Site Tasarım: Savaş Çekiç Uygulama: İkipixel

Bu sitede bulunan resimler ve dökümanlar M. Sinan Genim'e aittir ve izinsiz kullanılamazlar. Ancak gerekli izin alındıktan sonra ve kaynak gösterilmek kaydıyla kullanılabilir.

Yayımlar / Bildiriler

ABDÜLMECİD EFENDİ KÖŞKÜ

Bağlarbaşı’ndaki Abdülmecid Köşkü’nün restorasyonunu gerçekleştiren yüksek mimar Dr. Sinan Genim, "Reddedilmiş geçmiş, geleceği gölgeler" derken, belki de bu onarımın bir başlangıç olmasını da diliyordu.

Bağlarbaşı’nda, Kuşbakışı Sokağı No. 18’de bulunan Abdülmecid Efendi Köşkü’nü, zamana ve ilgisizliğe karşı gösterdikleri dirence rağmen gün geçtikçe sayıları azalan, bakıma ve korunmaya muhtaç eski İstanbul köşklerinin en ihtişamlılarından biri saymak yerinde olur.

Köşk, Nakkaştepe’ye ve Beylerbeyi’ne doğru alçalan hafif meyilli ve 200 dönüme yakın bir arazi üzerindeki koruluğun içinde bulunmaktadır. Çok sayıda değerli ağaç ve bitkiyi barındıran, etrafı da yüksek duvarlarla çevrili olan bu arazi, daha önce Mısır Hıdivi İsmail Paşa’nın mülkiyetindeydi. Yapı, muhtemelen XIX. yüzyılın sonlarında İsmail Paşa tarafından "Av Köşkü" olarak yaptırılmıştır.

Dönemin tanınmış mimarı Alexandre Vallaury tarafından tasarlanan ve hâlen mevcut olan bu bina, büyük bir yazlık köşk olarak planlanan kompleksin selamlık bölümüdür. Ahşap harem dairesi ve müştemilat niteliğindeki bazı yapılar günümüze kadar gelememiştir.

Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın torunu, İbrahim Paşa’nın oğlu olan İsmail Paşa, Viyana ve Paris’te eğitim görmüştür. Sultan Abdülaziz’in emriyle valiliğin babadan oğula intikal etmesini sağlayan İsmail Paşa, böylece Hıdiv unvanını alan ilk vali olarak Mısır’ın içişlerinin yönetiminde bağımsızlık kazanmıştır.

İsmail Paşa’nın 1895 yılında ölümü ile oğullarından Mahmud Hamdi Paşa’ya intikal eden köşk, Sultan Abdülhamid tarafından bedeli Hazine-i Hassa’dan ödenmek suretiyle satın alınır ve amcazadesi Şehzade Abdülmecid Efendi’ye tahsis edilir.

Osmanlı hanedanının son veliahdı ve son halife olan Abdülmecid Efendi, "Mecid Efendi" olarak da anılır. Sultan Abdülaziz ile Hayrânıdil Kadın’ın oğlu olarak 1868 yılında Dolmabahçe Sarayı’nda doğan Abdülmecid Efendi, Osmanlı hanedanının tek ressam üyesidir ve döneminin Türk ressamları arasında yer almıştır.

Abdülmecid Efendi, bir hanedan üyesi olmasına karşın, Osmanlı İmparatorluğu’nun çetin siyasal ve ideolojik sorunlarla çalkalandığı süreç içerisinde bile, modernleşmeyi ilke edinebilmiş bir sanatçıdır. Günsel Renda’nın da vurguladığı gibi, Mecid Efendi, İslâm gelenekleriyle Batı bireşiminin sağlanabileceğini öngören gerçek bir aydındır.

Yaşadığı mekânlarda resim atölyeleri oluşturan Abdülmecid Efendi, İstanbul’da bulunduğu dönemde, yapıtlarının çoğunluğunu Bağlarbaşı’ndaki köşkünde yapmıştır. Resimle ilişkisini ise ömrünün sonuna kadar [Paris 1944] sürdürür.

Hareket noktasını geleneksel Türk sivil mimarisinden alan ve kabaca orta sofalı bir plan şeması gösteren köşk, dönemin -abartılı bir sentezle ifadesini bulmuş- anıtsal mimari çabasının en görkemli örneği olarak günümüze kadar gelebilmiştir.

