Site Tasarım: Savaş Çekiç Uygulama: İkipixel

Bu sitede bulunan resimler ve dökümanlar M. Sinan Genim'e aittir ve izinsiz kullanılamazlar. Ancak gerekli izin alındıktan sonra ve kaynak gösterilmek kaydıyla kullanılabilir.

Yayımlar / Bildiriler

İSTANBUL’UN ALTINCI KERE İNŞASI

 

Nedim’in XVIII. yüzyılın başlarında dile getirdiği meşhur,

“Bu şehr-i sıtanbûl ki bîmisl ü behâdır
Bir sengine yek pâre Acem mülkü fedâdır.”

dizesi ile başlayan kasidesini hemen hemen hepimiz biliriz.
Ancak ondan yaklaşık yüz elli yıl önce, XVI. yüzyıl ortalarından günümüze seslenen Lâtifi’nin,

“İrem bağ budur dir her görenler
Ki çıkmak istemez ana girenler

.................................................

Öyme ey hâce bize Hind ü Hatâ vü Hoten’i
Bundadur lutf u şeref buna Sitanbul derler.”

kasidesini kaçımız hatırlarız?

 

XV. yüzyılın ortalarından itibaren içinde yaşamaya başladığımız “İstanbul” denen bu şehir nedir, nerede başlar, nerede biter? Nasıl bir şehirdir?

 

XX. yüzyılın başında Karoly Kos’un “İstanbul bir şehirdir, herhangi bir şehir değil” sözleri ile tarif etmeye çalıştığı bu şehir, yani İstanbul, gerçekte bugün Fatih adıyla anılan ilçemizdir.

 

Geçmişin Akropol’ü, Hipodrom’u, Roma İmparatorluk Sarayı, Tiyatro, Via Egnatia’nın başlangıç noktası olan Million Taşı, Forum Tauri ve daha niceleri... Eski ve Yeni İmparatorluk Sarayı, Bab-ı Âli, Bab-ı Seraskeri, Şeyhülislamlık yani Meşihat Kapısı, Yeniçeri Kışlaları, Kapalıçarşı, limanlar, günümüzdeki Vilayet makamı, Büyükşehir Belediye Başkanlığı, Üniversite, yakın bir zamana kadar Adliye, Ayasofya, Fatih, Süleymaniye ve Sultanahmed Külliyeleri ve diğer pek çok önemli yapı hep karşımıza Fatih’te çıkmaktadır.

 

Pek farkında değilizdir ama, İstanbul, yani içinde yaşadığımız ve yaşamaktan övünç duyduğumuz bu şehir geçmişten günümüze beş kere yakılır, yıkılır ve her defasında yeniden inşa edilir.

 

Bu yıkım ve yapımların ilki tarihin karanlık sayfalarında kalmış olup, bugüne kadar hemen hiç üzerinde durulmamıştır. Kulağa hoş gelen efsane ve hikâyelere duyduğumuz merak kadar, tarihe ve içinde yaşadığımız şehrin geçmişine nedense yeterince ilgi duymamışızdır. Yüz yıllar boyu oluşan yoğun iskâna rağmen 1940’lı yıllarda Ayasofya ve Aya İrene’nin zemininde yapılan bazı kazılar dışında, özellikle Akropol bölgesinde detaylı kazı yapılmamış olup, bu bölgedeki iskân izlerinin değerlendirilmesine çaba harcanmamıştır. 1872 yılında demiryolu yapımı sırasında ve 1980’li yıllarda, Anadolu Yakası’nda şehre su getirmek için yapılan çalışmalar sırasında, Sarayburnu bölgesinde çok eski iskân izlerine rastlanmış ve bazı sur kalıntıları açığa çıkarılmışsa da, işimize engel olur kaygısıyla bu kazılar bazı küçük gazete haberlerinden öteye gitmeyen birer havadis olarak kalmıştır.

 

Bu şehri yöneten, bu şehir hakkında konuşma yapan hemen herkes büyük bir güvenle, İstanbul’u MÖ 660 tarihinde Megaralı Grekler’in kurduğunu ve böylesi önemli bir merkezi görmezden gelerek Kadıköy’e yerleşenlere “Körler Ülkesi” adını verdiklerini söylemektedir. Bu iddia doğru mudur? Bugüne kadar bu iddia konusunda yeteri kadar araştırma yapılmamış olup, hemen herkes kulaktan duyduğu bu söylencenin “Aslı nedir?” diye düşünmemiştir. Dionysios Byzantios, muhtemelen MS II. yüzyıl içinde yazdığı “Boğaziçi’nde Bir Gezinti” isimli kitabında; “Bosporos Burnu’nun biraz yukarısında Athena Ekbasia Sunağı vardır. Koloni kurucuları tam burada karaya çıkmış ve tıpkı vatanları için çarpışanlar gibi savaşmışlardı.” demektedir. Benzer bir açıklama da Plinius tarafından yapılır. Yeni koloni Pausanias tarafından MÖ 663’de kurulur ve ilk ismi “Lygos” değiştirilerek şehre “Bizans” ismi verilir. Günümüze kadar yaygın olan söylence Megaralı Grekler’in boş bir alanda karaya çıktıkları ve burada bir koloni kurduklarıdır. Boş bir alana çıkan insanlar niçin ve kimle savaşır? Bu satırlardan anlaşılan yeni bir koloni kurmak için seçilen alanda bir yerleşim vardır ve bu alandaki yerleşik insanlar şehirlerini istilaya karşı korumak için savaşmışlardır.

