Site Tasarım: Savaş Çekiç Uygulama: İkipixel

Bu sitede bulunan resimler ve dökümanlar M. Sinan Genim'e aittir ve izinsiz kullanılamazlar. Ancak gerekli izin alındıktan sonra ve kaynak gösterilmek kaydıyla kullanılabilir.

Yayımlar / Bildiriler

KÜLLİYE ÜZERİNE VE FATİH KÜLLİYESİ

 

Külliye, Arapça “Kül-külli” kökünden gelen bir kelime olup, genel, bütünlük, bolluk, çokluk anlamında kullanılmaktadır. Özel bir tabir olarak da büyük cami ve etrafında onunla birlikte yapılmış olan medrese, türbe, hastane, aşhane, mektep, kütüphane, çarşı, hamam, sebil, çeşme vb. yapıların hepsine verilen isimdir [Pakalın 1983, II, 340]. Pakalın; Arapların “Külliye” kelimesini bazı durumlarda “Üniversite” kelimesinin karşılığı olarak kullandıklarını söyler [Ayverdi 2005, 1938]. Ayverdi “Külliye” kelimesi yerine “Manzume” kelimesinin de kullanıldığını belirtir. Özellikle eski tarihli yayınlarda bazı mimari oluşumlar için “Belirli bir sisteme göre inşa edilmiş cami, mescit, medrese, türbe, vd. eserler topluluğu”na manzume denildiğini görmekteyiz [Evliya 2003; Râşid 2013; Naʿîmâ 2007]. Bu arada gerek külliye gerekse manzume kavramlarının oldukça yeni olduğunu, bugün külliye olarak nitelediğimiz çoğu yapıların geçmiş dönemlerde külliye olarak anılmadıklarını görmekteyiz [Evliya 2003; Râşid 2013; Naʿîmâ 2007]. Son yıllarda bu tür yapıları belirtmek için sıkça kompleks veya yerleşke ismi kullanılmaktadır. Eskiye bir atıf olarak, günümüzde yeni yapılan ve çok sayıda yapıdan oluşan büyük yerleşkeler külliye adı veriliyorsa da külliyenin bu tür yapılar yerine geçmişte yapılan ve önemli bir düşüncenin mimari örneklerini yansıtan bir kavram olarak kullanılmasının daha doğru olacağını düşünmekteyim.

 

İbn Haldun, Mukaddime’de “İlim ve fende ilerleme ülkelerin bayındırlığı, ekonomik durumu ve yerleşik ve sosyal hayatın derecesiyle mütenasip olur” demektedir. İlim, eğitim usulü ve ananesi, meslekler ve sanatlar bütünündendir açıklamasını yapar. Bu sebeple bunlar sadece şehirlerde gelişir, sanatların kalitesi ve gelişme büyüklüğü, şehirlerin uygarlık seviyesinin düzeyi, kültürün çokluğu, azlığı ve refah seviyesinde olduğunu ifade etmektedir [İbn Haldun 1991, 453].

 

İslamiyet’in ilk dönemlerinde Bağdat, Kurtuba, Kayrevan, Basra ve Kufe şehirlerinin nüfusları çoğaldığından ve uygarlık seviyeleri yükseldiğinden birer ilim, sanat ve fen merkezi olurlar. İbn Haldun buna karşı kendi zamanında artık Kahire dışında böyle bir eğitim merkezi kalmadığını belirtir. Kahire’nin bu özelliğini devam ettirmesindeki en önemli neden, İbn Haldun’a göre, binlerce yıllık bir medeniyetin merkezi olan Mısır’da uygarlığın sağlam bir şekilde yerleşmiş olması ve bu ülkede iki yüz yıldan uzun bir süredir, yani Selâhaddîn-i Eyyûbî devrinden itibaren kurulan Türk Devletleri’nin yarattığı birikimdir [İbn Haldun 1991, 454-455].

 

Türklerin hayır ve hayratı sevdiğini, iş ve maksatlarında iyilik ve sevap arayan insanlar olarak Mısır’da vakıfları çoğalttıklarını da ifade eden İbn Haldun, gelirleri yüksek olan bu vakıfların aylık ve tahsisatları yüksek olduğu için çok sayıda öğrenci alındığını ve öğretmen görevlendirildiğini, bu nedenle bu okulların ilim ve fende ileri olduklarını dile getirir.

 

Külliye yalnızca mimari olarak kullanıldığı anlamda bir yapılar topluluğu mudur? Yoksa çok daha önemli bir düşüncenin ürünü olarak, ülkenin ilim ve fende ilerlemesi için yapılan uzun vadeli bir düşüncenin mimari olarak görülen şekli midir?

 

Acaba günümüzde bu tabiri büyük yapılar veya yapılar topluluğunu tarif etmek için mi, yoksa yeni düşüncelerin gelişmesine, ülkenin bilim ve fende atılım yapması için gereken gelişmiş eğitim kurumlarının bütünü olarak mı kullanmalıyız?

 

Yetişkinlerin, eğitim gördüğü Darü’t-Tıb, Darü’l-Hadîs, Darü’l-Kurrâ gibi eğitim kurumlarını cami dışına çıkartma ve müstakil yapılar haline getirilmesiyle ilgili ilk örneklere Abbasiler döneminde rastlanmaktadır. Halife Me’mun [813-833] İran ve yakın çevresinde çok eski devirlerden beri eğitim ve öğretim yaptığı bilinen Zerdüşt inancına mensup okulların [Ball 2016, 95-96] ilhamıyla 832’de Bağdat’ta Beytü’l Hikme’yi kurar, başına Arapça ve Süryanice eserler vermiş bir Hıristiyan olan Yûhannâ [Yahyâ] b. Mâseveyh’i getirir [Kaya 2013, 43, 582]. İslâm, Musevi, Hıristiyan ve Zerdüşt inancına sahip bilim insanlarının birlikte çalıştıkları, Mısır, Grek, Hint ve İran kültürlerine ait kaynakları araştırma, değerlendirme ve tercümelerin yapıldığı eğitim ve öğretim kurumları değişik inançlardaki insanları barındırdığı için artık camilerin içinde yer almasının da mümkün olmadığını düşünmekteyiz. Bu nedenle, ortaya çıkan ihtiyacın farklı bir yapı anlayışı ile karşılanması amacıyla ilk eğitim yapıları oluşmaya başlar.