Daha giriş kapısında göze çarpan abidevî düzenleniş, cesur bir tasarımın yapıya kazandırdığı farklılığa ve estetik uyuma ziyaretçileri hazırlar gibidir. Köşkün selamlık kapısı olan bu kapı, belki de İstanbul’daki en muhteşem kasır kapılarından biridir.

Osmanlı mimarisindeki batılılaşma hareketiyle kullanımı yaygınlaşan ve eteklere doğru gittikçe açılarak geniş bir saçak oluşturan çatısı, konut mimarisinde pek görülmeyen bir biçimde, kurşun kaplıdır.

Çatı, tepesinde bronz bir alemle son bulur. Kapının üzerindeki yüksek kûfili çini kitabede, daha çok Endülüs Emevîleri’nin saraylarında, cami, mescit ve madenî paralarında kullanılan "Vâlâ Galib Ola Allah" [Allah’tan başka galip yoktur] cümlesi yer alır.

Kapıdaki ihtişamın algılanışını güçlendirmek ve perspektif etkiyi artırmak için, ihata duvarı geri çekilmiştir; kapı sanki ardında cennetten bir bahçe gizliyor da bizi bu sürprize davet ediyor gibidir. Bu muhteşem kapı ile iki yanında yer alan abidevî duvar, bizzat Abdülmecid Efendi tarafından tasarlanmıştır.

Genel olarak aksiyel bir plana sahip olan yapının simetrik düzenlenmesi, zemin katta giriş ekseninde bulunan orta sofada merdiven, üst kattaysa dışa doğru betonarme kolonatlar üzerinde uzanan ve organik bir görünüm sergilemeyen çıkma [muhtemelen yemek odası] ile bozulmuştur. XIX. yüzyılın sonlarında, ahşap bir yapıda beton ayakların kullanılmış olması, dikkat çekicidir.

Osmanlı mimarisinde XVII. yüzyıldan beri aydınlık iç mekân anlayışı ön plana çıkmış, geniş saçaklara da azami önem verilmiştir.

1985 yılında başlatılan rölöve çalışmaları sonrası, 1987-1995 yılları arasında yapının restorasyon işini yürüten mimar Sinan Genim şöyle diyor: "... eski Türk evleri o kadar güzel saçaklarla donatılmışlardır ki, eğer bir evin saçakları yeterince uzatılmamışsa, o yapı bir Türk’te kel izlenimi bırakır ..."

Mimar Vallaury, başka hiçbir yapıda rastlanmayan biçimde bu saçakları yatay düzlemden 5-10 derece, yani uzunluklarına göre 15 ilâ 30 santimetre kadar yukarı doğru kaldırmış, böylece yapıya sanki boşlukta hareket ediyormuş izlenimi kazandırmıştır. Dikdörtgen ve kare panolarla bölümlenmiş saçak altları, bu panoların içlerini süsleyen oryantalist motifli kalem işi bezemelerle, sanatsal bir dinamizme kavuşmuştur.

Kâgir bir bodrum kat üzerinde iki katlı ahşap bir yapı olarak yükselen köşkte, iki ana eksenin kesiştiği noktada merkezî sofa bulunur.

Giriş sofasının tam ortasına, yapının inşası sırasında yapılmış olması kuvvetle muhtemel olan, merkezî sofa anlayışına hizmet eden ve bu motifi çok eski geleneklere bağlayan mermer havuz, bir dönem sökülerek Sait Halim Paşa korusuna götürülmüş, 1990 yılında ise, geri getirilerek tekrar eski yerine monte edilmiştir.

İki yandan dörder basamaklı birer mermer merdivenle çıkılan eyvan şeklindeki giriş, iki mermer kolon ve sonsuz karakterli kesişen yıldızlarla motiflenmiş ajur tekniğindeki mermer şebekelerle zengin bir görünüm kazanmıştır.

Giriş kapısının iki yanında bulunan birer giyotin pencere dışındaki tüm duvar, yüzeyleri ahşap silmelerle panolara bölünmüş, bu panoların içlerini süsleyen kalem işi bezemelerle ve kapı üzerindeki, mavi zemin üstüne "Allah adaleti, iyilik yapmayı, akrabaya bakmayı emreder" anlamına gelen kûfi yazılı levhasıyla, daha dış kapıda başlayan görsel etkinin, detaylar ölçeğinde devamı sağlanmıştır.

Köşkün, Osmanlı mimarlığında pek de karşılaşılmayan dış cephe bezemesi, pencere ölçülerini esas alan modüler bir düzenlemeyle, cephe yüzeylerini geometrik olarak dikdörtgen ve karelerle bölümlemek suretiyle oluşturulan panoların içlerine, kalem işi tekniğinde oryantalist motiflerin işlenmesi şeklinde uygulanmıştır.

