Site Tasarım: Savaş Çekiç Uygulama: İkipixel

Bu sitede bulunan resimler ve dökümanlar M. Sinan Genim'e aittir ve izinsiz kullanılamazlar. Ancak gerekli izin alındıktan sonra ve kaynak gösterilmek kaydıyla kullanılabilir.

Yayımlar / Bildiriler

KENT MİMARİSİ VE ESTETİĞİ ÜZERİNE

İbn-i Haldun, Mukaddime adlı eserinde der ki; “insanlar ancak göçebelik dönemini geçirdikten sonra yerleşik hayata geçerler. Ve ondan sonra da şehirler ve kasabalar kurulmaya başlar. Şehirler ve kasabalar kişiye özel kuruluşlar olmayıp herkesin iş ve bir arada yaşamasını ve tabii bununla da beraber onun bir nevi güvenliğini sağlayan ve iş imkânı yaratan büyük mekânlar olduğundan bunu büyük heykeller ve büyük yapılarla ve büyük binalarla süsleyin” der. Çok önemli bir tespiti de var. Diyor ki: “Devletin arzu etmediği fakat şehir halkının rağbet gösterdiği hüner ve sanat, devletin arzu ettiği hüner ve sanat oranında gelişemez. Çünkü devlet en büyük alıcı olup pazardaki her mal ve eşya onun talebi doğrultusunda gelişir ve değerlenir”. Günümüzde de, toplumda sanat ve kültürün, devletin, devleti yönetenlerin sahip olduğu beğeni doğrultusunda geliştiğini görmekteyiz. Çünkü gerçekten göçebelikten şehir yaşantısına geçmek, insanın düşüncesinde, davranışında önemli değişikliklere neden olmuştur ve hala bu değişimler sürmektedir. Tarım toplulukları genelde bir klan, bir grup, bir başka deyişle aynı türde ve aynı düşüncede insanlardan oluşmuştur. Tarım toplulukları içinde farklı düşüncelere, farklı davranışlara yer yoktur, toplumun düzeni bozulur. Zaten köy yaşantısı sıkıntılı bir yaşam biçimidir, onun içinde farklı düşünceler ortaya çıkarsa sıkıntılar daha da büyür ve toplumu hırpalar. Platon, Yasalar isimli eserinde; Homeros’un kırsal kesim insanları için “yoktur onların birlikteliği, yasaları falan. Otururlar yüksek dağa tepelerinde, herkes kendi evini yönetir, kendi karısını, çocuğunu umurlarında değildir hiç kimse, başkalarına aldırmazlar” dediğini söyler. Günümüzden yaklaşık 2500 yıl önce Politika adlı kitabında Aristo şehir yaşantısı için ise tam aksini söyler. “Bir şehir farklı türde insanlardan oluşur. Benzer insanlar bir şehir inşa edemez” bu çok önemli bir tespittir. Aynı düşüncedeki insanlar bir topluluk, bir yaşam çevresi oluştururlar ama bir şehir oluşturamazlar. İçinde yaşadığımız dönemde bu çok önemli söz yaşamakta olduğumuz bazı sorunları algılamamıza ve onların nedenlerini çözmekte bize yardımcı olmalıdır. XX. yüzyılın başında Avusturya Macaristan ordusunda yedek subay olarak görev yapan Macar asıllı mimar Karoly Kos İstanbul’a gelir. Askerlik hizmetinin yanı sıra mimari araştırmalar da yapar. Kültür Bakanlığı’nın yayımladığı İstanbul Şehir Tarihi ve Mimarisi isimli bir de kitabı