 

Abbasilerin ilk dönemlerinde eğitim kurumları için medrese terimi kullanılmaz. Medrese sözcüğü IX. yüzyıldan itibaren kullanılmaya başlanır. Medrese yapılarının devlet eliyle düzenlendiği X. yüzyılda Karahanlılar döneminde Arslan Gazi Tamgaç Han’ın [öl. 1035] Merv’de yaptırdığı medresenin ilk yapı olduğu kabul edilmektedir [Baltacı 1976, 5].

 

Alp Arslan’ın ünlü veziri Nizâmü’l-Mülk [öl. 1092] tarafından kurulan Nizamiye medreselerinden önce, Nişabur’da Beyhakiyye medresesiyle [Baltacı 1976, 25], Gazneli Mahmud’un [999-1030] Gazne’de, kardeşi Nâsır b. Sebüktekin’in ise Nişabur’da birer medrese kurdukları bilinmektedir. Bu medreselerin kuruluşuna, tıpkı İran’daki Zerdüşt okullarında olduğu gibi, bölgede çok uzun bir süredir var olduğu bilinen Budist Viharaları’nı [Vihara: Budizm’de bir avlu çevresinde sıralanmış önü açık hücrelerden oluşan ilk manastırlara verilen isimdir. Orta avluya kutsal nesnelerin saklandığı küçük stupalar ve Buda heykellerinin konulmasıyla kutsal bir nitelik kazandırmışlardır. AB 1986-90, 22, 3] bu girişime öncülük ettiği düşünülmektedir [Cahit Baltacı; Viharalar için külliye açıklaması getirmektedir. Hem eğitim hem de ibadetin yapıldığı bu kurumları bazı araştırmacılarda manastır olarak nitelemektedirler. Viharaları, genelde keşiş topluluklarını barındırdıkları için külliyeden çok bir anlamda manastır niteliğindeki yapılar olarak değerlendirmek gerektiği düşüncesindeyiz]. Turfan’da yapılan kazılar sonucu ele geçen bazı vakfiyelerde bir tıp okulu ile diğer mesleklere ait okulları kapsayan bir Budist manastırına ait kayıtlarda, ortasında dini bir yapı bulunan, büyük avlulu yapıların bir avlu etrafında şekillenen bu yapı topluluklarının, daha sonraki medreselerin öncüleri olduklarının düşünülmesi gerekir.

 

İslâm dünyasında medrese teşkilatının kuruluş ve gelişmesinde en büyük pay, Büyük Selçuklu Devleti’ne aittir. Organize eğitim kurumları olarak medreselerin kurulması, eğitimin bedelsiz olması, hocalara maaş bağlanarak onları devletin yanında görme isteği hem ilmin gelişmesini hem de eğitim kalitesinin yükselmesini sağlar [Ancak bu durum daha sonraki dönemlerde Kâtip Çelebi gibi bazı bilim insanları tarafından eleştirilmiş ve devlet tarafından atanan, maaşları devlet tarafından ödenen kişilerin, bilimsel çalışmalarda olması gereken özgür ve serbest düşünceye mâni olacağını, bu durumda da ilimlerin oradan göç edeceğini söyler. Bkz. Kâtip Çelebi 2008, 268. Kâtip Çelebi bu endişesinde de haksız değildir. Kadı-zade-i Rumî [1364-1436] adıyla bilinen Bursalı Mehmed Salâddin’in Semerkant Medresesi’nin başında olduğu dönemde Uluğ Bey’in bir hocayı görevden alması üzerine Kadızâde evine kapanarak derslerine devam etmez. Uluğ Bey Kadı-zâdenin evine giderek nedenini sorar. Kadızâde-i Rumî’de bir hocanın kendisine sorulmadan görevden alınmasının doğru olmadığını ilmi kurumlara siyasilerin doğrudan doğruya hâkim olamayacağını söyler. Bunun üzerine Uluğ Bey hocayı görevine iade eder. Bkz. Adıvar 1970, 15. XVII. yüzyılın ilk yarısında yazdığı ve Sultan IV. Murad ile Sultan İbrahim’e sunduğu risalesinde Koçi Bey: “Menasıb-i ilmiye şefaatle verilmek murad değildir. Âlim hangisi ise ana gerekir” diyerek, bu bozulmadan şikâyet eder. [İlmiyeye ait yüksek makamların şunun bunun aracılığı ile verilmesi doğru değildir. En bilgilisi hangisi ise ona verilmesi gerekir.] Bkz. Koçi Bey 1972, 29]. İbn Haldun’un da belirttiği gibi, özellikle Türklerin kurdukları devletlerin hüküm sürdüğü coğrafyada hızla yaygınlaşan eğitim ve öğretim kurumları geniş bir coğrafyada bilim ve fenin gelişmesine, cebir, tıp, astronomi dallarında öncü çalışmaların ve yeni buluşların gündeme gelmesine yol açar.

 

Nizâmü’l-Mülk daha sonraları Nizamiye medreseleri olarak ünlenecek ilk eğitim yapısını Bağdat’ta inşa ettirir ve 1066-1067 yılında öğrenime başlanmasını sağlar. Daha sonra Nişâbur, İsfahan, Belh, Musul, Basra, Herat, Merv ve Âmül, şehirlerinde yapılan medreselerle devam eden bu eğitim atağı, bugün bile hayretle karşılanan çalışmaları, bilim ve fennin tüm dünyayı etkileyen bir şekilde gelişmesine yol açar [Özaydın 2007, 188-191]. Büyük Selçuklular’dan sonra eğitim tesisi kurmak bütün İslâm dünyasında gelenek haline gelir.

 

Musul ve Şam çevresine hâkim olan Türk Atabekleri’nden Nûreddin Zengî’nin, Şam, Halep, Antakya ve Hama’da, Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin Kahire ve Şam’da yaptırdıkları medreseler kısa süre içinde Kuzey Afrika’da da kendini gösterir. Diğer taraftan Abbasiler’in Beytü’l-Hikme’yi [“Bilgi Evi”, Abbasiler tarafından 800’lü yılların başında Bağdat’ta kurulan büyük bir kütüphane ve çeviri merkezinden oluşan bilim kurumu. Bkz. Kaya 1992, 6, 388-390] açmaları sonrası Endülüs Emevileri de benzer eğitim kurumlarını kendi bölgelerinde yaygınlaştırırlar.

