Site Tasarım: Savaş Çekiç Uygulama: İkipixel

Bu sitede bulunan resimler ve dökümanlar M. Sinan Genim'e aittir ve izinsiz kullanılamazlar. Ancak gerekli izin alındıktan sonra ve kaynak gösterilmek kaydıyla kullanılabilir.

Köşe Yazıları

HİLAL ŞAFAĞI

 

Temmuz ayında Altın Kitaplar Yayınevi Clive Cussler ile Dirk Cussler’ın birlikte yazdıkları “Hilal Şafağı” isimli bir macera romanını yayımladı. Orijinal baskısı Kasım 2010 tarihinde yapılan bu kitabın ismi “Crescent Dawn”. Mine Akverdi Denktaş, bu kitabı bir solukta okuyup Temmuz sayımızda görüşlerini bize aktardı. Akverdi Denktaş’ın da belirttiği gibi yazar/yazarların benzer birçok romanı bulunuyor. Hemen hemen hepsi birbirine benzer kurgular taşıyan bu romanları, insan bir solukta okumak istiyor. 
Eski çağlardan başlayan hikâye bizi sarıp sarmalıyor, merakımızı körüklüyor ve sonunu bir an önce öğrenmek istiyoruz. Çoğu New York Times’ın çok satanlar listesinde yer alan ve bazıları senaryolaştırılarak filme alınan bu romanların konuları farklı ülkelerde geçmekte. 


 


SIRA ÜLKEMİZE GELDİ


 

Bu kere anlaşılan, sıra ülkemize gelmiş olmalı ki, “Hilal Şafağı” M.S. 327 yılında bugün ülkemiz sınırları içinde yer alan Ege Denizi’ndeki bir körfezde başlıyor. Ülkemizin Ege kıyıları ve özellikle İstanbul kitapta sıkça geçen yerler. Geçmiş yüzyıllarda bu şehrin günlük yaşamı, sahip olduğu kültürel varlıklar, politik hayat hakkında pek çok anı yayımlanmıştır. XIX. yüzyılın sonlarından itibaren ise konusu şehirde geçen, onun günlük yaşantısı ile iç içe roman tarzı kitaplar yayımlanmaya başlar. 
Pier Loti’nin “Azade”, Agatha Christie’nin “Doğu Ekspresinde Cinayet”, Ian Fleming’in “007 Rusya’dan Sevgilerle” gibi romanları tüm dünyanın İstanbul hakkında bilgi edindiği kitaplardır. Bu kitaplarda yabancıların, özellikle de Agatha Christie, Ian Fleming gibi kısa süreliğine İstanbul’da kalan yazarların şehrimiz ve kültürümüz hakkındaki izlenimlerini biraz da hayretle okumaktayız. 
Son zamanlarda, çoğu henüz dilimize çevrilmemiş, konusu İstanbul’da geçen macera romanları ile karşılaşıyorum. Geçen ay yurtdışına çıkarken, havaalanındaki kitapçıda üç dört tane konusu İstanbul’da geçen dedektif ve macera romanına rastladım. “Ne oluyor?” diye kendi kendime sordum; neler oluyor da İstanbul bunca kişinin ilgisini çekiyor ve popüler hale geliyor? Ekonomik açıdan giderek artan başarımız bize olan ilgiyi büyütüyor. Eskiye nazaran dünya gündeminde daha fazla yer alıyoruz, bu da ister istemez İstanbul’a olan ilgiyi artıyor. 
Bu kere ünlü bir yazar olan Clive Cussler ülkemize, özellikle de İstanbul’a ilgi duymuş ve son romanın kahramanlarını bizim kıyılarımızda ve İstanbul’da dolaştırmayı tercih etmiş. Buraya kadar bir mesele yok, elbette bir yazar değişik ülkelere, farklı şehirlere ilgi duyar ve roman konularını o ülke ve şehir üzerinde yoğunlaştırabilir. 
Soluk soluğa okunan kitabın satır aralarına yerleştirilmiş bazı açıklamalar ilgi çekici; eğer kendinizi okumaya kaptırırsanız, okuyup geçeceğiniz türden bazı satırlar ilgimi çekti. Özellikle kurgunun kötü kahramanının sözüm ona Özden Çelik isimli bir Osmanlı şehzadesi olmasına karşın kız kardeşinin isminin Maria olması. İstanbul’a, özellikle de Süleymaniye Camii’ne karşı bir ramazan günü girişilen ve tüm İslam âleminin büyük reaksiyon duymasına neden olacak terörist saldırı için bir İsrail su tankerinin kullanılması ve bu girişime mani olanlar içinde yer alan bir İsrail komandosunun yaptığı kahramanlıklar.