 

İstanbul’un ilk olarak tahribi ve yeniden inşası muhtemelen otakton Trak Kabilelerinin inşa ettiği ve yaşlı Plinius tarafından “Lygos” adı ile anılan, Sarayburnu civarındaki küçük yerleşmenin Megaralı Grekler tarafından alınması ve yeniden düzenlenmesi sonucu gerçekleşir. Afif Erzen bu görüşü daha da eskiye taşıyıp; “İstanbul’un ilk sakinleri Orta Yunanistan’dan gelen Megaralılar ve diğerleri olmadığı gibi MÖ 1200 yıllarında Anadolu’ya göç eden Frig’ler veya başka Trak kavimleri de olmayıp, prehistorik dönemde Anadolu’nun kuzey-batı bölgesine has bir kültürü temsil etmiş insanlardır.” demektedir. Gerçekte yıllar sonra yapılan Yenikapı kazıları ile Beşiktaş kazıları bize gerek yarımada içindeki gerekse yakın çevresindeki iskânın neolitik döneme kadar uzandığını göstermiştir. İstanbul ve yakın çevresinin çok erken dönemlerden itibaren dünyaya yayılmaya başlayan insan topluluklarının zorunlu geçiş yolu üzerinde yer almasından dolayı iskân edilmemiş olması düşünülemez. Bu kadar hareketli ve yol üstü olan bir bölgenin erken dönemlerden itibaren gerek konaklama gerekse iskân için kullanıldığı, çevre prehistorik dönem yerleşmelerinden anlaşılmaktadır. Bu arada, tarihsel değerlendirme açısından Lygos [Lykos] isminin “Luwi” dilinden gelme bir kelime olduğunu da belirtmek isterim. Tarihin karanlıkları içinde kalan bu ilk yerleşmenin araştırılması ve gün ışığına çıkarılması bu şehre karşı bir borcumuzdur.

 

Bu arada yaygın olarak kullanılan ikinci bir söylenceye dikkat çekmek isterim. “Körler Ülkesi” Megaralı Grekler’in yeni bir koloni kurmak üzere Sarayburnu’na çıkmaları ikinci dalgadır. Bundan yaklaşık on yedi yıl önce Megara’dan gelenler Kurbağalıdere vadisine yerleşirler. Bu bölgede Fenikeliler tarafından kurulan “Halkedon” adında eski bir yerleşme olduğu bilinmektedir. Bilge Umar bölgeye adını veren sözcüğün “Luwi / Pelasgos” dilinde “Kıyı” ve giderek “İskele” anlamına geldiğini söyler. Muhtemelen erken dönemlerde gerek Heybeliada’dan çıkarılan bakır madeninin teknelere yükleme yeri olarak kullanılmasından dolayı bu adla anılmaktadır. Burası Sarayburnu bölgesine nazaran tarım ve hayvancılığa daha müsait, önemli bir tatlı suyu olan alandır. Bu yerleşmeye “Körler Ülkesi” yakıştırması MÖ 511 yılı civarında Pers Kralı I. Dareios’un komutanı Megabazos tarafından yapılır. “Kalkhedonlular o zaman kör olmalıydılar; zira kör olmasalardı, kentlerini kurmak için ellerinin altında daha güzeli varken daha kötü bir mevkiyi seçmezlerdi.” diyen Megabazos bir askerdir, yerleşim alanlarına elbette stratejik yönden bakacaktır. Byzantion gibi üç tarafı deniz ile çevrili ve alınması zor bir alana karşın düzlükte kurulmuş bir kentin olumsuz stratejik yapısı onu bu sözleri söylemeye mecbur bırakmış olmalı. Oysa Kalkhedonlular akıllı insanlardır, sert rüzgarlara açık, tarım alanı kısıtlı bir alan yerine daha verimli bir alana yerleşmişler ve Karadeniz’e çıkışı kontrol altına almışlardır. Günümüzde motor gücü ile çalışan gemiler için herhangi bir sıkıntı olmamasına karşın yelkenli tekneler Karadeniz’e çıkış için boğaz akıntıları nedeniyle Anadolu sahiline yakın seyretmek mecburiyetindedirler. Bu nedenle günümüz Selimiye Kışlası’nın kıyısında MÖ 410 yılında Atinalı komutan Alkibiades bir gümrük istasyonu kurar ve bu semt daha sonraları “Kavak / Gümrük” adı ile anılır.

 

Yukarıda da belirtmeye çalıştığım gibi bir dönemin söylenceleri gerçeklerin yerini almış olup, yüz yıllardır tekrar edilmektedir. Artık çalışıp bu şehre ait gerçeklere bir an önce ulaşmamız gerekmektedir.

 

Megaralı Grekler’in koloni kurma çalışmaları sırasında, muhtemelen savaşarak aldıkları şehri büyük oranda değiştirdiklerini, kendi yaşam kültürleri ve inançlarına göre onu yeniden düzenlediklerini kabul etmek gerekir. Bundan böyle “Lygos” tarihin bilinmezleri arasına karışacak, yeni bir şehir “Byzantion” ortaya çıkacaktır. MÖ 514-513 yıllarında başlayan Pers İstilası yaklaşık yüz yıl sürer. Şehrin bu süre içinde hangi isimle anıldığını bilemiyoruz. Ancak bu süre içinde şehirde bazı değişiklikler olduğu, Pers kültürü doğrultusunda yeni yapılar yapıldığı düşünülebilirse de bu konuda şimdilik hiçbir kesin bilgi bulunmamaktadır.