 

Özellikle Türkistan’da Buhara ve Semerkant’ta yapılan medreselerde eğitim gören Kadızâde-i Rûmî, Ali Kuşçu gibi kişiler Osmanlı medreselerinde aklî ve tecrübî bilimlerin kurulup gelişmesine katkısı olan hocalardır. Gerek mimari gerekse yönetim bakımında Büyük Selçuklu medreselerini örnek alan Anadolu Selçukluları ile Anadolu’nun muhtelif bölgelerinde egemenlik kuran Türkmen Beyleri de daha sonra Osmanlılara öncülük edecek eğitim kurumlarının yapımına özel önem verir, Konya’da Sırçalı Medrese, Karatay Medresesi, İnce Minareli Medrese, Sivas ve Tokat’ta Gök Medrese, Niksar’da Yağıbasan Medresesi, Erzurum’da Yakutiye ve Çifte Minareli Medrese, Mardin’de Muzafferiyye, Zinciriyye gibi medreselerin yapımı ve bu kurumlardaki eğitimin sürdürülebilmesi için büyük çaba harcarlar.

 

Günümüzde Bursa’da Orhan Gazi Külliyesi, Hüdavendigâr Külliyesi, Yıldırım Külliyesi, Yeşil Külliyesi, Muradiye Külliyesi adı ile anılan beş adet sultan külliyesi bulunmaktadır. Bu beş külliyenin daha sonra İstanbul örneğinde göreceğimiz gibi şehir dokusu içinde yönlendirici ve farklı bir düzenleri yoktur. Edirne’ye baktığımız zaman da benzer bir görüntü karşımıza çıkmaktadır. Günümüzde Edirne’de bulunan çok sayıdaki yapıya külliye denilmesine karşın, Sultan II. Bayezid’in Tunca kıyısında yaptırdığı cami, tıp medresesi, imaret, darüşşifa, hamam, mutfak, depolar gibi yapılarla oluşan külliye ve Sultan II. Selim’in Mimar Sinan’a yaptırdığı Selimiye dışındaki yapıların birer medreseye sahip olmalarına rağmen şehir dokusu içinde farklı bir düzenleme içermedikleri, mevcut yerleşim ve topoğrafya ile uyum sağlamaya özen gösterildiği görülmektedir.

 

Edirne’de örnek olarak ele alacağımız bu iki yapı da Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’da yaptırdığı Fatih Külliyesi’nden sonra inşa edilirler. Bu nedenle onların gerek eğitim organizasyonlarını gerekse mimari oluşumlarını ele almadan önce Fatih Külliyesi’ni detaylı olarak incelemek gerekir.

 

Fatih Sultan Mehmed’in fetih sonrası İstanbul’u bir bilim ve kültür merkezi haline dönüştürmeyi planladığı ve bu amaçla gerek Osmanlı coğrafyasındaki gerekse başka ülkelerdeki ilim insanlarını ve hocaları şehre davet ettiği bilinmektedir. Fatih Sultan Mehmed dünya imparatorluğu kurma gayreti içinde olan bir hükümdardır. Bu nedenle bilime ve bilimin gelişmesine çok önem vermektedir. 1 Haziran 1453 günü Ayasofya’da kılınan cuma namazı sonrası hocalar ve dönemin önde gelen bilim adamlarına eğitim ve öğretim faaliyetlerine hız vermelerini öğütler. Öncelikle, Ayasofya’daki keşiş odaları medreseye dönüştürülerek burada eğitim verilmeye başlanır. Kısa süre sonra Pantokrator Manastırı da medreseye dönüştürülerek Zeyrek Mehmed Efendi’ye tahsis edilir. Ali Kuşçu Ayasofya’ya [Adıvar 1970, 41], Ali Tusi ise Zeyrek Medresesi’ne öğretici olarak atanır [Baltacı 1976, 25; Evliya 2003, I, 99; Fatih 1938, 43; İstanbul 2020]. 1470’te Fatih Külliyesi’nin tamamlanmasını müteakip bu medreselerdeki hoca ve öğrenciler Fatih Medreseleri’ne aktarılır.

 

Fetih sonrası On iki Havari Kilisesi [Hagios Apostoloi] yeni patrik atanan II. Genadios Sholarios’a patrikhane olarak tahsis edilir. 1453-1455 yılları arasında burada hizmet veren patrikhane, 1455 yılında Fethiye Camii’ne [Teotokostis Pammakaristos Manastırı] taşınır. Iustinianos’un 550 yılında inşa ettiği bu kilisenin yerine şehrin yeni kurucusu, bu alanı bir bilim merkezi yapmak üzere harekete geçerek yüzyıllar boyunca kendi adıyla anılan külliyeyi inşa etmeye başlayacaktır [Kuban 2007, 177].

 

Dönemin iki şahidinden biri olan Tursun Bey bu olayı şu sözlerle anlatır: “… Ayrıca caminin yanına geniş konumlu ve güzel biçimli sekiz medrese yaptırdı. Bu ara değerli kitaplardan tefsirler, hadisler, eskilerden aktarılmış ve akıl yoluyla üretilmiş, ana ve yan bilim dalları ile sandıklar dolusu kitabı kütüphaneye koydular. Bilim adamları arasında her biri zamanın Şüreyh’i [Hayve bin Şüreyh [ö. 158/775] Dünyaya rağbet etmeyip kendini ibadete veren, günahtan kaçınan ve duası kabul olunan makbul bir kişi olarak tanınan Hayve bin Şüreyh erken dönem İslâm alimleri arasında örnek gösterilen bir kişidir. Bkz. Sönmez 1998, 17, 103] ve devrin allâmesi yerinde erdemli bilim adamları bu medresede ders verip bilgi aktarma ve öğrenci yetiştirip donanım kazandırma için seçildi…” [Tursun Bey 1977, 71; Tursun Bey 2013, 85-86]. Dönemin diğer tanığı Kritovulos ise “Kendisi de şehrin merkezinde, en güzel ve en yüksek mevkii seçerek yükseklik, güzellik ve büyüklük açısından şehirde daha önce var olan en büyük ve en güzel yapılarla boy ölçüşebilecek bir cami yapılmasını emretti” sözleriyle, yapılar topluluğunun yalnızca camisinden bahseder [Kritovulos 2012, 415].

 

Bir yapının mimari projesini hazırlamadan önce yapılan ilk çalışma, yapının amaç ve fonksiyonlarını belirleyen bir istek metninin hazırlanmasıdır. Hangi bölüm hangi amaçla kullanılacak, nasıl bir üretim yapılacak, kullanıcı sayısı, mekân büyüklükleri, vd… Günümüzde proje çalışması öncesinde yapılan bu hazırlığının geçmişte de özellikle evrensel iddia taşıyan bir bina için yapılmadığı düşünülemez. Fatih Sultan Mehmed gibi birikime sahip bir hükümdar elbette yapının inşası öncesinde nasıl bir yapı istediği konusunda bazı görüşler ileri sürmüştür. Bütün mesele bizim bunlara erişebilme imkânımızın olmamasıdır [İhsanoğlu 2019, 293 vd]. Bu takdirde yapının günümüzdeki mimari kurgusuna bakarak bazı yorumlarda bulunmanın mümkün olduğunu düşünmekteyiz.