 

CASUSTAN ÖVGÜLER


 

“İsrail’den, Akdeniz üzerinden, dört yüz kilometre kadar uzakta olan Türkiye, bu kıraç bölgede, gerçekten de fazlasıyla temiz su kaynağına sahip az sayıdaki ülkeden biriydi. Birçok zengin su kaynağının yanı sıra, hem Dicle hem de Fırat’ı besleyen kaynakların kontrolünü elinde bulunduran Türkiye, gelecek yıllarda önemi daha da artacak stratejik bir konumda bulunuyordu. Bunu bir ihraç ürünü olarak kullanmaya başlayan ülke, İsrail ile deneme niteliğinde ticari bir anlaşma yaparak suyunu küçük bir bölümünü satmayı kabul etmişti” (s. 410).
İstanbul bu kadar büyük bir risk altında iken Çanakkale ve Marmara’da Türk Ordusu ve Sahil Güvenlik Teşkilatı’nın yarattığı boşluk, denizlerimizin güvenliğini sağlamaktaki beceriksizliklerimiz (s. 469-72). Teröristlerin gemisinin “Osmanlı Yıldızı” adı ile tanıtılması. Kubbetü’s-Sahra’ya karşı yapılması planlanan terörist saldırının, Topkapı Sarayı Müzesi’nde bulunan mukaddes emanetlerin çalınmasının, bir Osmanlı şehzadesi tarafından kurgulanıp, uygulanması. Şehzadenin emri altında bulunan Hırvat asıllı teröristlerin Yeniçeri ismiyle anılmaları. İstanbul müftüsünün başbakan olabilmesi için terörist şehzadenin verdiği destek (s. 109-112 ve 532). Bazı Arap ülkesi liderlerinin bu konudaki parasal destekleri (s. 186). Bu arada Ermeni Yahudisi gibi anlamsız tanımlamalara da şahit oluyoruz (s. 360).
Satır aralarında kalan, CIA görevlisinin şu değerlendirmesi ilgi çekici değil mi? “Türkiye, başka şeylerin yanı sıra büyük miktarlarda gıda ve temiz su ihracıyla, İsrail’in ticaret ortağı ve sessiz dostu olmuştur. Eğer Türkiye ve Mısır, her ikisi birden, köktenciliğe doğru bir dönüş yapacak olursa, bu İsrail’in tecrit edilmişliğini de artıracaktır. İran’ın cesaretlenmesine ek olarak, Hamas, Hizbullah ve İsrail’in cephe hattındaki düşmanlarının daha da saldırganlaşmasından korkuyorum ki böyle bir durum bölgede sadece daha fazla şiddete yol açacaktır. Hakim güçteki bu tür bir sapma gerçekten de çok uzun zamandır korktuğumuz o tetik noktası haline gelebilir, yani Üçüncü Dünya Savaşı, Ortadoğu’nun merkezinde patlak verebilir” (s. 121-22).
“Türkiye’yi ve dünyadaki rolünü değiştirmek için önümüzde gerçek bir fırsat var” (s. 85). Hepimizin hoşuna gidecek bir cümle, ama bir teröristin ağzından duyulduğunda gerçekten endişe verici. 
“İstanbul geçmişinden ötürü en derin saygıyı hak ediyor, zaten öyle olması da gerek. ‘Temelleri geçmişe dayanmadığı sürece, büyüklüğün elde edilmesi mümkün değildir” ne doğru bir tespit demek için bu sözleri kimin söylediğini okumak gerekiyor (s. 85).
Ya da, romanın kahramanı Dirk Pitt’in büyük açıklaması: “Atatürk’ün laik Türk devleti görüşünün bir süre daha devam etmesine katkıda bulunmak da cabası” (s. 535).
Dile getirilmesi bir yana düşünülmesinden bile hoşlanmadığımız, ülkemiz için kurgulanan bazı gelecek senaryolarının artık macera romanlarına kadar yayıldığını görmekteyiz.
Komplo teorilerinden, hemen her şeyden kuşku duymaktan hoşlanmam, ancak duymaktan hoşlanmayacağımız veya duymak istemediğimiz bazı düşüncelerin bir roman içinde de yer alsa birileri tarafından kurgulandığını, daha da ötesi bu kurgunun tüm dünyada tanınmış ve çok satan bir yazarın kitabının ana fikrini oluşturması, bizi biraz daha düşünmeye zorlamalı ve içinde yaşadığımız olaylara daha geniş bir perspektiften bakılmalı diye düşünüyorum. 
“Hilal Şafağı” isimli macera kitabını okumanızı tavsiye ederim, hem hoşça vakit geçirir, hem de bir macera romanında bu satırların ne işi var diye merak edersiniz.