Site Tasarım: Savaş Çekiç Uygulama: İkipixel

Bu sitede bulunan resimler ve dökümanlar M. Sinan Genim'e aittir ve izinsiz kullanılamazlar. Ancak gerekli izin alındıktan sonra ve kaynak gösterilmek kaydıyla kullanılabilir.

Yayımlar / Bildiriler

BİZİM YAKANIN ÖYKÜSÜ

Orada, biraz uzakta, hemen karşımızda bir şehir yaşardı... Bizlerse Boğaz’ın karşı yakasından onu izlerdik. Binlerce yıldır hemen herkes bu şehri yazdı; şehri ve onun tarihini... Karşı yaka da, onu seyertti mütevazi bir kabulle.

Kuzguncak’ta doğup büyüdüm; köklerim yüzyıllardır orada... Hemen hepsi Nakkaştepe’de doğmuş, büyümüş ve orada sonsuzluğa katılmışlar, doğdukları toprağı terk etmeden, edemeden... O güzelim poyraz esintisinin altında, güneşin yedi tepeli şehrin üstünde batışını seyrederek...

Hiç unutmadım; çocukluğumdan gençliğime kadar ara sıra evde bir telâş yaşanırdı: "Haftaya şehre gidilecek!" Büyük teyzelerin oturduğu Fatih’e veya Aksaray’a ya da babaannemlerin oturduğu Piyalepaşa’ya ama her şeyden evvel şehre... Kuzguncuk’tan köprüye vuparla 15-20 dakikada gidilirdi, lâkin orası şehir idi Kuzguncuk ise taşra... Orada, biraz uzakta hemen karşımızda bir şehir yaşardı. Bizlerse Boğaz’ın karşı yakasından onu izlerdik. Binlerce yıldır hemen herkes bu şehri yazdı: şehri ve onun tarihini... Karşı yaka da, onu seyretti mütevazi bir kabulle.

Pencereleri batan güneşin altında altına döndü. Geçmiş gecelerden biri körfezin derinliklerinde kaldı. Çamlıca’nın üç gülünün şen şakrak kahkaları yükseldi ama kimse dönüp de ona bir sual sormadı. Sen nesin, senin tarihin nasıl oluştu, nelerin vardı, nelere sahipsin? Sanırım artık birileri de karşı yakanın tarihini yazmalı: Biraz gölgede de kalsa, karşı yakanın da bir tarihi olduğunu hepimiz yeniden anımsamalıyız.

İstanbul çevresindeki en eski yerleşim bölgesi bugün İstanbul Büyükşehir Belediyesi sınırları içinde kalan Yarımburgaz mağaralarıdır. Günümüzden yaklaşık 600.000 yıl öncesine Orta Pleistosen devrine kadar uzanan bu yerleşim izleri, insanlık tarihinin hemen her safhasında İstanbul çevresinde çeşitli yerleşimler olduğunun bir göstergesidir [Esin 1992: 65 vd. Ay. Bkz. Türkiye Arkeolojik Tahribat Raporu 2000, İstanbul, 2001]. Ancak özellikle 1960 sonrası denetimsiz bir hızla yerleşime maruz kalan İstanbul ve çevresinde, ne yazık ki geçmişten kalan iskân izlerini süratle kaybetmiş bulunmaktayız. Bu olumsuzluğa rağmen Anadolu yakasında İçerenköy, Pendik, Tuzla, Dudullu, Ümraniye, Göksu vadisi gibi semtlerde zaman zaman Paleolitik devir insanın çeşitli dönem yerleşme izlerine rastlamak mümkün olabilmiştir [Esin 1992: 55 vd].