 

Fatih Külliyesi öncesi ve sonrası olmayan bir yapı topluluğudur. Roma’nın başkentini bu şehre taşıyan Büyük Constantinus [324-337], yaptırdığı yeni şehir surlarının hemen yakınına, o günkü surlar içinde kalan en yüksek tepe olan dördüncü Tepe [63.00 kotu] üzerine kendisinin ve hanedanının mezar kilisesi olarak Aziz Havariyyun Kilisesi’nin yapımını başlatır. 358 depreminde zarar gören yapı yenilenerek 370 yılında tekrar kullanılmaya başlanır. I. Iustinianos [527-565] daha önce yapılan yapıları yıktırarak yerine yeni bir kilise inşa ettirir. 1028 yılında VIII. Constantinos’un gömülmesini takiben mezar-kilise olarak kullanımına son verilir. İmparator III. Aleksios [1195-1203] döneminde devletin içinde bulunduğu parasal sıkıntı nedeniyle, imparatorun emriyle kilise içindeki imparatorluk mezarları ve değerli eşya yağmalanır. O tarihlerde kilisenin avlusunun ve bazı mekânlarının patriğin koruması altında bir yüksek okul olarak kullanıldığı bilinmektedir. 1204’te Latin İstilası sonrası bir kere daha yağmalanan Havariyyun Kilisesi büyük ölçüde harap hale gelir. 1391 yılında II. Manuel Palaiologos [1391-1425] döneminde Altın Kapı’nın yapımı sırasında taş temini için kullanılır [Dukas 1956, 28]. Fetihten sonra kısa bir süre patrikhane olarak kullanılan yapı, patrikhanenin Fener yakınındaki Theotokos Manastırı’na taşınması ile boş kalır. 1462 yılında harap haldeki yapılar yıkılarak yerine 1463-1470 yılları arasında Mimar Sinan-ı Atik tarafından Fatih Külliyesi inşa edilir [Müller-Wiener 2001, 405-412. Yalçın 1994, IV, 23-24].

 

Bu bilgilerden de anlaşılacağı üzere, Fatih Sultan Mehmed için külliyenin yapım yerinin özel bir önemi bulunmaktadır. Öncelikle bu alan bir dönem Roma İmparatorları’nın gömüldükleri alandır. Kendisinin de bir Roma İmparatoru olduğu bilincinde olan Fatih Sultan Mehmed [Genim 2012, 278-281] simgesel öneminin yanı sıra bir dönem yüksek okul olarak da kullanıldığı bilinen bu alanı yeniden değerlendirmeyi, yüksek seviyeli bir ilim merkezi yapmayı düşünmüş olmalıdır [İhsanoğlu 2019, 281].

 

1463-1470 yılları arasında inşa edilen Fatih Külliyesi’nin diğer özelliği ise vaziyet planına egemen olan kesin geometrik düzendir. Fatih Külliyesi’nden önce ve sonra yapılan hiçbir yapı topluluğunda bu kadar kesin bir geometrik düzen ve simetri anlayışı görülmez. 200 x 200 metre ebadındaki büyük avlunun merkezinde, zeminden yüksek bir platformda, kıble aksında yer alan caminin ana giriş kapısı avlunun köşegenlerinin kesiştiği noktaya yerleştirilmiştir [Bugünkü caminin Sultan III. Mustafa [1757-1774] döneminde depremde hasar görmesi dolayısıyla tümüyle yenilendiği bilinmektedir. Eski cami ile yeni caminin konturları arasında bir fark olup olmadığı konusunda çeşitli görüşler bulunmaktadır. Kanımızca, vaziyet planındaki düzen göz önüne alındığında bugünkü cami yapısının eski cami konturları üzerinde inşa edildiğinin kabul edilmesi gerekir]. Tüm külliyeye geometrik düzen içinde baktığımız zaman bir başka dünyaya açılan kapının tam merkeze konumlandırılmasının özel bir anlamının olması gerekir. Avlunun çevresinde yer alan medreseleri oluşturan on altı yapının hepsi kendi içlerinde hemen hemen aynı plan düzenine uygun olarak inşa edildikleri görülmektedir. Buradaki en dikkat çekici husus gerek Karadeniz gerekse Akdeniz Sahn medreselerine girişin avludan yapılmasıdır. Avlunun dışında, yol aşırı inşa edilen ve bazı yazarlara göre çatıları kurşun kaplama değil, kiremit ile örtü olan [Hammer bu yapıların hepsinin kurşun kaplı kubbelerle örtülü olduğunu söylemektedir. Muhtemelen kendisinin İstanbul’da bulunduğu dönemde tetimme medreseleri kubbeli olmasa da kurşun örtülüdür. Bkz. Hammer 2011, 218-221. Buna karşı Ayverdi, tetimme medreselerinin kiremit kaplı olduğunu belirtir. Bkz. Ayverdi 1973, 391. Kütükoğlu arşiv vesikalarına dayanarak tetimme medreselerinde özellikle XIX. yüzyılda yapılan çok sayıdaki onarımın dökümü vermektedir. Bu belgelere göre bazı tetimme medreseleri tümüyle yeniden yapılmıştır. Bu onarımalar sırasında maliyetinin yüksekliği göz önüne alınarak çatılarının kiremit örtülü olarak yapıldığı da düşünülebilir. Kütükoğlu 2000, 187-192] tetimme medreselerine ise dar birer ara sokaktan girilmektedir.

 

Sahn sözcüğü, “Düz meydan, orta yer, bir mekânın ortası” olarak açıklanır. Fatih Külliyesi’nde yer alan yüksek eğitim amacıyla inşa edilen sekiz medreseye “Sahn-ı Seman” denilmektedir [Pakalın 1983, III, 93-95]. Sahn medreselerinde eğitime başlamak için tetimme medresesini bitirmiş olmak gerekir. Fatih Vakfiyesi’nde açık bir şekilde belirtildiği gibi her sahn medresesinde her hücreye birer öğrenci olmak kaydıyla [burada dikkat edilmesi gereken bir diğer husus da tetimme medreselerinde her hücreye üç öğrenci yerleştirilmesine karşın, Sahn Medreseleri’nde her öğrenciye bir hücre tahsis edilmesidir] on beş öğrenci [Adıvar 1970, 39. Sahn Medreselerinin 40x32 metre ebadındaki 1.280.- m2’lik yapı alanları dikkate alındığında öğrenci başına yaklaşık 85.- m2’lik alan ayrılmasını günümüz okulları için bile düşünmenin mümkün olmadığına dikkat çekmek isteriz] [sekiz medrese de toplam 90 öğrenci] olması şartı vardır. Bu durumda diğer odaların birinin bevvab [kapıcı], diğer ikisinin de hâdim [hizmetli] ve ferraş [temizlik görevlisi] tarafından kullanıldığı düşünüldüğünde, daha önce de belirttiğimiz gibi dört medresede birer odanın da kütüphane olarak ayrıldığını kabul edebiliriz.