vardır. Bu kitabın girişinde Kos “İstanbul bir şehirdir, herhangi bir şehir değil” demektedir. Gerek ülkemiz coğrafyasında gerek dünyada pek çok şehir var. Belli bir nüfusu geçmiş yerleşim yerlerine şehir diyoruz ama bunlar herhangi bir şehir… Birine gittiğiniz zaman, bir diğerinden çok ufak farklarla aynı olduğunu görmekteyiz. Eğer sizin o şehirle, aidiyetiniz veya dostluk, yakınlık ilişkileriniz yoksa biriyle diğeri arasında büyük farklar göremezsiniz. Ama bazı şehirler vardır ki o şehirler farklıdır. Sanırım İstanbul dünyada bu farklı şehirlerin en önde gelenlerinden biri, belki de birincisidir. Geçmişte de çok kereler bu farklılıklarını ortaya koymuştur ve günümüzde de hem mimari anıtları hem de kültürü açısından farklılıklarını ortaya koymakta ve dünyanın beğenisini kazanmaktadır. Bugün bizim mülkümüz olan bu yapıların, bu yapılar ile ilgili yayınların ne kadar önemli olduğunun, bu şehrin 16. ve 17. yüzyılda bilinen coğrafyanın merkezinde olduğunun hem farkındayız hem de değiliz… Şehirler yaşayan organizmalardır; kimi yerleşim alanları tek hücreli bir organizma gibiyken, gelişmiş şehirler giderek artan bir hızla karmaşık organizmalara dönüşürler. İnsan organizmasını meydana getiren yapı taşlarının neler olduğu konusunda daha öğreneceğimiz çok şey var. Şehirler de öyle, o yüzden de bir insanın biyolojik yapısını nasıl ki yüzde yüz çözemiyorsak şehirlerin karmaşık yapılarını çözmekte de ayrı sorunlarla karşılaşmamız doğaldır. Onu ne kadar tanırsak ya da onun hakkında ne kadar bilgiye dayalı fikir sahibi olursak, geleceğini yönlendirebilir ve sorunları algılayabiliriz. Şehirlerin tarihinde de tıpkı bizim kişisel hayatımızda olduğu gibi iyi günleri kötü günleri olur. Bazı zaman bir şehir ve onunla birlikte yaşayanlar mutludur, zaman zaman mutsuz. Şehrin varlığı yüz yıllar, bin yıllar boyunca sürdüğü için yaşadığı değişimleri bir insan ömründe algılamak zordur. Bu değişimler en az 30-40 yıllık periyodlar halinde sürdüğü için belli bir yaşa gelince geçmişe duyulan özlemlerden dolayı çocuk ve gençliğimize ait bazı anıları nostalji ile hatırlarız. Bu duygu bizi sanki bir dönem idealize edilmiş bir şehirde yaşıyormuş algısına götürür. Benim çocukluğumdaki İstanbul bugünküne nazaran daha hoştu belki ama ulaşımı, ısınması zordu… Şimdi o zorlukların bir bölümü ortadan kalktı ama yeni sıkıntılar ortaya çıktı. Her çocuk eğer güzel bir yaşam sürüyorsa, iyi bir yaşam alanına sahipse mutludur. Zaten insanın doğasından gelen bir şey var, mutlu anlarımızı hatırlıyoruz ama mutsuz, üzüntülü anlarımızı unutuyoruz, belki de bilgisayar hafızası gibi bir şey var içimizde, mutsuzlukları siliyor. Kötü anılar silinince hafızamız bize sanki geçmişin çok daha iyi olduğunu söylüyor.

