Site Tasarım: Savaş Çekiç Uygulama: İkipixel

Bu sitede bulunan resimler ve dökümanlar M. Sinan Genim'e aittir ve izinsiz kullanılamazlar. Ancak gerekli izin alındıktan sonra ve kaynak gösterilmek kaydıyla kullanılabilir.

Köşe Yazıları

YEDİNCİ GÜN

 

İhsan Oktay Anar adını ilk defa 1995 yılında yayımladğı “Puslu Kıtalar Atlası” isimli kitabı ile duydum. Müthiş bir hayal gücü ve kurgu, zaman zaman insanı sözlüğe başvuracak kadar zorlayan geniş bir kelime kullanımı... Anar, kısa aralıklarla iki kitab daha yayımladı “Kitap-ül Hiyel” (1996) ve Efrasiyab’ın Hikayeleri (1998). Tam Türk Edebiyatı yeni bir sese ve üsluba kavuşuyor derken, Anar sessizliğe büründü. Yedi yıl sonra Amat (2005) ve Suskunlar (2007) iki yıl ara ile iki yeni kitap olarak elimize ulaştı. Sonra tekrar bir suskunluk ve bu kere “Yedinci Gün”. Efrâsiyâb’ın Hikâyeleri hariç tümünün de konusu geçmişin İstanbul’un da geçen bu romanların hepsinin de farklı tadları olduğunu söylemek gerekir.

 

Tüm bu romanların içinde geçen olaylar ve kahramanlar bizi imparatorluk dönemine ait günlere götürüyordu. Bu kere “Yedinci Gün” de, Sultan II. Abdülhamid devrinde başlayan, İttihat ve Terakki dönemi ile devam eden ve 1930’lu yıllara kadar süren bir roman ile karşılaşıyoruz.

 

Paşaoğlu’nun hikayesi ile başlayan roman, İhsan Sait’le devam ediyor. Kambur Bevval, Aman Baba, İdris Dede, satranç ustası Rebaz romanı zenginleştiren ve ayrı ayrı hikayeleri olan ilginç karakterler. İhsan Sait’in oğlu Ali İhsan’ın Sarıkamış harekatına katılması ve orada donarak ölmesi “Oğul” adıyla ayrı bir bölüm halinde anlatılıyor. Son zamanlarda sık sık gündeme gelen Sarıkamış Harekatı’nın arkasındaki gerçekler biraz da alaycı bir dille romanın içine katılmış. Daha sonra “Hayalet” bölümünde çağdaş yedi uyurların geçmiş olaylarını tasnif etmeye çalışmasını görüyoruz.

İhsan Oktay Anar’ın tüm kitapları biraz bilim kurgu hikayesi gibi, ancak bu romanların kahramanları gelecek bir zaman içinde değil de geçmişteki bir zaman içinde yaşıyorlar. Bazı düşüncelerimizi, geçmişte olan bazı olayları veya geçmişi oluşturan olayların ardında yatan gerçekleri açık ve net bir şekilde kaleme almak her zaman için güçtür. Çoğunlukla bir yazarın karşı karşıya kalmak istemiyeceği sonuçlara neden olabilir. Bir tarihte; Napoléon “ Tarih, geçmişte yaşanan olayların insanların üzerinde mutabakata vardığı haline denir” demiş. Ya üzerinde mutabakata varamadığımız olaylar, ya da çoğunluğun mutabakata vardığı veya mutabakata varmış gibi yaptığı olaylar. Bizim katılmadığımız veya bir başka şekilde düşündüğümüz olayları veya bizce tarihin farklı gerçeklerini acaba nasıl açıklamak gerekir. O zaman ya Montaigne gibi bir kuleye kapanıp, kitabınız için “ben burada yakınlarım ve kendim dışında hiçbir amaç gütmedim... yakınlarım için kolaylık olsun diye yazdım” demek zorunda kalırsınız, ya da Isaac Asimov gibi binlerce sene öteleyip, galaksi hikayeleri haline getirirsiniz.

 

İhsan Oktay Anar’da romanlarında benzeri bir yola başvurup, bazı olaylar hakkındaki düşüncelerini zengin bir kelime bolluğu içinde, biraz da alaycı bir dille süsleyerek bize aktarmaya çalışıyor. Okuması zevkli, ancak zevkli olduğu kadar da güç bir kitap “Yedinci Gün”, zaman zaman sözcüklerin büyüsüne kapılıp, konunun devamlılığından kopabiliyorsunuz. Sanırım bu kitabı üzerinde bir süre düşündükten sonra tekrar okumak gerekiyor, özellikle de satır aralarını, yazılmayan fakat varlığını hissettiren gerçekleri göz önüne alarak.

 

Bir felsefeci olarak tasavvuf kültürünü yazdığı kitabın içinde derinlemesi kullanan, Mukaddes Kitapların ayetleri ile tasavvuf ehline ait hikmetlere atıflar yapan bu roman derin ve hazmedilmiş bir kültürün ürünüdür. Bölümler arasındaki bağlantılar zaman zaman okuyucuyu kitabın bütünlüğünden koparıp, farklı hikayeler okuyurmuş gibi bir hisse sürüklese de, yazarın kitabın son sayfasında söyledi gibi “ Yazdırırken muhterisleri de düşündü ve bu kitâbındaki kusurları, rastlayınca sevinip tatmin olsunlar diye onlara sadaka olarak verdi. Allah kabul etsin! O, bütün rızklara kefildir, umulur ki doyarlar” cümlesi üzerinde düşünmek gerekir.

 

Bu arada çok düşünmeme rağmen Anar’ın son sayfadaki “Als ikh kan!” cümlesini anlamaktan aciz kaldım ve merak ettim. Acaba kendisine mi sormak gerekir? Yoksa bu cümleyi anlayacak kadar olgunlaşmak mı karar veremedim. Belki kitabı tekrar okududuğum da karar veririm.