 

Tetimme, tamam kelimesi gibi Arapça temâm kökünden türetilmiş olup, tam olmak, bir şeyin eksiğini tamamlamak için katılan şey anlamına kullanılmaktadır. Pakalın, bu kelimenin medrese müştemilatından olan binalar hakkında kullanılan bir tabir olduğunu söylemektedir [Pakalın 1983, III, 479]; “Tetimmeler, yüksek tahsil veren sahn medreselerinin öncesi niteliğindedirler. Fatih, kendi adı ile anılan camiyi yaptırırken sekiz medrese yaptırmıştı. Semaniyye-i sahn adını alan bu medreselere devam eden talebenin ikameti için medreselere bitişik sekizer tane de bina yaptırmış ve medreselerin devamı niteliğinde oldukları için bunlara tetimme denilmiştir. Her tetimmede sekiz hücre ve her hücrede üçer öğrenci bulunurdu, şu halde Fatih Medresesi’nin sekiz tetimmesinde 292 öğrenci bulunurdu.”

 

Pakalın’ın bu hükmünde bir sayı hatası bulunmaktadır. Fatih Külliyesi içinde yer aldığı kabul edilen tetimme medreselerinde öğrencilere ayrılmış hücre sayısında da bazı endişelerimiz mevcuttur. Kütükoğlu, Ayverdi’nin genel vaziyet planında belirttiği tetimme medreseleri ile Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde bulunan tetimme medreseleri planları arasında farklılıklar bulunduğunu ifade eder [Kütükoğlu 2000, 176-195]. Pakalın’ın belirttiği gibi her medresede sekiz hücre bulunduğu takdirde bir medresede 24, sekiz temimme medresesinde 192 öğrenci olması gerekir [İhsanoğlu 2019, 282].

 

Tetimme medreseleri gerçekte Pakalın’ın belirttiği gibi sahn medreseleri için hazırlık okulu niteliğindedir. Sübyan mektebi öğrencileri içinden seçilen çocuklar eksiklerini tamamlamak için bu ön medreselerde belirli bir süre eğitim gördükten sonra en başarılılarının sahn medreselerine kabul edildikleri bilinmektedir. Tetimme medreselerinin avludan girişlerinin olmaması, yol aşırı inşa edilmeleri burada eğitim gören öğrencilerin konumlarını belirlemektedir. Onlar daha avluya kabul edilecek bilgiye haiz değildirler, bu nedenle avlunun dışında tutularak konumlarını anlamaları arzulanmıştır. Ayverdi, tetimme medreselerine aynı zamanda Mûsile Medreseleri de denildiğini belirtir: “Mezunlarına Sahn ve Süleymaniye medreselerinde yüksek tahsil yapma imkânı veren daha alt seviyedeki medrese, tetimme medreseleri: Yüksek tahsil yapmak isteyenler imtihansız Mûsile medreselerine girerlerdi. Burada başarılı olanlar Sahn medreselerine yükselir ve buradan mezun olanların isimleri Divân-ı Hümayûn defterine kaydedilir. Bu tâli medreselere yani Mûsileler’e tetimme medreseleri de denirdi.” [Pakalın 1983, III, 479; Ayverdi 2005, 2152; Fatih Vakfiyesi’nde sekiz medrese her medresenin arkasına daha küçük tetimme denilen başka sekiz medrese yapılmıştır. Bkz. Adıvar 1970, 38].

 

Kanûnî Sultan Süleyman döneminde on iki dereceye ayrılan medrese hocalığı da bu açıklamayı doğrulamaktadır. Sübyan mektebini takiben, sekiz senelik mûsile/tetimme eğitimi sonrası dört yıllık sahn eğitimi.

 

Akdeniz ve Karadeniz tetimme medreselerinden cami avlusuna giriş, bir kapıdan geçme ve pek tabii ki bir eşiği aşma vasıtasıyla yapılmaktadır. Bu kapı ve eşiğin özel bir anlamı olduğunu düşünmekteyiz. Zeminden yüksekte bulunan caminin bulunduğu avluya kabul edilmek için muhtemelen bir aşama yapılması gerektiğinin anlaşılması arzulanmıştır. Her ne kadar ibadet ve zaman zaman geçiş için avlu her mümine hatta gayrimüslime açık olsa da avlunun kabul edilmiş bir ferdi olmanın ancak ilimde belli bir seviyeye ulaşmış kişilerin hakkı olduğunu, bundan daha somut olarak anlatacak bir mimari düzenleme olabileceğini sanmıyorum. Fatih Külliyesi avlusunun ikisi güneydoğu, ikisi kuzeybatı ve diğer dördü sahn medreseleri arasından olmak üzere sekiz girişi vardır. Buna karşı Ayvansarâyî Hüseyin Efendi, medreseler arasından girilen kapıları saymaz ve dört kapısı vardır der [Ayvansarâyî 2001, 49]. Muhtemelen diğer dört kapı gibi isimleri olmayan bu kapılar yalnızca öğrenciler tarafından kullanılıyor olabilir. Kesin olarak belirtmek zor olsa da Matrakçı Nasuh’un minyatürünü dikkate alarak, Sübyan Mektebi’nin girişinin de avludan olması ihtimali düşünülebilir. Avlunun gerek kıble yönünde gerekse kuzeybatı cephesinde bulunan ve avluyu çevreleyen duvarlarda kapılar dışında, avluya bakan hazire duvarlarındakiler gibi pencere açıklıkları bulunmaz. Bu avlu, daha sonra inşa edilen çok sayıda benzer yapıda görüleceği gibi dışa açık değil, kapalıdır. Bu kadar büyük bir avlunun, haziresinin pencerelerle avluya açık olmasına karşı, avlunun sekiz kapı [Avluya dışardan girişi sağlayan imaret yakınındaki kıble yönündeki kapıya Çorba-Aş veya İmaret Kapısı [1], hazireye girişi sağlayan kapıya Türbe Kapısı [2], batıdaki kapıların güneyindekine Çörekçiler veya Börekçiler [3], kuzeydekine Boyacı Kapısı [4] denilmesine karşı sahn medreseleri arasından avluyu girişi sağlayan diğer dört kapıya isim verilmemiştir. Bkz. Kutlu 2007, I, 207. Bkz. Çizim: 1] dışında tümüyle dışa kapalı olmasının özel bir anlamı olmalıdır. Özellikle mimari kurguda bu oluşuma dikkat edildiğini düşünmekteyiz [Ekrem Hakkı Ayverdi’nin Fatih Camii vaziyet planın da tetimme medreseleri için yaptığı restitüsyon çalışmasında da bazı hatalar mevcuttur. Bu yapıların XIX. yüzyıl sonu ile XX. Yüzyıl başlarındaki onarımları sırasında yapılan ve Başbakanlık Osmanlı Arşivinde bulunan rölövelerine göre Akdeniz Tetimme-i Sâni ve Sâlis Medreselerinin Ayverdi restitüsyonunda gördüğümüz şekilde iki değil, tek bir girişi vardır. Akdeniz Tetimme-i Rabiʽa ile Karadeniz Baş Tetimme Medresesi planlarında ise küçük farklılıklar bulunmaktadır. Bkz. Kütükoğlu 2000, 188-191].