 

MÖ II. yüzyılda Byzantion, Makedonyalılar ve Pontus’tan gelen baskılara karşı Roma’dan koruma ister. MÖ 146’daki Makedonya savaşı sonrası Romalılar egemenlik alanlarını Balkanlar’a, Ege’ye ve Anadolu’nun bir bölümüne doğru genişletirler. Bu genişleme sonrası tümüyle Roma toprakları ile çevrelenen şehir Roma Cumhuriyeti’ne bağlı bir şehir devleti haline gelir. Bundan böyle “Grekçe”nin yerini “Latince” alacaktır. MS 73 tarihinde İmparator Vespasianus döneminde ise Roma’nın “Bitinya-Pontus” eyaletine dahil edilir. Bundan böyle şehrin ismi bir süreliğine “Byzantium” olarak anılacaktır.

 

Roma İmparatorluğu bünyesinde oluşan siyasi dalgalanmalar ve rekabetler ister istemez şehri etkilemeye başlar. Yüz yılı aşkın bir süre sonra şehrin ikinci kere yakılıp, yıkılması ve yeniden inşası MS 196 yılında meydana gelen bir güç savaşı sonrasıdır. MS 194 yılında Roma İmparatoru Septimus Severus’un İznik yakınlarında Pescennius Niger’i bozguna uğratıp, Niger’in Byzantion’a sığınması sonrası, Romalılar şehri iki yıl süren bir kuşatmaya alırlar. MS 196 yılında teslim olan şehir yakılıp, yıkılır ve şehir statüsü kaldırılarak Marmara Ereğlisi’ne (Perinthos / IV. yüzyıldan sonra Herakleia) bağlanır. Bu arada çoğunlukla görmezden gelmeyi tercih ettğimiz Roma Ortodoks Patrikhanesi’nde patriklerin taç giyme töreninde hâlâ o günlerin anısına Perinthos Metropoliti’nin patriğe taç giydirdiğini çok azımızın bildiğinden eminim.

 

Fakat, çok daha sonraları Lâtifi’nin de belirttiği gibi bu şehir öyle kolay kolay terk edilecek bir şehir değildir. Ona bir kere sahip olanlar kısa süre içinde neye malik olduklarının bilincine varmaktadırlar. Septimus Severus yıkılan şehri kısa bir süre içinde onarmaya başlar, şehri çevreleyen surları genişletir. Zeuxippos Hamamları’nı, Hipodrom’u, gelecekte bir bölümü Yeniçeri Kışlaları olarak kullanılacak olan Strategion’u yaptırır. Bu dönemde Ayasofya’nın yerinde şehrin Agora’sı bulunmaktadır. Bu arada şehrin adı da değişecektir. Artık “Byzantion” ismi tarihe karışmış olup, şehrin yeni adı oğlu Aurelius Antoninus Caracalla’ya izafeten “Antoneinia-Augusta Antonina” olacaktır.

 

Roma imparatorları Gallineus (252-268) ve Maximinus’un (312-313) şehri ziyaret ettiklerine dair bilgiler varsa da herhangi bir inşaî faaliyet başlatıp, başlatmadıkları bilinmez. Buna karşın, MS 325’ten itibaren İmparator Constantinos’un şehre yeni yapılar yaptırmaya başladığını bilmekteyiz. 26 Kasım 328’de kara surlarının daha batıya alınması için yapımına başlanan yeni surların temeli atılır. Nihayet 11 Mayıs 330 tarihinde yapım işlerinin büyük oranda tamamlanmasının ardından yapılan kutlamalar ve şenlikler sonrası şehrin adı bir kez daha değişir. Deutera Rome veya Nea Rome (İkinci Roma / Yeni Roma), çokça kullanılmayan bu isim yerine, 1453’den itibaren biraz değiştirilerek, nerede ise 1922’ye kadar Constantinopolis (Kostantiniyye) ismi kullanılacaktır. Artık bu şehrin eski ahalisinin adı “Romalı” olacak ve bu tarif bizim dilimize hâlâ kullandığımız “Rum” kelimesi olarak geçecektir. Yunanistan halkı “Rum” kelimesini reddeder. Çünkü onlar “Biz Grek’iz nerden çıktı bu Romalı sözü?” diye düşünmektedirler ve de haklıdırlar. Ama biz binlerce yıldır Anadolu’da yaşayan ve “Rum” diye isimlendirdiğimiz “Romalıları” bir dönem zorla “Grek” yapmakta ısrar etmişizdir. Ve de hâlâ bu konuda net bir görüşümüz yoktur.

 

Konstantinopolis aynı zamanda yeni bir inanışın da başkentidir. Artık Pagan inanışı yerine Hıristiyanlığın egemen olduğu yeni bir anlayış şehre hâkim olmaya başlamıştır. Eski Pagan tapınakları ortadan kaldırılmaya yerlerine kiliseler ve manastırlar inşa edilmeye başlanır. Valens’in yaptığı su yolları ile şehre su getirilir, Marmara sahillerine bir imparatorluk limanı ve sarayı inşa edilir. Kısa süre içinde yetersiz kalan yerleşme alanı II. Theodosisus döneminde bir kez daha büyütülür ve bugünkü surlar oluşturulur. MS 524 tarihinde Ayasofya inşa edilir ve şehrin dili Nika İsyanı sonrası (532) Latince’den Grekçe’ye dönüşmeye başlar.