Bezemelerdeki -dönemin oryantalist anlayışına uygun olan- çok renklilik, dışarıdaki ışığın etkisiyle yapıya dikkat çekici bir canlılık katmakta, saçaklardaki benzer bezemeler ile birleştiğinde ortaya çıkan kompozisyonla doğrudan göz algısına hitap ederek sanki bir "izleyici kitle" yaratma ereğine hizmet etmektedir.

"Bir gereklilik gibi sanki" diyor Sinan Genim bu etki için, "...bir mimarın, aynı zamanda göze ve beğeniye hitap eden ve insanların yüzlerine, en azından hoş bir tebessüm veren bir yanı neden olmasın?"

Birinci katta, yanlara eyvanlarla açılarak haçvari bir şema gösteren geleneksel merkezî sofa motifi, ikinci katta kapalı bir salona dönüşmüştür. Köşelerdeki dikdörtgen planlı odaların da ikinci katta doğrultuları değiştirilmiştir.

Her iki katta -koridor gibi- sirkülasyon unsuru olarak kullanılan ve eksenler boyunca çıkma yaparak dışa uzanan orta mekânlar ile dört köşedeki odalar, düzgün bir geometrik plana uygunluk gösterir.

Duvarlardaki bu ileri-geri hareket yapıya plastik bir değer yüklemiş, cephelere son derece hareketli bir görünüm kazandırmıştır. Ortasında havuz bulunan zemin kat sofasındaki çini döşeme, yapıya girenleri bir anda başka bir aleme sürüklemektedir; binbir gece masallarına konu olabilecek eşsiz bir hayal alemine...

Arka sofadaki mangal korunağı ile mermer çeşmenin çevresini kaplayan çiniler orijinaldir ve dönem üslubunu başarıyla yansıtır. Buradaki üç adet camlı kapı küçük bir terasa açılmakta, buradan da taş korkulukla mermer bir merdiven ile bahçeye ulaşılmaktadır.

Zemin katın dört köşesinde bulunan odalar, nispeten daha sadedir ve benzer saray yapılarındaki örnekleri göz önünde bulundurularak, bunların hizmetli odaları olduklarını söylemek mümkündür.
Geniş bir merdivenle çıkılan üst katta, merdiven sahanlığından geçilerek merkezî sofaya girilmektedir. Sofanın tavanı tekne tonoz şeklinde olup, içleri kalem işi bezemelerle süslü dikdörtgen panolara bölünmüştür. Buradan üç camekanlı kapı ile çıkılan balkonun zemini çini kaplıdır.

Orta sofanın güney yönü iki yanında, çift ahşap kolon ve alçak bir korkulukla bölünmüş birer sekili oda yer almaktadır. Özellikle güneybatı köşesindeki odanın çini kaplı duvarları, ender olarak büyük panolar halinde görülen Kütahya çinilerinin en güzel örneklerini sergiler.

Bu çinilerde, eski şema içine serpiştirilen [kurdele gibi] yeni unsurlar ile geleneksel motiflerle yeni bir kompozisyon anlayışı yaratılmıştır. Pencere aralarındaki çinilerde arabesk üslubun dışına çıkılmış, detaylarında gizlenen yaratıcı güç ile yepyeni bir senteze ulaşılmıştır.

Tüm yapının tavanlarında bulunan avize göbeklerinin her biri adeta ayrı ayrı birer sanat eseridir.

İç sofanın tavan süslemeleri klasik dönem anıtsal yapılarını çağrıştırır; zemindeki ahşap parkelerin üstüne yakma tekniği ile yıldız motifleri işlenmiştir. Bu oda, konumu itibariyle Abdülmecid Efendi’nin özel yaşam alanı olduğunu düşündürmektedir.

Bu bölümün batısında bulunan ve tavanında dört mevsimi yansıtan resimlerin bulunduğu oda, dinlenme odası olmalıdır.

Doğudaki oda ise, tavan ve duvarlarında yer alan sureler nedeniyle, Mecid Efendi’nin dua ve namaz odası olmalıdır. Bu oda aynı zamanda bodrum kata ulaşan ikinci bir merdivenin yer aldığı, istenirse ana merdivene de ulaşımı sağlayan küçük bir hole açılmaktadır.