Anadolu yakasının günümüzde bilinen en eski yerleşim alanı bir kültüre de adını veren Fikirtepe yerleşmesidir. Bütün İstanbul çevresindeki tarih öncesi döneme ait en önemli yerleşme, yakın çevresinde de benzeri bazı yerleşmelerin yer aldığı ve kendi içine kapanık bir kültür olan Fikirtepe kültürüdür. 1907’de Anadolu-Bağdat demiryolunun yapımı sırasında ortaya çıkarılan bu yerleşmeye ait çok önemli bazı buluntular günümüzde Stockholm Müzesi’nde sergilenmektedir. 1952-1954 yılları arasında A. M. Mansel, K. Bittel ve H. Çambel tarafından yapılan kazı çalışmalarıyla yerleşmenin yaklaşık % 5’i gün ışığına çıkarılabilmiştir. Fikirtepe yerleşmesinde evler çapları 4 metre olan dairesel ve eliptik planlı kulübelerden oluşmaktadır. Kulübelerin duvarları ahşap direkler ve bunların arasının sepet gibi daha ince dal ve sazlarla örülüp, iç ve dış yüzeylerinin killi çamur ile sıvanmasıyla oluşmuştur. Tek göz olan evlerin zeminleri dışa göre hafif çukurlaştırılmış olup, evin içinde yer alan ateş yeri veya yakınında zeminin altında mezarlar bulunmuştur... Evler birbirinden bağımsız olup, düzensiz aralıklarla gelişi güzel konumlandırılmıştır [Özdoğan 1994: III. 316].

Fikirtepe insanları yaşamlarını yalnızca çiftçiliğe bağlamamışlar, av hayvanları ve su ürünleri beslenmelerinde önemli rol oynamıştır. Fikirtepe kültürünün belirleyici bir özelliği de çanak çömleğidir. Genellikle oldukça kaba taş parçaları ve kum katkılı bir kilden, elde biçimlendirilerek yapılan kapların yüzeyleri elle sıvanarak parlatılmaya çalışılmıştır. Önemli oranda kemik, boynuz ve çakmak taşından yapılan aletlerin de bulunduğu bu yerleşmelerin oldukça uzak bölgeler ile ticaret yaptığı ortaya çıkan çakmak taşı buluntularından anlaşılmaktadır.

Son Buzul çağı içinde günümüzden yaklaşık 120 metre kadar daha düşük olan deniz seviyesinin milâttan önce 7000’lerde 85 metre kadar yükseldiğini, milâttan önce 5000’lerde ise bugünkü seviyeye ulaştığını biliyoruz. Buna göre, yükselen sular ve meydana getirdiği değişimler sonucunda milâttan önce 7000’lerden başlayarak Marmara ve Boğaz çevresindeki kıyıların uzun müddet terk edildiğini kabul etmek gerekir. Milâttan önce 3000 yılları başlarında bölgenin yeniden yoğun bir şekilde iskân edildiğini görüyoruz. Ancak Anadolu yakasının sınırları içinde ne İlk Tunç çağı ne de Demir çağına ait yerleşme izlerine rastlamak bugüne kadar mümkün olmuştur [Özdoğan 1992: 39 vd]. Milâttan önce 4000 ile 1000 yılları arasında bölgede kısa süreli bazı iskân izlerine rastlanırsa da bunların gelip geçici konaklamalar için yapılmış yerleşmeler olduğu anlaşılmaktadır.

Milâttan önce 1000 yıllarından başlayarak Kurbağalıdere’nin bir haliç oluşturduğu noktada Fenikeliler’in Halkidon veya Harhadon adı ile bir ticaret kolonisi kurdukları çeşitli kaynaklarca belirtilmektedir [Akbulut 1994: IV. 329]. Özellikle Heybeliada’da [Khalkis adası] bulunan bakır yataklarının işletilmesi amacıyla oluşturulan bu ticaret kolonisi giderek büyümüş ve nihayet Megaralılar’ın ilgisini çekerek, Herodotos’a göre Byzantion’un kolonize edilmesinden on yedi yıl önce bir Megara kolonisine dönüştürülmüştür [Herodotos 2002: 239]. Kalkhedon veya Khalkedon adıyla anılan bu İlkçağ kentinin Hellen ağzındaki adı, özellikle Khalkedon biçimi, Hellen dilinin "Khalkos" [bakır] kelimesinden türetilmiş gibi görünse de, ismin aslında "Kalakada" yani iskele yeri olan "Kala" [kıyı] sözcüğünden geliştirilmiş bir Luwi / Pelasgos dili kökenli olduğu son araştırmalara göre ağırlık kazanmaktadır [Umar 1993: 361]. Bu görüşe göre Khalkedon’un bir Fenike kolonisi olarak değil, daha önce bu bölgelerde yerleştiği bilinen erken Anadolu toplulukları tarafından kurulduğu söylenebilir.