 

1204-1261 yılları arasında şehrin büyük oranda tahrip olmasına neden olan, IV. Haçlı Seferi sonrası Latin İstilası yaşanır. Altmış yıla yakın süren Latin İstilası sırasında şehir tam anlamıyla yağmalanır. Meydan ve yapılarını süsleyen heykeller sökülür, kimi eritilerek metal haline getirilir, kimi ise İtalya ve başka ülkelere götürülür. Latin İstilası sırasında şehirde hiçbir yeni yapının yapılmadığı, var olan yapıların farklı amaçlarla kullanıldığı anlaşılmaktadır. Anlaşılan tam bir yağmacı zihniyetiyle hareket eden Latinler, yalnızca şehri soymakla yetinmişler, yeni hiçbir yapı ve düzenleme yapmamışlardır. Latin İstilası sonrası kilise ve manastır gibi bazı küçük ölçekli yapılar ile surların onarım ve bakımı dışında büyük ölçekli bir yapı faaliyetine rastlanmaz. Küçük bir alana sıkışan Konstantinopolis bir yenilenme yapacak güçte değildir, ancak varlığını sürdürmeye yetecek bir dinamizme sahiptir.

 

29 Mayıs 1453 günü Fatih Sultan Mehmed komutasındaki Osmanlı kuvvetleri şehre girer. Geçmişe nazaran büyük bir yıkım olmaz çünkü şehir nerede ise yarı yıkılmış bir haldedir ve 17 Temmuz 1203 günü şehre giren Latinler’in yaptığı tahribatı giderecek gücü bir türlü bulamamıştır. 1453 sonrası şehrin yeni bir kimlik arayışı başlamıştır. Eski Saray, Yeni Saray, Fatih Camii ve benzeri pek çok yapı ile şehir zenginleştirilmeye başlanır ve yoğun yapı faaliyeti XVI. ve XVII. yüzyıllar boyunca devam eder. XVI. yüzyıl boyunca yapılan, orta ölçekli camilerin yanı sıra Yavuz Sultan Selim Camii, Şehzade Camii ve Süleymaniye Camileri şehrin silüetini etkin bir surette değiştiren yapılardır. Bir dönem yer yer yükselen sütunlar ile oluşan şehir silüeti, artık hemen her noktadan yükselen minare ve kubbeler ile farklı bir görünüşe dönüşmektedir. Özellikle şehrin Haliç’e bakan yamaçlarında oluşan bu silüet değişimi, XVII. yüzyılın başlarında yapılan Sultanahmet Külliyesi’yle Marmara yönündeki görünüşünü de etkiler. Şehir, fethini takip eden yüz yıl sonunda yeni bir kimliğe kavuşmuştur. Bu arada şehrin ismi de revizyon geçirir ve bundan böyle XX. yüzyılın ilk çeyreğine kadar pek çok ismin yanı sıra ağırlıklı olarak “Kostantiniyye” olarak anılacaktır. Üç yüz yıl boyunca anıtsal yapılar ve silüet üzerinde etkin olan bu değişim, XVIII. yüzyıl başlarında, tarihimize “Lale Devri” olarak geçen dönemde konut yapılarını da kapsar bir şekilde gelişir.

 

XIX. yüzyıl İstanbul için farklı bir anlayışın egemen olduğu yüz yıldır. Hükümdarlık merkezi olan Topkapı Sarayı terk edilerek, saray Rumeli Yakası’na taşınır. Buna karşın hükümet merkezi Bab-ı Âli’de varlığını sürdürmeye devam etmektedir. Yeniçeriliğin kaldırılmasını takiben Bayezıd’da bulunan Eski Saray terk edilerek, Bab-ı Seraskeri olarak yeniden düzenlenir. XIX. yüzyıl içinde yapılan iki köprü ile Galata ve İstanbul birbirine bağlanır. Demiryolu ve tramvay, yüz yılın ikinci yarısında kullanılmaya başlanan deniz yolu bağlantıları şehrin görünümünün hızla değişmesine yol açar. Bu yüz yılda yapılan Aksaray Valide Camii artık eski külliye anlayışından çok uzak, genel silüet içinde etkin olmayan bir yapıdır. Nusretiye, Dolmabahçe ve Ortaköy Camileri ile anıtsal yapı faaliyeti ağırlıklı olarak Rumeli Yakası’nda oluşmaya başlar.