 

Gerhard Fehl, Alpaslan Ataman’ın kitabına yazdığı sunuş yazısında; “Külliyeleri çevreleyen avluların duvarları kapı ve pencereyi andıran açıklıklarla boşaltılmıştır, öyle ki dışarıda bulunan biri yeşilliklerle kaplı iç mekâna adım atabilir ya da içerde olup biteni rahatça izleyebilir” diyerek, hemen her külliye için geçerli bir tespiti dile getirir [Ataman 2000, 11]. Ancak bu tespit, yukarıda da belirttiğimiz gibi, Fatih Külliyesi avlusu için geçerli değildir. Avluyu çevreleyen duvarlar, halka açık sekiz kapı haricinde dışa kapalıdır. Külliyenin bir başka farklılığı, avluya giriş kapılarının yapı aksında yer almamasıdır. Bu yapıda, daha sonra yapılan diğer selatin camilerinde olduğu gibi sokaktan başlayıp cami içindeki mihraba kadar devam eden bir törensel aks bulunmamaktadır. Ekrem Hakkı Ayverdi, avlunun kuzeybatı duvarının dışında biri sübyan mektebi, diğeri kütüphane olarak yapılmış iki binadan söz eder; ancak bu konuda yanılgıya düştüğü anlaşılmaktadır. Matrakçı Nasuh’un 1537 tarihli İstanbul planında da açıkça görüldüğü gibi bu bölümde, cami kıble aksında tek bir yapı bulunmaktadır [Atasoy 2015, 47. Evliya Çelebi’de Fatih Külliyesi içinde bir sübyan Mektebi olduğundan bahsetmesine rağmen, müstakil bir kütüphane olduğundan söz etmez. Bkz. Evliya 2003, 101-103]. Üzeri kurşun kaplı küçük bir kubbe ile örtülü bu yapının sübyan mektebi olduğunu bilmekteyiz [Hammer 2011, 219; Aksoy 1968, 62-63; Toderini 2018, 135]. Yapı olarak avlu dışında tutulmasına rağmen, gerek girişinin avludan olması [Matrakçı Nasuh’un 1537 tarihli İstanbul Planında Sübyan Mektebi’nin dışa dönük cephesinde bir pencere yer almaktadır] gerek cami aksındaki konumu gerekse çatısının kurşun kaplı bir kubbe ile örtülmesi, Fatih Sultan Mehmed’in geleceği oluşturacak çocuklara verdiği önemi belirtmesi açısından özellikle dikkat edilmesi gereken bir husustur. Diğer yandan Fatih Sultan Mehmed’in vakfiyesinde de belirtildiği gibi sahn medreselerinin dördünde birer kütüphane bulunmaktadır. Bu nedenle ayrı bir kütüphane binasının varlığı şüphe ile karşılanmalıdır [Ünver 2015, 225].

 

Dönemin Molla Zeyrek, Ali Kuşçu, Ali Tusi gibi önde gelen bilim insanlarının Fatih Külliyesi’nin oluşumuna etkileri nelerdir? Bunun birinci elden kaynakları çerçevesinde araştırılması gerekir. Çünkü daha sonra Süleymaniye Medreseleri inşa edilirken büyük şair Bâki’nin özelikle dârüşşifanın inşaatına nezaret ettiği bilinmektedir [Adıvar 1970, 65; Köprülü 1970, 243]. Acaba böylesi bir nezaret ve yönlendirme Fatih Külliyesi içinde mevcut mudur?

 