Ticaret gemilerinin büyümesi, Karadeniz kıyılarında ilk ticaret kolonilerinin kurulması, ticaret hacminin genişlemesi ve en önemlisi Byzantion’un bir ticaret kolonisi olarak kısa sürede gelişmesiyle Khalkedon giderek gerilemiştir. Sanırım bu gerilemede büyüyen gemilerin dereden gelen alüvyonlar sebebiyle zaman içinde sığlaşan Moda koyuna girememeleri ve buradaki iskelelere yanaşmakta güçlük çekmeleri de önemli rol oynamıştır. Ayrıca palamut balığı gibi yeni bir ticarî meta da bu dönemde ortaya çıkmıştı. Boğaz akıntıları ve Haliç’in oluşumu Boğaz’dan akan balık sürülerinin Kadıköy’e dönmesini önlüyordu. Akıntı ile gelen balıktan pay alan yalnızca Byzantion oluyordu ve giderek zenginleşiyordu. Yeni ortaya çıkan bu ticarî ürün Khalkedon’un fakirleşmesine ve bunu takiben büyük oranda terk edilmesine yol açtı [Batur 1996: 39]. Böylelikle İlkçağ’ın hemen bütün kaynaklarında adı geçen bu şehir tarih sahnesinde geriye çekildi.

Byzantion’un devamı süresince [MÖ 660-MS 192] Anadolu yakası yerleşmeleri konusunda yeterli bilgi sahibi değiliz. Xenophon’dan başlayarak [Anabasis / Onbinlerin Dönüşü] zaman zaman Üsküdar’ın Khrysopolis [Altınkent] adı geçerse de, bu yerleşmenin Byzantion ile Khalkedon arasındaki geçişin olağan iskelesi olması dışında bir önemi yoktur [Umar 1993: 737]. Anadolu yakasının büyük bir bölümü Byzantion’dan çok daha önce Bergama Kralı III. Attalos’un ölümüyle birlikte Roma hâkimiyetine geçmiştir [Magie 2001: 68]. Roma İmparatoru Septimus Severus ve Constantinus’un çeşitli tarihlerde yaptıkları imar ve inşaat faaliyetlerine karşın Anadolu yakası her zaman şehrin [Byzantion / Konstantinopolis] gölgesinde kalmaya mahkûm olmuştur.

Bu dönemlerde Anadolu yakasının en önemli yapısı muhtemelen Fenerbahçe’de yer alan Apollon Tapınağı’dır. Bir dönem ünlü Delphot Tapınağı’nın kehanetleriyle yarışan bu tapınaktan ne yazık ki günümüze hiçbir iz kalmamıştır. Anadolu yakası, şehrin Roma İmparatorluğu’nun merkezi olmasıyla birlikte rağbet görmeye başlar. Anadolu yakasının gerek Marmara gerekse Boğaz kıyılarına çeşitli yapılar ve Roma benzeri villalar yapılır. Bu dönemde yapılan en önemli dinsel yapı Constantinus tarafından Kadıköy vadisi içlerinde inşa edilen Ayia Eufemia Kilisesi’dir. Hıristiyanlık açısından çok önemli olan IV. Evrensel Konsil de 451 tarihinde bu kilisede toplanır. İlk konsiller arasında en iyi belgelenmiş olan Khalkedon Konsili’nde alınan bir karar ile Konstantinopolis ve Kudüs patriklikleri kurulur. Giderek bir Latin İmparatorlğu’ndan Helen İmparatorlğu’na dönüşen devletin devamı süresince Anadolu yakasında özellikle bir dizi manastır yapılır. İstanbul gibi surlarla çevreli olmayan ve sık sık düşman kuvvetlerinin -Gotlar, Persler, Sâsânîler, Araplar ve giderek Türkler’in- baskınına uğrayan ve zaman zaman kısa aralıklarla bu güçlerin hâkimiyetine giren bölgede köklü ve gelişmiş yerleşmelerin varlığından söz etmek zaten mümkün değildir.