 

Birinci Dünya Savaşı sonrası İstanbul, 13 Kasım 1918 günü işgal edilir. 4 Ekim 1923 gününe kadar yaklaşık beş yıl süren bu işgal döneminde herhangi bir yağma ve yıkım olayı olmaz, ancak şehir içine kapanır ve dünya ile alakası en az düzeye iner. Mustafa Kemal Paşa’nın 27 Aralık 1919’da Ankara’ya gelişi ile birlikte fiilen başkentlik özelliğini kaybeder. Cumhuriyet’in ilanından on altı gün önce, 13 Ekim 1923 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin aldığı bir karar ile bundan böyle ülkenin başkenti Ankara olacak ve İstanbul bin altı yüz yıl boyunca sahip olduğu başkent olma özelliğini kaybedecektir. Bundan böyle İstanbul, Türkiye sınırları içindeki herhangi bir il gibi değerlendirilecek ve bir taşra kenti olarak hayatına devam edecektir. Ancak sahip olduğu coğrafi özellik onun her zaman bir dünya şehri olarak varlığını sürdürmesini sağlar. İdari açıdan bazı kayıplarla karşılaşsa da ülkenin ekonomik gücü büyük oranda bu şehirde toplanacaktır. Yüz yıllar boyunca gerek Akdeniz gerekse Karadeniz ticaretinde etkin bir rol oynayan, ticaret alt yapısı oluşmuş bir şehir tümüyle tahrip olmadan bu özelliklerini kaybetmez. Bir süreliğine gözden düşse de kısa süre içinde yüz yıllar boyunca gelişmiş ve çevreye egemen olmuş kültürel alt yapısı onun tekrar yükselmesini ve farklı bir konum elde etmesini sağlayacaktır.

 

29 Ekim 1923 günü Cumhuriyet’in ilanı sırasında şehrin Belediye Başkanı Haydar Bey’dir (15 Nisan 1923-8 Haziran 1924). Başkanlığının bir bölümü işgal dönemini bir bölümü ise Cumhuriyet dönemini kapsamaktadır. Bir geçiş dönemi başkanı olarak şehirde etkili bir düzenleme yapması söz konusu değildir. 8 Haziran 1924 günü Emin Erkul Belediye Başkanı olarak atanır. Uzun bir süredir gerek işgal gerekse önceki dönemde olan savaşlar ve bu savaşlar sonucu şehre olan göç nedeniyle İstanbul bakımsız kalmış ve yer yer meydana gelen yangınlar şehri hırpalamıştır. Emin Erkul döneminde etkili bir inşaat faaliyetine rastlanmaz. Şehrin ekonomik olarak kalkınması için düzenlemeler yapmayı öncelikli görev kabul ederek çalışmalarını bu istikamette sürdürür. En etkili çalışmalarından biri Haydar Bey döneminde planlamasına başlanan Yenikapı-Unkapanı arasında yapımı düşünülen ve daha sonra Atatürk Bulvarı’nın istimlak çalışmalarına devam etmesidir.

 

14 Ekim 1928 günü Muhittin Üstündağ, bu kere vali ve belediye başkanı olarak göreve atanır. Uzun süredir bakımsız kalan şehirde ülkenin içinde bulunduğu ekonomik dar boğaza rağmen bazı lokal düzenlemeler yapmaya çalışır. Cumhuriyet Bayramı şenlikleri için Sarayburnu’nda bir park düzenlemesi yapılır. Eminönü Meydanı’ndaki bazı yenileme çalışmalarıyla, Yeni Cami’nin çevresinin açılması onun döneminin faaliyetleri arasındadır. 1933 yılı içinde ilk defa İmar Bürosu adıyla belediye içinde bir müdürlük oluşturulur. 1936 yılında şehircilik uzmanı Henri Prost davet edilerek imar planı çalışmalarına başlanır. 8 Aralık 1938 günü bu kez Lütfi Kırdar vali ve belediye başkanı olarak atanır. İlk işlerinden biri Henry Prost’un hazırladığı imar planını uygulamaya sokmak olur. Şehrin pek çok noktasında hızlı bir imar faaliyetine girişilir. İstanbul içinde ise Haydar Bey döneminde başlanan istimlak çalışmaları tamamlanarak Yenikapı-Unkapanı arasında 2.200 metre uzunluğundaki Atatürk Bulvarı’nın 1944 yılında açılışının yapılmasını sağlanır. Bu geniş bulvar eski şehri tam anlamı ile ikiye böler, bundan böyle bir bölümü Eminönü, diğer bölümü ise Fatih İlçesi olarak anılacaktır. Süleymaniye Camii ile Fatih Camii arasında kesintisiz olarak devam eden geleneksel iskân alanı nerede ise birbiri ile bağlantısı olmayan iki yöresel yerleşim alanına dönüşecektir. Atatürk Bulvarı kuruluşundan 1950’li yıllara kadar İstanbul’a yapılan en etkin müdahalelerden biridir. Şehrin diğer bölgelerinde yapılan benzer çalışmalar (Dolmabahçe Tiyatrosu ile Has Ahırlar’ın yıkımı ile yapılan İnönü Stadyumu, Taksim Kışlası’nın yıkımı ile yapılan Gezi Parkı düzenlemesi) bu dönemin bir anlamda reddi miras dönemi olduğu kuşkusunu yaratmaktadır. Yeni İstanbul’un eski şehrin çeperlerinde büyümesi yerine, eski şehir içinde yeni düzenlemeler yapılması tercih edilmiştir. Bu tercihin biraz da coğrafi oluşumun getirdiği mecburiyet olarak yapıldığını kabul etmek gerekir. İki karanın birleştiği noktada yer alan İstanbul’u ortada bırakan, onu çiğnemeden ulaşım olanağı bulunmayan coğrafi oluşum, yeni yollar ve yeni bir ulaşım ağı yapımını gerektirmektedir. Ülkenin sahip olduğu ekonomik büyüklük böylesi radikal bir genişleme yapmaya müsait değildir. Örneğin günümüzde sert eleştirilere hedef olan Haliç ve Boğaziçi kıyılarındaki sanayi tesisleri gerek ham madde gerekse üretimin dağıtımı açısından gerekli olan kara yollarının yapımına müsait olmadığı için mecburen su yolu ile ulaşım sağlanmasına elverişli kıyılara veya kıyılara yakın bölgelere yapılmak mecburiyetinde kalınmıştır. Sanayi devriminin yapıldığı ülkelerin çoğu şehirlerinde gördüğümüz kanal inşaatları ise İstanbul’un topoğrafik yapısı nedeniyle mümkün olmamıştır.