Günümüz Suriçi yerleşmesine baktığımız zaman Fatih Külliyesi kadar, yerleşik dokudan farklı geometrik düzen taşıyan başka bir yapı oluşumuna rastlanmaz. Özellikle XIX. yüzyılda meydana gelen yangınlar sonrası değişen, giderek geometrik bir düzene dönüşen şehir dokusu içinde bile Fatih Külliyesi yine de oluşturduğu yerleşim alanıyla hemen fark edilmektedir. Kauffer’in 1776’da hazırladığı ve 1786 yılında revize edilerek tekrar basılan haritasını incelediğimiz zaman ortaya çok daha şaşırtıcı bir sonuç çıkmaktadır. Fatih Külliyesi, karmaşık şehir dokusu içinde net bir geometrik düzen içinde inşa edilen tek yapı topluğudur. Bu yapıların, daha sonraları inşa edilen Bayezid, Şehzade ve Süleymaniye Külliyeleri’ne nazaran çok daha farklı bir mimari anlayışla inşa edildiğini görülmektedir. XVI. yüzyılın başlarında inşa edilen Sultan II. Bayezid Külliyesi, her ne kadar Sultan II. Mahmud döneminde dış avlusunu kaybetmiş olsa da hiçbir zaman Fatih Külliyesi’nin geometrik düzenine sahip değildir. Kanımızca Fatih Sultan Mehmed’in düşünce yapısına uygun olmayan, ancak eğitim için bir de medrese yapılan bu oluşuma külliye yerine yapılar topluluğu demenin daha doğru olacağını düşünmekteyiz. Kanûnî Sultan Süleyman’ın genç yaşta vefat eden Şehzade Mehmed için yaptırdığı Şehzade Camii ve çevresinde yer alan medrese, tabhane ve imaret için de aynı düşüncedeyiz [Her ne kadar Şehzade ve Edirne Selimiye Külliyelerinde medreselerin kapısı avluya açılsa da genel vaziyet planında Fatih Külliyesi gibi simetrik bir düzenleme görülmez. Bkz. Necipoğlu 2013, 258 ve 322]. Bizce İstanbul’da bulunan ikinci külliye Süleymaniye yapılarıdır. Bu yapılar topluluğunun da merkezinde camii yer almaktadır. Büyük bir avlunun ortasında yer alan caminin avlusuna on adet giriş bulunmaktadır. Fatih Külliyesi’nden farklı olarak, avluya kıble aksı üzerinde anıtsal bir giriş kapısı ve tören aksı mevcuttur. Gerhard Fehl’in de belirttiği gibi avlu duvarı üzerinde çok sayıda pencere benzeri açıklık bulunmakta olup avlunun dışardan seyredilmesine imkân verilmiştir. Fatih Külliyesi’nin aksine, Süleymaniye Külliyesi’nin avlusu artık alabildiğine kamuya açık bir mekândır. Bir diğer değişiklik medreselerin yol aşırı yerleştirilmesidir. Büyük oranda topoğrafyanın getirdiği zorlamalar nedeniyle, imaret ve tabhane dışındaki medrese yapılarının girişleri karmaşık bir düzen içerir [Necipoğlu 2013, 277]. Evvel ve Sani medreselerine dar bir ara sokaktan giriş verilmiş olup Fatih Külliyesi’nde görüldüğü şekilde avlu ile irtibatları kesilmiştir. Bu planlama anlayışında medreseler önemsenmemiş ve onların yalnızca içe dönük birer eğitim kurumu şeklinde oluşturulması tercih edilmiştir. Darülhadis’in konumu ise tamamen şehir dokusunun verdiği olanaklar ölçüsündedir. Kanımızca Fatih Külliyesi’ni yapımını sağlayan düşünce yapısı artık ortadan kalkmış olup Süleymaniye camisine verilen önemi belirten bir mimari düzenlemedir. Bu düşüncemizde Süleymaniye Camii ve çevresinde yer alan mimari oluşumu küçümsediğimiz anlamının çıkmasından endişe ederiz. Belirtmek istediğimiz husus, bu külliyenin mimari kurgusunun Fatih Sultan Mehmed’in düşünce yapısından farklı olduğudur.

 

Zamanla Fatih Külliyesi’nin yapıldığı dönemdeki anlayıştan uzaklaşıldığını, Fatih Sultan Mehmed tarafından verilen mesajın zaman içinde unutulduğu veya anlaşılamadığını görmekteyiz. Bir dönem, avlunun içine yapı bütünlüğünü bozacak şekilde bir karakol binası inşa edilir. Sultan II. Mahmud [1808-1839] döneminde Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye için inşa edilen karakol binası daha, sonra bir dönem askerlik şubesi olarak kullanılır ve 1985 yılında Fatih müftülüğüne tahsis edilir [Kutlu 2007, I, 206]. Avlu bütünlüğünü bozan benzer bir oluşumda Akdeniz Sahn medreseleri önlerine yapılan demir korkuluklardır. Son dönemde cami avlusuna yapılan çiçek tarhları, havuzlar, gölgelik olarak yapılan eklemeler, acilen temizlenmeli ve cami avlusunun orijinal bütünlüğü sağlanmalıdır. Bizce önemli bir husus da cami avlularına gelişigüzel dikilen ağaçlardır. Zaman içinde büyüyen bu ağaçlar hem camileri hem de çevrelerinde yer alan yapıları kapatmakta ve farkına varılmalarını zorlaştırmaktadır. Matrakçı Nasuh’un minyatüründe cami avlusunda hiçbir ağaç bulunmamaktadır. Hünername’de ise Sahn medreselerin önüne dikilen birer sıra ağaç görülmektedir. Fatih Külliyesi’nin özelikle avlusunun öneminin anlaşılması için en kısa sürede yeni dikilen ve giderek büyüyen ağaçların avlu dışına taşınmasını öneririm.

 

Geçmişi incelemek, değerlendirmek ve öğrenmek, geleceğe yön vermek için yapılması gereken bir çalışmadır. Gelecek oluşturmaktan uzak bir geçmiş bilgisinin hiçbir faydası olmadığını düşünmekteyim. Bu nedenle geçmişin külliye fikrinden hareketle, yeni eğitim müesseseleri oluşturmak nasıl mümkün olur sorusuna kendimce bir cevap hazırlamak isterim.

 

Günümüzde kompleks eğitim birimlerinin merkezinde geniş bir kütüphane yer almalıdır. Üniversite olarak nitelenen bu yapıların büyük bir kütüphane çevresinde oluşturulması bilime verilen önemi pekiştirecektir. Çeşitli fakültelerin oluşturduğu yapıların girişi bu büyük alandan yapılmalı ve bu büyük avluya mensubiyet özellikle vurgulanmalıdır. Bu avluya kabul bir anlamda eğitim gören insanın hayatta aldığı yolu da ifade edecektir. Bu görüşümüzün tersine günümüzde varlığını sürdüren çoğu üniversite, farklı yapılardan ve birbiri ile bağlantıları olmayan binalardan oluşmaktadır. Bilimin bir bütün olduğu, her bilimin farklı disiplinlerle ilişkisinin bulunduğu ve bulunması gerektiği yapıların mimari düzeni ile de anlatılmaya çalışılmadığı için, bilime mensubiyet hissedilmemekte, çoğunlukla üniversite eğitimi lise eğitimin bir devamı, bir an önce bitirilmesi gereken bir süreç olarak algılanmaktadır.

 

Bir alanda, orada bulunan ve eğitim gören diğer kişilerle bir arada olmak, böylesi bir yapılar topluluğunda eğitim hayatına devam etmek, şehirleşen toplumların giderek kaybetmekte oldukları asabiyetin de gelişmesine neden olacaktır. Fatih Külliyesi’nin, aynı zamanda yeni fethedilen bir şehirde, asabiyet duygusunu eğitimle geliştirme isteğinin bir örneği olduğunu düşünmekteyim.

 

KAYNAKÇA

AB 1986-90
Anonim, “Vihara”, Ana Britannica, 22, İstanbul, 1986-87, s. 5.

Adıvar 1970
A. Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, İstanbul, 1970.