Bu olumsuz gelişmelere rağmen aralıklarla ortaya çıkan barış devrelerinde ve imparatorluğun güçlü olduğu dönemlerde Anadolu yakasının bazı noktalarına çeşitli saray ve manastırların yapıldığını da biliniyor. Örneğin daha IV. yüzyılda günümüz Altıyol bölgesinde Constantinus’un bir saray yaptırdığını bilmekteyiz [İnciciyan 1976: 137]. Yine aynı devirlerde Fenerbahçe çevresinin gözde bir sayfiye yeri olarak adı geçmektedir. Daha ötede Küçükyalı’da 582’de inşasına başlanan Brias [Bryas] Sarayı ve bu sarayın hemen yakınında ise Satinos [Satyros] Manastırı bazı temel kalıntıları günümüze kadar ulaşan yapılardır [Eyice 1994: II. 322]. XII. yüzyılda Salacak’ta -daha sonraları üstüne Üsküdar Kavak Sarayı’nın inşa edileceği alanda bir yazlık saray olduğunu ve İmparator I. Manuel Komnenos’un son günlerini geçirdiği bu sarayın Skutarion ismiyle anıldığını biliyoruz [Eyice 1976: 49 vd]. Yine bu bölgede 595’te Khrysopolis veya Philippikos adıyla anılan bir manastır ile Philippikos’un kendisi için yaptırdığı saray ve geniş bir bahçe olduğu da belirtilmektedir. Ancak yine de bu dönemde Üsküdar bir iskele olmaktan öteye gitmez, Khalkedon’un ileri bir varoşu halindedir.

Anadolu yakasında, özellikle de Üsküdar’dan bahsederken üzerinde önemle durulması gereken bir diğer yapı da kuşkusuz Kızkulesi’dir. Hemen her gün önünden geçtiğimiz, üstüne öyküler düzülen, Boğaziçi’nin güzelliğini müjdeleyen ve mitolojide kendine yer bulan bir yapı... "Bir zamanlar bu kulede bir kız yaşarmış derler, ona âşık bir delikanlı her gece Galata’dan kuleye yüzer, sevgilisine kavuşurmuş... Bir gece fırtına çıkmış, deniz delikanlıyı alıp götürmüş, ölü gövdesini ertesi sabah kulenin dibine atmış..." Bu masal Kızkulesi için anlatılır; oysa Hero ile Leandros’in efsanesi aslında Boğaziçi’nde değil Çanakkale Boğazı’nda geçer. Ama masal bu, nerede geçerse geçsin, bir hayal mahsulü olmasına rağmen bir hakikat payı da taşır. İstanbul’un süsü, bugün de dimdik ayakta duran sevimli Kızkulesi, bu masalı kendine yakıştırmış ya, doğru veya yanlış, varsın sahibi de o olsun bundan böyle... [Erhat 1972: 179].

XII. yüzyıla kadar su seviyesinde bir kayalık olan bu noktada ilk defa İmparator I. Manuel Komnenos devrinde bir kule / kale yapılır. Fâtih Sultan Mehmed İstanbul’u fethinden sonra ise buraya yeni bir kale yaptırır. "Ve İstanbul Limanı ağzına mukabil, Anadolu yakasında, deniz içinde dökündi taş arasında bir muhkem kal‘a yaptırdı, ve toplar vazeyledi ki, atıldıkça liman içinde gemi turgurmaz." [Tursun Bey 1977: 75].

Üsküdar’dan sonra Boğaz’a doğru en önemli yerleşme, 553 yılında Meryem Ana veya Hagios Panteleimon adına çatı kiremitleri yaldızlı bir kilise yapılan Kuzguncuk’tur. Khrysokeramos [Altınkiremit] adıyla anılan bu bölgede aynı zamanda Hermalaos Manastırı da bulunmaktadır. Çengelköy koyu Bizans döneminde Sophianai Limanı adıyla anılmakta olup, II. Iustinos’un [565-578] karısı Sophia için 568’de burada yaptırmaya başladığı saray dolayısıyla bu adı almıştır. Daha sonra aynı bölgede bir saray daha yaptırılmış olup, I. Herakleios’un bu sarayı kullandığı anlaşılmaktadır [Eyice 1976: 56]. Aynı semtte yamaçlara doğru halen mevcut olan bir yapının üstünde ise 1447 yılında Galata surlarında sökülen dörtlü bir Ceneviz armasının yer aldığını bilmek bize Çengelköy iskânının erken tarihlere kadar uzandığını göstermesi açısından ilginçtir. Vaniköy ile Kandilli arasında Brokhtoi’de I. Iustinianos’un yazlık bir sarayı olduğu çeşitli kaynaklarda belirtilir. Göksu vadisinin içlerinde yamaçlara doğru bir diğer Bizans iskânının olduğu, fakat buradaki yapıların Anadoluhisarı’nın yapımı sırasında söküldüğü de ileri sürülmektedir.