İnsanlığın varoluşundan beri değişmeyen tek şey değişimdir. Geriye doğru gitmek için çaba gösteren toplumlar tarih sahnesinden çekilirler, yok olurlar. Prehistoryadan günümüze bu gelişim devam eder. Şehirler de tıpkı bizler gibi yorulurlar, yıpranırlar. Ve bazıları kendini yenileyemediği için yok olur. Anadolu coğrafyasında pek çok şehir vardır. Hattuşaş, Truva, Efes, Perge, Milet, ve diğerleri. Yeni kazılarla bilmediğimiz, adını duymadığımız pek çok şehir gün ışığına çıkıyor. Bu şehirler gerektiği zaman yeni atılımlar yapıp kendilerini yenileyecek bir çaba içine girmediklerinden veya giremediklerinden tıpkı dünyayla ilişkisini kesen bir insan nasıl ölüme doğru giderse öylece yok olup, tarih sahnesinden çekilmişlerdir. Buna karşı dünya coğrafyası üzerinde çok az şehir, insanlık var olduğu sürece yaşamaya devam etmektedir. 16. yüzyılda İstanbul için iki tane çok önemli kitap yazan Petrus Gyllius diyor ki: “Dünyada bütün şehirler ölüme mahkûmdur fakat Konstantiniyye insanlar var oldukça yaşayacaktır.” Günümüzden yaklaşık beş yüz sene önce varılan bu hüküm bize şunu gösteriyor. İçinde yaşadığımız ve geçmişi günümüzden, son Yenikapı kazılarında görüldüğü gibi 8.500 yıl öncesine ulaşan bir şehir sanırım insanlık var oldukça yaşamına devam edecektir. Yenikapı kazılarında, suriçi bölgesinde neolitik dönem insan yerleşimlerine ulaşıldı. Acaba İstanbul’un başka noktalarında bu tür yerleşimler var mıdır? Olabilir ama üzerinde en az üç bin yıldır yoğun inşaat yapılan bir yerleşim dokusunun altında nelerin bulunabileceği ve bunlara nasıl erişebileceğimiz konusunda düşünmek gerekir. Bu nedenle Yenikapı kazıları gerçekten İstanbul’un tarihi açısından çok önemli bir buluntu ve şanstır. Çünkü bu buluntuların gün ışığına çıkmasına kadar hep bir efsane vardı. Artık unutulması gereken bir hikâye ve efsane yığıntısı… Sözde milattan önce 660’ta Megaralı Grekler Sarayburnu’na çıkarak burada bir şehir kurarlar. Artık anlaşıldığı kadarıyla, bu söylence gerçeği ifade etmemektedir. Megaralı Grekler gerçekte daha önceleri muhtemelen otakton ahali tarafından kurulmuş bulunan bir yerleşmeyi işgal ederek orayı bir Helen kolonisi haline getirirler. Yazılı kaynaklar Sarayburnu’nun üzerinde I. Tepe çevresinde Trak topluluklarının kurduğu Lygos diye bir şehirden söz ederler. Greklerin hikâye ve efsaneler ile üstünü örttükleri bu şehir, zaman içinde Byzantion’a dönüşür. Tüm bu süre içinde bu şehirde varlıklarını devam ettiren kültürler her dönemde şehre katkıda bulunur. Heykeller, anıtlar yaparlar ve şehri zenginleştirirler. Bunların estetik olarak şehre katkıları nelerdir biraz araştırırsak çok önemli belge ve bilgiye ulaşırız. Günümüze erişen yapıların hemen hepsi anıtsal yapılardır. Genelde halkın yaptığı ve yaşantısını devam ettirmesi için olmazsa olmaz yapılar, konutlar, dükkanlar ve benzeri yapılar, günümüzde de görüldüğü gibi yirmi, otuz senede bir yenilenmek mecburiyetinde olan binalardır ve uzun ömürlü değildirler. Buna karşın fonksiyonları değişerek de olsa devam eden, tapınak, kilise, cami gibi toplumsal yapıların günümüze erişme şansı çok daha fazladır. Üstelik bu yapıların başka bir özellikleri daha vardır: Prehistorya dönemlerinden beri, bazı alanlarda yapılan pagan tapınakların yerine daha sonra çoğunlukla kiliseler, sonrasında ise camiler yapılır veya eski inanç yapıları yeni inancın yapılarına dönüştürülür. Gördüğümüz kadarıyla, bazı alanların kutsallığı çok önceleri prehistorik dönemde belirlenmiş ve hemen hemen günümüze kadar aynı kutsallık devam etmiştir. İstanbul: Lygos, Byzantium, Antoninia ve Nea Rome. Konstantin döneminde bu şehrin adı Konstantinopolis değildir. Adı çoğunlukla Nea Rome ya da Deutara Roma yani İkinci Roma veya Yeni Roma olarak telaffuz edilir. Daha sonraki bir dönemde, kurucusuna veya yeniden inşasına katkısı nedeniyle Konstantinopolis adı öne çıkar. Osmanlı’nın paralarında bile kullandığı Konstantiniyye ve günümüzde İstanbul...