 

24 Ekim 1949 günü İstanbul Valiliği ve Belediye Başkanlığı’na Fahrettin Kerim Gökyay atanır. 1950’li yılların başında İstanbul içinde önemli bir yapılaşma faaliyeti görülmez. 1955 sonrası ise şehrin bin yıllardır omurgasını oluşturan Mese / Divanyolu’nun sur dışına geniş bulvarlarla bağlanması gündeme gelir. Şehrin içine yapılan bu radikal müdahale büyük bir yıkıma ve şehrin özellikle Atatürk Bulvarı, surlar arasındaki bölümünün kimlik değiştirmesine yol açacaktır. Ancak günümüzde Millet (Turgut Özal) ve Vatan (Adnan Menderes) Caddesi adıyla bilinen bu iki bulvarın yapılması konusundaki ilk düşünce, biraz farklı olsa da yaklaşık yüz yılı aşkın süre önce, 1839 yılında Helmuth Von Moltke tarafından hazırlanan bir plan ile önerilmiştir. Moltke’nin bu önerisinde Bayezıd Meydanı’ndan başlayan iki bulvardan biri Topkapı diğeri ise Edirnekapı’dan sur dışına çıkmaktadır. Fatih Camii önünden ayrılan bir tali cadde ise Eğrikapı’ya ulaşarak Eyüp bağlantısını sağlamaktadır. Aynı yıllarda yapım çalışmalarına başlanan günümüz Sahil Yolu / Kennedy Bulvarı ise Kadırga Meydanı’dan başlayıp Yedikule’den sur dışına çıkmaktadır. Aynı öneride yer alan Eminönü-Eyüp sahil yolu bağlantısının gerçekleşmesi ise ancak 1984 yılı sonrası yapılan istimlaklar sonucu gerçekleşecektir.

 

İbn Haldun yıllar önce yazdığı “Mukaddime” isimli eserinde “Bugün bizim neler oluyor?” diyerek anlamakta güçlük çektiğimiz bu olayı çok açık bir şekilde anlatmaktadır. “Bedevilerin Şehirlilerden Daha Cesur Oldukları Hakkında” isimli bölümde; bunun sebebini insanın bir süre sonra imkânları ve alışkanlıkları doğrultusunda hareket eden kişi olmasına bağlar. Uzun dönemdir, bir şehirde yaşayan insanlar birlikte yaşamanın getirdiği kurallara uyarlar, çok ihtiyaç olmadıkça yeni kurallar koymazlar. Can ve mal emniyetleri güvencede olduğu için atılımları ve cesaretleri azalır. Başkentlik statüsünü kaybeden İstanbul, özellikle 1950 sonrası hızla göç almaya başlar, şehre yeni gelenlerin iskânı için yeteri kadar alan yoktur. Var olan iskân alanları sahipli ve paylaşılmış durumdadır. Yeni iskân alanları açılmasında geç kalındığı için beş yüz yıl önce olan bir yağma tekrarlanır. Fatih Sultan Mehmed’in şehri fethinden sonra çıkarılan bir fermanda; “Kafirlerin ıssız ve harap barınaklarına ve boş evlerine sıradan olsun, seçkin olsun her kim kendi isteğiyle gelip yerleşirse, girip oturduğu ev mülkü olsun.” kararı bildirilir. Kısa süre sonra şehir nüfusunu artırmak ve şehri mamur hâle getirmek için verilen bu kararın yanlışlığı anlaşılarak geri alınmasına karşın, 1950 sonrası benzeri gerçekleşen yeni yağmanın yeniden gözden geçirilmesi ne yazık ki mümkün değildir. Şehirlerde yaşayan insanların bir süre sonra atalet içine girdikleri ve hemen her şeyi daha cesur olan ve gözünü budaktan sakınmayan yeni gelenlere terk ettiği bir gerçektir. 1950 sonrası binlerce yıldır varlığını sürdürmekte olan bu gerçek bir kez daha kendini gösterir. On beş, yirmi yıl gibi oldukça kısa süre içinde İstanbul için karar vericiler değişir, belediye meclisini oluşturan üyelerin çoğu ile bürokratların büyük bir kısmı bu yeni yerleşenlerden oluşur. Onlar için yeni bir İstanbul gerekmektedir, eski İstanbul’a dönük anıları yoktur ve şehrin bin yıllar boyunca oluşan çok katmanlı ve farklı insanlardan oluşan kültürünün farkında değildirler. Zaman zaman konuştuğum bazı kişiler, yüz yıllardır bu şehirde oturanların ülkenin diğer bölümlerinde yaşayanları sömürdüğünü düşünmektedirler. Şimdi sıra kendilerine gelmiştir, yüz yıllar boyunca oluşan bu birikimden pay alma hakları vardır ve alacaklardır.