Daha ileride Karadeniz’e doğru Boradion / Boraidinon veya Borradion [Kanlıca] ve Çubuklu deresinin ağzında yer alan Eiranaion, ufak ölçekli bir manastır ile balıkçı kulübelerinin yer aldığı yerleşmelerdir. Antoine Galland 13 Ağustos 1673 tarihli bir notunda günümüz Paşabahçe semti içinde kalan İncirliköy mevkiinde, İncirliköy Kasrı’nın temelinde gördüğü üç adam tarafından çiğnenen üzüm dolu bir fıçı ve fıçıdan şarap çeken adam figürüne işaret ederek, burada İlkçağ kaynaklarında adı geçen muhteşem bir Baküs Mâbedi olması gerektiğini söyler [Galland 1973: 99]. Phiale adıyla anılan Beykoz’da bazı iskân izlerine rastlanırsa da, Anadolu yakasının en görkemli Bizans yapısı Yoros / Hieron Kalesi’dir. Boğaz’ın girişine ve de Karadeniz çıkışına en hâkim nokta olan bu alanda, İlkçağ’da on iki tanrı adına yapılmış bir mâbet bulunduğu geçen yüzyılda ortaya çıkan kalıntılardan anlaşılmaktadır. Son Bizans devrinde yapılan kale ise 1305’te Türkler’in eline geçmesini takiben 1348’den sonra kısa bir süre Cenovalılar’ın hâkimiyetinde kalır ve XIV. yüzyılın sonlarından itibaren kesin olarak Osmanlılar tarafından fethedilerek günümüze kadar varlığını devam ettirir.

Anadolu yakasının ilk Türk devri eseri Güzelcehisar Kalesi’dir [Anadoluhisarı]. Âşıkpaşazâde’ye göre 1390-1391, Nişancı Mehmed Paşa’ya göre ise 1394-1395 yılları arasında Yıldırım Bayezid tarafından yaptırılmıştır. Yoros ve Şile kalelerinin alınmasını takiben yaptırılan Güzelcehisar, Osmanlılar’ın İstanbul’un fethi için attıkları ilk adımlardan biridir. Boğaziçi’nden geçen Karadeniz trafiğini denetim altına almak ve Bizans İmparatorluğu nezdinde bazı ayrıcalıklar elde etmek için yapılan bu inşaat sonrasında kale içine bir grup asker ile Türk nüfus yerleştirilir. İç kale diktörgen planlı ve dört katlıdır. İç kaleyi üç bir yandan saran ve dört yarım yuvarlak çıkıntı ile takviye edilen dış kale ise 18 x 24 m. ebadındadır. Daha sonra 1452 yılında Rumelihisar’ın yapımı sırasında Fâtih Sultan Mehmed tarafından ilâve edilen 55 x 60 m. ebadındaki hisarpeçe ise 1880’de açılan yol sebebiyle ikiye ayrılmıştır [Ayverdi 1966: 501 vd.; Gabriel 1943: 9 vd]. Kalenin deniz tarafında oldukça büyük bir namazgâh yer alır. XVII. yüzyılda yapılan bu namazgâh, cami ve mescidler dışında, açık havada ibadet için yapılan dinsel amaçlı bir alan düzenlemesidir [Genim 1976: 147]. Hemen yakınında Fâtih Camii olmasına rağmen yapılan bu namazgâhın inşa sebebini tespit etmek oldukça güçtür. Anadolu’nun pek çok yöresinde gördüğümüz buna benzer mihraplı ve minberli namazgâhların kanımca özel bir anlamı olması gerekir [Genim 1978: 339].