Aksoy 1968
Özgönül Aksoy, Osmanlı Devri İstanbul Sıbyân Mektepleri Üzerine Bir İnceleme, İstanbul, 1968.

Alman 2006
Anonim, Alman Mavileri 1913-1914 I. Dünya Savaşı Öncesi İstanbul Haritaları, Haz. İrfan Dağdelen, İstanbul, 2006.

Ataman 2000
Alpaslan Ataman, Bir Göz Yapıdan Külliyeye, İstanbul, 2000.

Atasoy 2015
Nurhan Atasoy, Matrakçı Nasuh ve Menazilname’si, İstanbul, 2015.

Ayvansarâyî 2001
Ayvansarâyî Hüseyin Efendi/ Alî Sâtı Efendi/ Süleymân Besîm Efendi, Hadikatü’l -Cevâmi, Haz. Ahmed Nezih Galitekin, İstanbul, 2001.

Ayverdi 1973
Ekrem Hakkı Ayverdi, Osmanlı Mimârisinde Fâtih Devri III, İstanbul, 1973.

Ayverdi 2005
İlhan Ayverdi, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, İstanbul, 2005.

Ball 2016
Warwick Ball, Roma’nın Sultanları, Çev. Ahmet Aybars Çağlayan, İstanbul, 2016.

Baltacı 1976
Cahid Baltacı, XV.-XVI. Asırlarda Osmanlı Medreseleri, İstanbul, 1976.

Baykal 1950
Kâzım Baykal, Bursa ve Anıtları, Bursa, 1950.

Devellioğlu 1993
Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Ankara, 1993.

Dukas 1956
Dukas, Bizans Tarihi, Çev. V. L. Mirmiroğlu, İstanbul, 1956.

Evliya 2003
Evliya Çelebi, Günümüz Türkçesiyle Evliya Çelebi Seyahatnamesi: İstanbul, Haz. Seyit Ali Kahraman-Yücel Dağlı, İstanbul, 2003.

Fatih 1938
Fatih Mehmet II Vakfiyeleri, Ankara, 1938.

Gabriel 1958
Albert Gabriel, Une Capitale Turque Brousse Bursa, Paris, 1958.

Genim 2012
M. Sinan Genim, “İstanbul ve Mimari”, Şehir ve Kültür İstanbul, İstanbul, 2012, s. 263-317.

Goodwin 1999
Jason Goodwin, Ufukların Efendisi Osmanlılar, Çev. Armağan Anar, İstanbul, 1999.

Hammer 2011
Joseph von Hammer, İstanbul ve Boğaziçi, Ankara, 2011.

İbn Haldun 1991
İbn Haldun, Mukaddime, Çev. Zakir Kadirî Ugan, İstanbul, 1991.

İhsanoğlu 2019
Ekmeleddin İhsanoğlu, Medreseler Neydi, Ne Değildi?, İstanbul, 2019.

İstanbul 2020
İstanbul.edu.tr/tr/content/üniversitemiz/tarihçe, 08.05.2020.

Kaya 1992
Mahmut Kaya, “Beytülhikme”, TDV İslâm Ansiklopedisi, 6, İstanbul, 1992, s. 88-90.

Kaya 2013
M. Cüneyt Kaya, “Yuhannâ b. Mâseveyh”, TDV İslâm Ansiklopedisi, 43, İstanbul, 2013, s. 532.

Kâtip Çelebi 2008
Kâtip Çelebi, Mizanü'l-Hakk Fi İhtiyari'l-Ehakk, Haz. Orhan Şaik Gökyay-Süleyman Uludağ, İstanbul, 2008.

Kritovulos 2012
Kritovulos, Kritiovulos Tarihi, Çev. Ari Çokona, İstanbul, 2012.

Koçi Bey 1972
Koçi Bey, Koçi Bey Risalesi, Haz. Zuhuri Danışman, İstanbul, 1972.

Köprülü 1970
M. Fuad Köprülü, “Bâkî”, İslâm Ansiklopedisi II, İstanbul, 1970, s. 243.

Kutlu 2007
Hüseyin Kutlu [ed], Türk Kültür ve Medeniyet Tarihinde Fatih Külliyesi, İstanbul, 2007.

Kütükoğlu 2000
Mübahat S. Kütükoğlu, XX. Asra Erişen İstanbul Medreseleri, Ankara, 2000.

Müller-Wiener 2001
Wolfgang Müller-Wiener, İstanbul’un Tarihsel Topoğrafyası, Çev. Ülker Sayın, İstanbul, 2001.

Naîmâ 2007
Naîmâ Mustafa Efendi, Târih-i Naʻîmâ, Haz. Mehmet İpşirli, Ankara, 2007.

Necipoğlu 2013
Gülru Necipoğlu, Sinan Çağı Osmanlı İmparatorluğu’nda Mimarî Kültür, Çev. Gül Çağalı Güven, İstanbul, 2013.

Özaydın 2007
Abdülkerim Özaydın, “Nizamiye Medreseleri”, TDV İslâm Ansiklopedisi, 33, İstanbul, 2007, s. 188-191.

Pakalın 1983
Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul, 1983.

Peremeci 1939
Osman Nuri Peremeci, Edirne Tarihi, İstanbul, 1939.

Pervititch 2000
Jacques Pervititch, Jacques Pervititch Sigorta Haritalarında İstanbul, İstanbul, 2000.

Râşid 2013
Râşid Mehmet Efendi-Çelebizâde İsmaîl Âsım Efendi, Târih-i Râşid ve Zeyli, Haz. Abdülkadir Özcan vd., İstanbul, 2013.

Sönmez 1998
Mehmet Ali Sönmez, “Hayve b. Şüreyh”, TDV İslâm Ansiklopedisi, 17, İstanbul, 1998, s. 103.

Toderini 2018
Giambattista Toderini, Türklerin Yazılı Kültürü, Çev. Ali Berktay, İstanbul, 2018.

Tursun Bey 1977
Tursun Bey, Târîh-i Ebül’l-Feth, Haz. Mertol Tulum, İstanbul, 1977.

Tursun Bey 2013
Tursun Bey, Fetih Babası Fatih’in Tarihi, Haz. Mertol Tulum, İstanbul, 2013.

Uzunçarşılı 1965
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilatı, Ankara, 1965.

Ünver 2015
A. Süheyl Ünver, “Fatih Külliyesi Vakfiyeleri”, İstanbul Risaleleri I, İstanbul, 2015.

Yalçın 1994
Asnu Bilban Yalçın, “Havariyyun Kilisesi”, DB İstanbul Ansiklopedisi, IV, İstanbul, 1994, s. 23-24.