Geçmişte yapılan ve günümüze ulaşan tüm yapıların yalnızca estetik kaygılarla yapıldığını söylemek zordur. Buna karşın şehir oluşumunda estetik ve çağının ötesine seslenen yapılara ihtiyaç duyulur. On dördüncü yılda Hacı Bayram-ı Veli der ki, “Ansızın ol şara vardım, Ol şarı yapılır gördüm, Ben dahi bile yapıldım, Taş ü toprak arasında”. Yani; “ansızın bir şehri gördüm, o şehrin içine ben de katıldım. O nasıl taşla toprakla oluşuyorsa ben de o şekilde oluştum” diyerek şehir kültürünün insan oluşumu üzerindeki önemini vurgular. Elbette bir şehrin oluşumu sırasında estetik kaygılar göz ardı edilemez ama esas amaç şehirde hüküm süren devletin özellikle de hükümdarların güç gösterisidir... Her zaman da bu böyle olmuştur ve insanlar yaşadıkça da böyle olacaktır. Güç gösterisi hem kendi ülke insanlarına hem dış topluluklara karşı yapılır. Hem kişisel hem devletin gücünü göstermesi için ya savaş, ya da anıtsal yapılar yapılır. 1571’de İnebahtı deniz savaşı sırasında Osmanlı donanması, Venedik Cenova ve Birleşik Haçlı donanmaları karşısında tümden yok olur. Bu olayı dönemin sadrazamı Sokullu Mehmet Paşa’ya biraz da alaycı bir üslupla hatırlatan Venedik Elçisi’ne, Kıbrıs’ın fethini hatırlatan sadrazamın cevabı bir güç gösterisidir: “Siz bizim sakalımızı tıraş ettiniz. Biz ise sizin kolunuzu kestik. Tıraş edilen sakal tekrar çıkar ama kesilen kol büyümez…” Ve ekler; “Sen bu devlet-i aliyyeyi tanımamışsın. Bu devletin kudreti ol mertebedir ki, cümle donanma lengerleri (direkleri) gümüşten, resenleri (ipleri) ibrişimden, yelkenleri atlastan etmek ferman olunsa, müyesserdir (kolaydır).”

Zaman zaman kültürel değişimler sırasında yaşama devam eden şehirlerde yapılan yeni atılımların o şehrin içinde yaşayanlar için çok fazla güzel ve estetik gelmediği de bir gerçektir. Çünkü kültürlerin büyüklüğü ve temas sayıları arttıkça ince dalları kırılır. Kalın dallar ve köklere çok fazla bir şey olmaz. Bir fırtına sonrası ağaçları görüyoruz. Ağaçların yaprakları dökülür ve ince dallarını kırılır. Kültürler de böyledir, birbirleri ile temas ettikleri zaman narin noktaları zarar görür. İstanbul’da bu temaslardan nasibini almış, zaman zaman sert ve kaba düzenlemelerle karşı karşıya kalmıştır. Bu hasarların tedavisi için ekonomik açıdan rahatladığımız, daha zenginleştiğimiz zaman yeni fikirler, yeni ürünlerle daha güzel ve düzgün bir yapılanma yoluna girilecektir. Yerleşik kültürler her zaman için yeni girdiler ve değişik fikirlerden yorulurlar. Ama bu değişimler olmadığı taktirde de yıpranırlar ve ölürler. Dinamizmi getiren değişimdir, yeni fikirler, yeni kültürlerle temas değişimin ve gelişim öncüsüdür. Ama burada yine farklı bir olay devreye girer. Yeni bir kültürle temas edildiği zaman o kültür kendine şehirde yer bulmak, orada var olanı değiştirmek için çaba gösterecektir. Şehirde yaşayan eski kültüre mensup insanlarsa zaten bu çabayı kuşaklar boyunca göstermişler ve yorulmuşlardır. Yeniden bir çaba içine girip çalışmak, yeniden yeni şeylerle uğraşmaktan pek fazla hoşlanmazlar. Ne oluyoruz, neler oluyor diye sorarlar. Halbuki bu köklü değişiklikler şehirleri