Köşkün doğusundaki bahçede, güneye doğru kıvrılarak uzanan su yoluyla şelaleli bir havuz yer almaktadır. Bu su yolunun iki noktasında, ağaç dallarına benzer şekilde, sıva ile yapılmış korkuluklarıyla birer köprü bulunur. Bahçede bir kar kuyusu ile merdivenli derin bir kuyu yer almaktadır.

Uzun yıllar önce Kâzım Taşkent tarafından bankası için satın alınan köşk, hâlâ Yapı Kredi Bankası’nın mülkiyetindedir...

Doğan Hasol’un Mimarlık Sözlüğü’nde "köşk" şu sözlerle tanımlanmaktadır: "Açıklık yerde, bahçe içinde yapılmış, çoğu yazın kullanılan süslü ev". Bu genel tanım, bir Roma evi, bir Çin evi gibi kendine has, karakteristik özellikleri bulunan Türk evinin geleneksel motiflerinin, bezeme program ve tekniklerinin yenilenerek değerlendirildiği, konut mimarisinin neredeyse bir sanat eserine dönüştüğü, belki de eşsiz nitelikte olan Abdülmecid Efendi Köşkü’nü ifade edemeyecek kadar "mesafeli" ve "soğuk" kalıyor.

Bu eseri, sıcak ve canlı tutacak olan, kültür mirasına sahip çıkabilme bilincindeki bireylerdir. Yani bizler... Hepimiz...

Yüksek mimar Dr. Sinan Genim anlatıyor: Bağlarbaşı’ndaki köşk nasıl döşenmeli?
Abdülmecid Efendi Köşkü’nü onaran Sinan Genim, şimdi de köşkü döşemek gerektiğini, belki de bu yolda, ulusal bir yarışma sonucu, yeni bir döşeme tarzına yer verebileceğini vurguluyor.

Yapı Kredi Bankası’nın Abdülmecid Efendi Köşkü’nü koruma kararına ve duyarlı girişimine bağlı olarak, Sinan Genim ve ekibi, yapıyı bir anlamda, kültür mirasımıza yeniden kazandırdı.

Biz de köşkü yüksek mimar Sinan Genim ile birlikte gezdik ve kendisine sorularımızı yönelttik.

Popüler Tarih: Yapıdaki çalışmalarınızdan, karşılaştığınız sorunlarla birlikte, biraz bahseder misiniz?

Sinan Genim: Önce şunu söylemek isterim ki; bu yapıdaki gibi, ciddi bir merdiven evi ile, ana kütle içindeki merdivene verilen önem ilk kez vurgulanmıştır. Sofa, koridora benzer bir işlevsellikle adeta sirküle elemanına dönüşmüştür.

Bodrum katı ile yüksek zemin düzenlemesi de, bu kattaki hareketlilik açısından dikkat çekicidir. Saçakların birkaç derece eğimle havaya kaldırılmış olması oldukça etkileyici, bu düzenlemeyi ben de Çengelköy’de yaptığım bazı binalarda uyguladım.

Şimdi; 1985’teki rölöve çalışmalarımızdan sonra, 1987-1995 arasında yapıyı, öncelikle yapısal bir onarıma tabi tuttuk. Akan ve çürüyen çatı kaplamaları ve kiremitler değiştirildi, tahrip olan ahşap silme ve profiller yenilendi.

Kalem işlerinin daha fazla bozulmaması ve bu süslemelerin çok daha uzun ömürlü olması için, bu alanlar su kontrplağı ile kaplandı, üzerlerine de aynı teknik ve renkte, bugün görülen yeni kalem işleri yapıldı.

Yapıda, II. Dünya Savaşı sırasında asker barındırılması ile, zemin kattaki döşeme çinileri bozulmuş, sırları büyük ölçüde yok olmuştur. Bunun üzerine, en az tahribin görüldüğü köşeler hariç, tüm zemin çinileri Kütahya’da yeniden yaptırılmış ve zemin bu çinilerle kaplanmıştır.

Popüler Tarih: Köşkü dolaşırken içinin boş olduğunu fark ettim. Eğer bu bir gereklilikse -ki bana göre öyle, sizce bu boşluğun doldurulmasında, yani yapının döşenmesinde nasıl bir yöntem tercih edilmelidir? Bu amaca hizmet eden minimalist bir anlayışa nasıl bakıyorsunuz?

Genim: Yapının içinin boş olması tabii ki büyük bir handikap; boş yapı, az sayıdaki bir kitle için bir anlam ifade eder. Böyle bir mekân dolu olarak izlenmeli... Boş bir yapının ziyarete açılması, bir müddet için gezenleri tatmin etse de, uzun vadede bir boşluk olduğu görülecek ve bu sunum tarzı eleştirilere neden olacaktır.