 

1950’li yıllarda ülkemizde gelişen düşünce akımları ve aydın zümre içinde yaygınlaşan düşünceler de hemen hemen bu doğrultudadır. Zamanla içinden çıkılmaz hâle gelecek bu probleme çözüm üretmek yerine görmezden gelme tercih edilir. Üstelik ülkemizde yaygın olarak uygulanmakta olan; “Ben yaparsam doğru, başkası yaparsa yanlış” algısı vardır. Kısa süre sonra bu konuda eğitim veren insanlar (hemen hepsi üniversitelerde şehircilik öğretim üyesidir) ne yazık ki yaptıkları ilk gökdelen ile yeni bir dejenerasyonu başlatacaklardır.

 

Belki hiçbirimiz yeterince farkında değiliz ama, bir başka, değişik, her ne kadar son dönemlerde barışmaya ve anlamaya çalışsa da geçmiş kültürünü büyük oranda reddetmiş, yeni bir kültür İstanbul’u altıncı kere inşa etmeye çalışmaktadır. Örneğin her ne kadar İstanbul içinde olmasa da hemen karşısında 1959 yılında Kemal Ahmet Aru, Tekin Aydın, Mehmet Ali Handan, Hande Suher, Yalçın Emiroğlu ve Altay Erol tarafından hazırlanan yarışma projesiyle Vakıflar Bankası bir otel yapımına karar verir. 1968-1975 yılları arasında inşa edilen bu yapı Teknik Üniversitesi’nin Taşkışla Binası’nın hemen karşısındaki günümüz “Intercontinental Oteli”dir. Bu ilk gökdelenin peşi sıra 1969-1974 yılları arasında Metin Hepgüler’in projelendirdiği ikinci gökdelen “Harbiye Ordu Evi” inşa edilir. 1976 yılında Kaya Tecimen ve Ali Taner tarafından projelendirilen “Sanayi Odası (Oda Kule)”, aynı yıl Cevat Dayanıklı tarafından projelendirilen Ordu Yardımlaşma Kurumu’nun “Etap Marmara Oteli”, İstanbul’un siluetini etkileyen ve yeni bir oluşumun önünü açan yapılardır.

 

Tursun Bey, “Tarih-i Ebü’l-feth”de Yeni Saray’ın yapıldığı yer için “İki berre iki bahre bakar yir.” demektedir. Gerçekte İstanbul’un Boğaziçi’ne doğru uzanan bu bölgesi iki denize ve iki karaya hakimdir ve yüzlerce yıldır genel görüntüsünü muhafaza etmektedir. Galata’dan Sur içi’ne doğru baktığımızda büyükçe ve silüeti etkileyen bazı yapılar dışında genel görüntüde büyük bir bozulma görülmez. Bu açıdan yüzyıllar boyunca oluşan geleneksel dokuyu bozan en önemli müdahale Yenikapı ile Unkapanı arasında yapılan Atatürk Bulvarı’dır. Kısa süre sonra yapılan Manifaturacılar Çarşısı, İstanbul Büyükşehir Belediye Sarayı devletin İstanbul’a yaptığı olumsuz müdahalelerdir.

 

Ancak, bir de şehre Marmara Denizi’nden bakmak gerekir. Günümüzde bu açıdan bakıldığında ortaya çıkan görüntü gerçekten ürkütücüdür. Ayasofya Camii ile Sultanahmed Camii’nin minareleri arasında görülen Dolmabahçe Gökkafes ve benzeri yapılar, Topkapı Sarayı arkasında siluete giren Mecidiyeköy ve Zincirlikuyu’daki yüksek yapılar, Süleymaniye Camii gerisinde yer alan Bomonti gökdelenleri bu şehre olan saygısızlığımızın sonuçları olduğu gibi, VI. kere yapımın öncüleridir.

 

Bir şehir gerek fethedilmesinde gerekse yeni bir kültürle karşı karşıya kalmasını takip eden elli ile yüz yıl içinde büyük oranda kimlik değiştirir. Bu olgu bin yıllardır hemen hiç değişmeden devam etmektedir. İnsanlığın var oluşundan günümüze hiçbir yeni kültür eski kültüre hemen hiç müdahale etmeksizin yeni bir şehir oluşturmamıştır. Kaçınılmaz bir olgu olarak İstanbul’da bu süreklilikten nasibini almaktadır. Günümüz İstanbul’u artık bir imparatorluk başkenti değil, bir ulus devletinin taşra kentidir. Ona yapılan müdahaleler de bu doğrultuda olmuştur. Zaten, geçmişe ait çoğu birikimi reddi miras eden bir toplumun, reddettiği kültürün şehirlerini olduğu gibi muhafaza etmesi veya onu geçmişte olduğu gibi yönlendirmesi söz konusu olamaz.

 

Bütün bunlara karşın sevindirici bir nokta, sur içinin yani gerçek İstanbul’da benzeri bir hatanın yapılmamış olmasıdır. Her ne kadar Büyükşehir Belediye Başkanlığı, Manifaturacılar Çarşısı, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi ve Sosyal Sigortalar gibi eski şehir dokusunu büyük oranda dejenere eden yapılar mevcutsa da bu yapıların (Manifaturacılar Çarşısı hariç) tümünün kamuya ait oluşu gelecekte yıkılıp yerlerine eski dokuyu çağrıştıran yapıların yapılması veya bu alanların park, açık hava müzesi gibi mekânlara dönüştürülmesi mümkün olabilir.

