan projeler 1956 yılı Nisan ayında tamamlanır. Bu kere İstanbul’un finans gücüyle yapının tamamlanamayacağına karar verilerek, özel bir yasayla yapı Bayındırlık Bakanlığı’na devredilir.



 

BİR YALNIZ YETENEK


 

Bayındırlık Bakanlığı, İstanbul Teknik Üniversitesi’nde görevli konuk profesör Gerhard Graubner’den yapı hakkında bir rapor ister. Graubner’in olumlu raporu sonrası inşaatın devamına karar verilir. İnşaatı yürütmek üzere 1956 yılında Bayındırlık Bakanlığı bünyesinde bir proje bürosu kurulur ve başına Hayati Tabanlıoğlu getirilir. Yapının projesi, tamamlanan kaba inşaatın el verdiği olanaklar çerçevesinde yenilenir. 13 yıl gibi uzun süren bir çalışma sonrası 12 Nisan 1969 tarihinde açılışı yapılır. Bir yılı aşkın bir süre sonra Arthur Miller’in “Cadı Kazanı” oyununun sahnelenmesi sırasında 27 Kasım 1970 günü yanar. Kısa süre içinde onarım çalışmalarına başlanır ve üçüncü yapım süreci de 8 yıl sürer, bu arada Mimar Willi Ehle’nin de katkıları da alınır. 6 Ekim 1978 günü Atatürk Kültür Merkezi (AKM) adıyla kullanıma açılır.



 

ALMAN MİMARİSİ


 

Görüldüğü gibi bu yapının oluşumunda Auguste Perret’den başlayan Rüknettin Güney-Feridun Kip, Paul Bonatz, Clemens Holzmeister, Gerhard Graubner, Willi Ehle ve Hayati Tabanlıoğlu gibi pek çok mimarın katkısı bulunmaktadır.
Atatürk Kültür Merkezi’nin ilk tasarımı, II. Dünya Savaşı öncesi yıllarına uzanmaktadır. 1930’lu yıllar tüm dünyada faşizmin etkili olduğu yıllardır. “Yeni Alman Mimarisi” adı altında 1943’te açılan serginin getirdiği etkiler mimarlarımızı, özellikle de yönetici kadroyu büyük oranda etkiler. Aynı tarihlerde yapılan veya yapımına başlanan anıtsal yapıların büyük çoğunluğunda, insanı ezen, onun varlığını küçülten bu ağır mimari baskıyı görürüz. İstanbul Opera Binası’nın ilk yapısı da aynı etkilerle yapılmış ve eleştiriler almıştır.



 

İNCE KOLONLU YAPI


 

Yapının gerçek mimarı dememiz gereken Rüknettin Güney’in adı pek fazla bilinmez ve hatırlanmaz. “Mimariden Konuşmak ve Bilinmek İstenmeyen 20. Yüzyıl Türk Mimarlığı” isimli kitabında Şevki Vanlı, Rüknettin Güney için “Bir yalnız yetenek” başlığını koymuştur. Dönemin yoğun Alman etkisindeki Türk mimarlarına karşın eğitimini Fransa’da tamamlayan, modernizmin öncülerinden Auguste Perret’in yanında bir süre çalışan Güney, dönemin otoriter yapıları yerine çevre ile sıcak ilişkiler kuran, ince kolonlu, cam yüzeyleriyle dışarıya ışık saçan yapılar projelendirmesiyle bilinir.



 

BİR YARIŞMA YAPILSIN


 

Rüknettin Güney’in, bir anlamda neoklasik diyebileceğimiz 1943 tarihli İstanbul Opera Binası dışındaki tüm çalışmaları modern mimarlık anlayışını yansıtır. Anlaşılacağı gibi daha yapıldığı dönemde, faşist Alman mimarisi etkisi taşıyan AKM, daha sonraki yenileme çalışmalarında da bu etkiden kurtulamamıştır. Taksim Meydanı gibi İstanbul’un Cumhuriyet değerlerini yansıtma çabası taşıyan bir meydanda, insanı ezen, estetikten yoksun, tüm çabalara karşı itici bir yapının tekrar tekrar onarılıp kullanılmaya çalışılmasının nedenini anlamak güç.
Yaklaşık 70 yıldır bu yapının hayata geçmesi için kaynak ayrılmış, inanılması güç oranda para sarf edilmiştir. Son zamanlarda yapılan konuşmalarda, yukarda söylemeye çalıştığım eleştiri noktalarını pek çok kişinin teşhis ettiğini görmekten mutluyum. Ancak “yapıyı 24 saat kullanılacak hale getireceğiz, alternatif mekanlar yaratacağız” gibi argümanlara da katılmıyorum; eğer bu yapının mimarisine büyük oranda müdahale edilecekse, korumanın ne anlamı kalıyor? Yeniden, ikinci bir cephe giydirmenin amacı nedir? Eğer bu yapı yıkılırsa, AVM yapılır, otel yapılır gibi korkularla ne olursa olsun da yıktırmayalım gibi bir düşünceye saplanmışsak Atatürk’ün önemli tespitlerinden birini hatırlamamız gerekiyor; “İdare-i maslahatçılar esaslı reform yapamazlar”.
Mimarimizin reforma ihtiyacı var. Kişisel olarak ben uluslararası bir yarışma sonrası bu alana çağdaş bir opera ve konser salonu yapılmasını isterim. Uluslararası çağdaş mimarlık anlayışlarını yansıtan, dünyanın merak ve beğenisini kazanacak, Taksim Meydanı’nı farklılaştıracak bir yapı. İstanbul’un da Cumhuriyet Dönemi’nin bir yapısı ile dünya mimarlık gündeminde yer almaya hakkı var. Küçük endişeler, kısır birliktelikler yeni atılımların önünü tıkamamalı.