dik tutar, hayatın devamını sağlar. Bu ne oluyoruz sözü biliyorsunuz bizde çok yaygındır. Durup dururken başımıza iş çıkarma, Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok, bırak her şey olduğu gibi devam etsin… İstanbul gibi, tüm insanlığa mal olmuş bir şehirde durup dururken iş çıkarmanın maliyeti büyüktür ama bu maliyeti toplumca karşılamak gerekir. Her şeye karşı çıkan bir bakış açısıyla değil, değişimin bu şehir için neler getirip neler götüreceğini tartışıp, değişimi yönlendirmek gerekir. Çünkü eğer bunları yapmıyorsak giderek eskiyen ve yaşlanan şehrin hayatına radikal müdahalelerde bulunmak yerine onu sanki bir kuvözde yaşatır gibi yaşatmaya çalışıyoruzdur. Hemen her şeyin olduğu gibi kalması ve radikal değişikliklerden kaçınılması gerçekte insan yaşantısına ters bir düşüncedir. Doğanın reddedilemez yasaları gereğince yaşlanan ve tekdüze hale gelen kültürlerin yaşam şansı olmadığını görerek bu gençleştirmeyi nasıl yapacağız? Pek çok kişi bu dönüşümü kabul etmekte zorlanıyor. Özellikle yeni düşünceler gerçekleştirmesi gereken sivil toplum örgütleri büyük bir düşünce karmaşası içinde. Sivil toplum örgütlerinin ilerici olması gerekiyor çünkü genelde toplumlar ve topluluklar muhafazakârdır, bireyler ilerici atılımlar yapabilir. Kaçınılmaz olan değişimi herkese kabul ettirmek zordur ama kişiler kolayca değişebilirler, yeni düşünceler geliştirebilirler. Acaba yeni atılımlara karşı çıkmak, değişime karşı çıkmak bir çözüm yolu mudur? Eğer bunu bir çözüm yolu olarak görüyorsanız inanın büyük bir yanılgı içindesiniz. Çünkü değişim ve gelişim kaçınılmazdır. Eğer değişim ve gelişim olmasaydı, insanlık hala mağaralarda avcılık ve toplayıcılık dönemini yaşıyor olurdu. Burada önemli olan şudur: Değişimi durduramazsınız ama ona mani olmak yerine, bu değişimi sivil toplum örgütleri ve devletin öncülüğünde yönetmek mümkündür. Eğer değişimi yönetemiyorsanız bu değişimi durdurma anlamına gelmez. Değişim kendi kurguları doğrultusunda gelişir ve gerçekleşir. Tabii, bu arada onu yönlendirmek için size tanınan fırsatı da kaçırmış olursunuz.

Özellikle bizim şehrimizde ve Türkiye coğrafyasında geçmiş kültürlerden kalan ören yerleri, yapılar, sanat eserleri, vs. inanılmaz sayıda ve yaygın. Peki, onları korumayacak mıyız? Evet, koruyacağız ama bunu her şeyi olduğu gibi dondurmak olarak algılamak gerçekten çok büyük bir yanlıştır. Biz onları koruyacağız, korumayı öğreneceğiz. Yapıldığı dönemlerin kültürünü, siyasi gücünü anlayacağız ve anlaşılmasına yardımcı olacağız. Ve önemli olanın onları geleceğe taşımak olduğunu unutmayacağız. Ama olduğu gibi taşımak değil, çağdaşlaştırarak, günümüz insanın değerlerini ve estetik kaygılarını göz önüne alarak. Çağının beklentilerine cevap veren bir eser olarak... Artık eskisi gibi küçük bir nüfus içinde, dar bir şehirde yaşamıyoruz. Osmanlı İmparatorluğu’nun 16. yüzyıldaki beğenisi yalnız İstanbul’un ve imparatorluğun beğenisi değil nerede ise bilinen tüm dünyanın beğenisidir. O dönemde şehre gelen batılıların hemen hepsi şehre olan hayranlıklarını ifade ederler. Yapılan eserler, yalnızca imparatorluk