Görsel ve yazılı bir envanter bulunmadığı için, nelerin kayıp olduğu meçhul. O halde yapının döşenmesi için iki seçenek var; ya eldeki yeteriz belgeler ve benzer yapılar göz önüne alınarak orijinale yakın bir tefrişat tercih edilecek, ya da ulusal bir yarışma sonucu minimalist bir üslupta yeni bir döşeme tarzına yer verilecek...

Popüler Tarih: Siz hangisini tercih ediyorsunuz?

Genim: Açıkçası, ben ikinci seçeneği yeğliyorum. Büyük boyutlu modern resimler, büyük aynalar ve modern aydınlatma elemanları göze hiç de kötü gelmeyecektir.

Popüler Tarih: Abdülmecid Efendi’nin sanatçı kişiliği hakkında şimdilik yeterli bilgiye sahibiz, ancak onun mimarî planlama yaptığını da biliyoruz. Köşke taşındıktan sonra Abdülmecid Efendi’nin yapıya -doğrudan ya da dolaylı olarak- bir müdahalesi olmuş mudur?

Genim: Evet; selamlık yapısına açılan abidevî dış kapı, Abdülmecid Efendi’nin kendi tasarımıdır; böyle olduğuna dair elde güçlü kanıtlar var. Bunun dışında belki, arka odanın yer döşemesini oluşturan çinilere de bir müdahalesi söz konusudur.

Popüler Tarih: Bildiğim kadarıyla köşkün devamlı bir geliri bulunmuyor. Peki yapının korunabilmesi ve gelecek kuşaklara aktarılabilmesi için neler yapılabilir?

Genim: Şimdi sinema günleri, caz festivalleri gibi etkinlikler, kısa süreli olmasına ve yetenek ile yaratıcılığın birleşimi ürünler olmaları itibariyle, bir anlamda soyut bir nitelik taşımalarına rağmen, oldukça rağbet görüyorlar; bu çok doğal tabii...

Ama bu yapı ve benzerleri somut bir biçimde elimizde olan, yaşayan, tarihî eserler. Devlet tek başına bırakılmamalı, kişi ve kurumlar da bazı görevler yüklenmelidir. Devletin bilinci de şüphesiz çok önemli, bu eserlere soyut birer kavram ya da bir "emanet" gözüyle bakmaktan kurtulmalı, bunları müşterisiz birer meta olmaktan kurtarmalıdır.

Yurtdışındaki örneklerine benzer bir biçimde, bu köşkün arazisi içinde de bir kafe veya restaurant yapılabilir. Şüphesiz pahalı mekânlar olacaktır buralar; ama böyle bir keyfin meraklıları için "biçilmiş kaftan"dırlar ve eserin ihtiyaç duyduğu finansal destek açısından, son derece yararlı da olurlar.

Uzmanların ileri sürdüğü şartlar çerçevesinde buralar "pazarlanabilir", işletilebilir mekânlar haline dönüştürülmeli. Bu amaçla ihtisas alanları arasındaki iletişim de çok önemli tabii. Kısacası yapının değeri bâki ama, toplum bunu değerlendirmede zayıf.

Popüler Tarih: Sinan Bey, bu duyarlı yaklaşımınıza katılmamak elde değil, umarım sesiniz daha geniş bir kitleye ulaşır ve aynı duyarlılıkla karşılık bulur. Eklemek istediğiniz bir şey yoksa son sözlerinizi alabilir miyim?

Genim: Her şeye rağmen bu köşk yine de şanslı; bakımlı, neme karşı ısıtılıyor, geleceğe aktarılma şansına sahip yani. Dileğim, tüm eserlerin bu yapı gibi bir şansa sahip olmasıdır. Sermaye yalnızca para değildir. Ülkemiz, benzeri çok az coğrafyada bulunan, çok katmanlı ve zengin bir kültürel mirasa sahip, hem soyut hem de somut anlamda bir miras bu.

Elimizde bulunan tüm eserler, "sermaye" gibi değerlendirilebilir, çalıştırılabilir. Kültür sektörünü genişletmek için bu sermayenin iyi kullanılması gerek. Bu gibi eserler aynı zamanda okul dışı eğitim mekânlarıdır; görevi, öğretmek değil eğitmek olan devlet, bunu göz önünde bulundurmalıdır...

Reddedilmiş bir geçmiş, geleceği gölgeler...