 

İstanbul’un günümüzdeki olumsuz görüntüsünün ortaya çıkmasına hangi hatalar yol açmıştır?

 

Her şeyden önce nerede ise yüz yılı aşkın süredir yapılmakta olan imar planlarının yol açtığı dejenerasyon ilk sırayı alır. Çünkü İstanbul için yapılan hiçbir imar planı gerçeği yansıtmamaktadır. Gerçeği yansıtmayan ama yapmış olmak için yapılan imar planlarının ortaya çıkardığı sonuç hepimizi ürkütmekte ve “Biz ne yaptık, ne yapıyoruz?” sorusunun sorulmasına neden olmaktadır.

 

Yüz yılı aşkın bir süre sonra ben de sizlere bu anı yaşatmaya çalışmak üzere gün doğarken Marmara’ya açıldım. Bugün pek kullanılmasa da binlerce yıldır kullanılmış deniz gelişinden İstanbul nasıl görünüyordu acaba?

 

İşte görüntüler, altıncı kere yeniden inşa edilen İstanbul... Görmediğimiz ve pek merak etmediğimiz bir açıdan hoş olmayan görüntüler.

 

İstanbul gibi bütün dünyanın en güzel şehir olarak nitelediği bu şehre müdahale ederken çok daha dikkatli ve geçmişe saygılı ve içinde yaşadığımız topoğrafyaya karşı sevecen olmamız gerektiğini hatırlatmak isterim. Elbette “Ben yaptım oldu!” diyen ve demeye devam eden pek çok kişi var. Ama geleceğin bu kişileri hangi duygular ve sözlerle anacağını da unutmamak gerekiyor.

 

KAYNAKÇA

 

Anonim 1994
Anonim, “Emin Erkul”, DB İstanbul Ansiklopedisi, 3, İstanbul, 1994, s. 180-181.

 

Başak 1949
Zekiye Başak, “Silahtaroğlu Kazısı”, İstanbul Arkeoloji Müzesi Yıllığı 5, İstanbul, 1949, s. 51-54.

 

Çelik 1996
Zeynep Çelik, 19. Yüzyılda Osmanlı Başkenti Değişen İstanbul, İstanbul, 1996.

 

Demir 2014
Muzaffer Demir, “Körler Kenti”, “Kalkedon ile Byzantion Kuruluş Hikayesi”, Aktüel Arkeoloji, 37, İstanbul, Ocak-Şubat 2014, s. 56-66.

 

Byzantios 2010
Dionysios Byzantios, (Çev. Mehmet Fatih Yavuz), Boğaziçi’nde Bir Gezinti, İstanbul, 2010.

 

Erzen 1954
Afif Erzen, “İstanbul Şehrinin Kuruluşu ve İsimleri, Belleten, XVIII, 70, Ankara, 1954, s. 131-158.

 

Genim 1980
M. Sinan Genim, “İstanbul’un İskânı”, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayımlanmamış Doktora Tezi, İstanbul, 1980.

 

Genim 2012
M. Sinan Genim, Konstantiniyye’den İstanbul’a XIX. Yüzyıl Ortalarından XX. Yüzyıla Boğaziçi’nin Anadolu Yakası Fotoğrafları, İstanbul, 2012.

 

Kızıltan-Polat 2013
Zeynep Kızıltan, Mehmet Ali Polat, “Yenikapı Kurtarma Kazıları: Neolitik Dönem Çalışmaları”, Arkeoloji ve Sanat, 143, İstanbul, Ağustos 2013, s. 1-40.

 

Kuban 1996
Doğan Kuban, İstanbul Bir Kent Tarihi, İstanbul, 1996.

 

Nicolay 2014
Nicolas de Nicolay, (Ed. Marie-Christine Gomez-Géraud-Stefanos Yerasimos), (Çev. Şirin Tekeli-Menekşe Tokyay), Muhteşem Süleyman’ın İmparatorluğu, İstanbul, 2014.

 

Ogan 1940
Aziz Ogan, “1937 Yılında Türk Tarih Kurumu Tarafından Yapılan Topkapı Sarayı Hafriyatı”, Belleten, IV, 16, Ankara, 1940, s. 317-335.

 

Özdoğan 2010
Mehmed Özdoğan, “Tarih Önesi Dönemlerin İstanbul’u”, Bizantion’dan İstanbul’a Bir Başkentin 8000 Yılı, İstanbul, 2010, s. 36-49.

 

Ramazanoğlu 1947
Muzaffer Ramazanoğlu, “Ayasofya ve Aya Irini’de Yapılan Kazılar”, Örnek, 1, İstanbul, Mart 1947.

 

Sertoğlu 1992
Mithat Sertoğlu, İstanbul Sohbetleri, İstanbul, 1992.

 

Toprak 1994
Zafer Toprak, “Kırdar Lütfü”, DB İstanbul Ansiklopedisi, 4, İstanbul, 1994, s. 564-565.

 

Toprak 1994
Zafer Toprak, “Üstündağ Muhittin”, DB İstanbul Ansiklopedisi, 7, İstanbul, 1994, s. 352-353.

 

Tursun Bey 1977
Tursun Bey, (Haz. Mertol Tulum), Târîh-i Ebü’l-feth, İstanbul, 1977.

 

Umar 1993
Bilge Umar, Türkiye’deki Tarihsel Adlar, İstanbul, 1993.