mensuplarının değil, dünyanın beğenisine sunulmuştur. O dönemde bu kültürün yarattığı bir mimar, Mimar Sinan, dünyada en çok yapı yapan, çeşitli fonksiyonlardaki yapılarla varlığını pekiştiren bir insandır ve inanılmaz şekilde 480’e yakın yapısından 207 tanesi günümüze kadar gelir. Unutulmaması gereken bu yapıların çoğunun 500 yıla yakın bir süredir kullanılmasıdır. Bir mimarın yaptığı bu kadar yapı; cami, mescit, hamam, saray, köprü, su kemerleri, çeşme, erzak deposu… Bu gerçekten dünya mimarlık tarihi içinde, sanat tarihi içinde, resim, heykel gibi muhafazası kolay eserleri bir yana bırakırsanız inanılması zor bir başarıdır. Bu yalnız Sinan’ın bir hüneri midir? Zaman zaman söylemişimdir; belki, Sinan kadar yetenekli, Sinan kadar çalışkan bir mimar yaratamazdı ama 16. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu gücü bir başka insanı da Sinan yapmayı başarırdı. Benzer yapıları yapacak, devletin gücünü gösterecek bir başka insanı devlet mutlaka yaratırdı, ama Sinan çok daha yetenekli bir insandı. Biz bu eserleri çağdaş insanın yaşamını zenginleştirecek, toplumun gelişmesine ve zenginleşmesine katkıda bulunacak hale getiremiyorsak o zaman bir anlamda onların yok oluşuna seyirci oluruz. Her şeyi, çağın gereklerini görmezden gelerek olduğu gibi muhafaza etme düşüncesinin toplumumuzda çok fazla yaygınlaştığını görmekte ve üzüntü duymaktayım.

Yakın geçmişte bazı reklamlarda kullanılan bir slogan vardı; “Gelecek kişiyi mutlu edenlerindir”. Artık bizde çokça söylendiği gibi toplumsal mutluluk, kamusal mutluluk gibi kavramlar yok. Kişiyi mutlu edebiliyorsanız başarılısınızdır, bir toplum gerçekte kişilerin mutluluğu sayesinde mutlu bir toplum haline gelir. Yoksa toplumun mutluluğu gibi bir kavram söz konusu değildir. Karşı çıkmalar, her şeyi koruyalım, her şey dursun, her şey olduğu gibi kalsın söylemleri aynı zamanda bir tembellik göstergesidir. Eğer bir toplum yeni düşünceler geliştirmekten, ileri doğru atılım yapmaktan yoksunsa büyük bir sıkıntı var demektir. Yukarıda da belirtmeye çalıştığım gibi değişim ve gelişime kapalı toplumların gelecekte hayat hakkı yoktur. Dünya inanılmaz bir hızla değişiyor ve gelişiyor. Birden hayatımıza cep telefonu girdi, telefon almak için yıllar boyu bekleyen insanların son 20 yıldır eriştiği haberleşme imkanlarını bir düşünün. İnternet denilen olay var, oturduğunuz yerden her yere, her tür bilgiye erişebiliyorsunuz. Ama bu demek değildir ki her zaman doğru bilgiye erişiyorsunuz. Sizin araştırmanız, üzerinde çalışmanız, farklı kaynaklarla eriştiğiniz bilgiyi doğrulatmanız gerek. Her bulduğunuzu, her gördüğünüzü doğru diye kabul ederseniz bu bir tembelliktir ve doğru bir sonuca varmanın önünde engeldir. İnsanı ve onun heyecan beklentisini, yaşantısını görmezden gelerek yalnızca başkaları tarafından korunmayı ve yönlendirilmeyi beklemek Romalı hukukçu Tacitus’un bir sözünü hatırlatır bana; “Bizi koruyuculardan kim koruyacak?” Hepimiz birey olarak, bu şehrin bir mensubu olarak çabalarımız ve çalışmalarımız doğrultusunda, bilgimizi artırarak bu şehrin değişimini ve gelişimini yönetmeye çalışmalıyız.