Osmanlı Devleti’nin ilmiye teşkilâtında müderrislikten başka, kadılık adı verilen görevlerde hâkimler bulunmuştur [Uzunçarşılı 1965]. Fâtih’in İstanbul’u fethiyle birlikte şehir dört kadılığa ayrılır: İstanbul ve bilâd-ı selâse denilen Eyüp, Galata ve Üsküdar kadılıkları, Üsküdar kadılığı, Üsküdar merkez olmak üzere beş nâib ile [vekil] idare edilirdi. Kartal, Pendik, Gebze, Şile ve Anadolukavağı’nda birer nâib bulunurdu. Anadolu yakasının Beykoz haricindeki bütün dinî ve idarî işleri Üsküdar kadılığına bağlıydı. Beykoz kazası ise müneccimbaşılara bağlı olduğundan, onun tarafından bir vekil ile yönetilirdi [Uzunçarşılı 1957: 25 vd]. Görüldüğü üzere artık Kadıköy’den söz edilmemekte, Üsküdar Osmanlı şehrinin önem kazanan yerleşmesi ve Anadolu üzerine yapılacak her türlü hareket ve seyahatin başlangıç noktası olmaktadır.

Bir bölgenin iskân tarihini belirlemek açısından, bölgede yer alan cami, mescid ve çeşmelerin yapım tarihleri ve sıklıkları özel bir önem taşımaktadır. Osmanlı şehrinde mahallelerin çekirdeğini mescid ve hemen yakınında yer alan çeşme oluşturmakta ve çoğunlukla mahalle orada yer alan cami veya mescidin ismini almaktadır. Bu sebeple Anadolu yakasının iskân tarihini saptamak amacıyla öncelikle mescid ve çeşmelerin yapım tarihleri bizlere önemli ipuçları vermektedir. Anadolu yakasının bilinen ilk camisi 1393 yılında Anadoluhisarı’nda Yıldırım Bayezid tarafından yaptırılan ve fetihten hemen sonra Fâtih Sultan Mehmed tarafından yeniden fevkanî [iki katlı veya yüksekçe] olarak inşa edilen, 1880’li yıllarda ise yol açılması sebebiyle yıkılan Fâtih Camii’dir [Uzunçarşılı 1957: 25 vd]. Hemen hemen aynı tarihlerde Fâtih Sultan Mehmed’in Salacak sırtlarında da mescid inşa ettirdiğini biliyoruz [Ayvansarâyî 2001: 570; Öz 1965: 5]. XV. yüzyıldan günümüze kalan bir diğer cami ise Üsküdar yamaçlarında yapılan, bütün siluete hâkim, 1471-1472 tarihli Rum Mehmed Paşa Camii’dir. XV. yüzyıldan günümüze ulaşan herhangi bir çeşme yoktur. Tarihi bilinen ilk çeşme Kadıköy’de iskele civarında bulunan Bâbüssaâde Ağası Mehmed Ağa’nın 1506 tarihli çeşmesidir.

XVI. yüzyıl Anadolu yakasının merkezi konumundaki Üsküdar için tam bir gelişim yüzyılı olmuştur. 1547-1548 tarihli Mihriman Sultan, 1580-1581 tarihli Şemsi Ahmed Paşa camileriyle 1583 tarihli Atik Vâlide [Nurbânû] Sultan Camii, Üsküdar iskânının giderek yoğunlaştığının ve vadi tabanından tepelere doğru tırmandığının bir göstergesidir [Kuran 1986: Katalog]. Her üçü de Mimar Sinan tarafından yapılan bu yapılar içinde, caminin yanı sıra medrese, dârülhadis, imaret, mektep, dârüşşifâ, hamam gibi ek yapılar da içeren Atik Vâlide Külliyesi özel bir öneme sahiptir. Mimar Sinan bu yapılar haricinde Anadolu yakasında üç dinî yapı daha yaptırmıştır. Kanlıca Gazi İskender Paşa Camii [1559-1560], Üsküdar Mevlânâ Efendi Camii [1560] ve Hacı Paşa Mescidi.

Şehrin, Türk devri sarayları içinde en önemli saraylarından biri olarak kabul edilen Üsküdar Kavak Sarayı da önemli ölçüde Sinan tarafından inşa edilmiştir. Mustafa Sâî Çelebi Tuhfetü’l-mi‘mârîn’de sarayın 1551 yılında Kanûnî Sultan Süleyman döneminde yapıldığını söylerse de, Kavak Sarayı’nın kimi yapılarının bu tarihten daha önceki bir döneme ait olduklarını sanmaktayız [Genim 1984: 35]. XVI. yüzyılda içinde Kavak Sarayı’nın da yer aldığı Üsküdar Bahçesi, Ayazma Bahçesi, günümüz Tunusbağı’nda yer alan Piyâle Paşa Bahçesi, Haydarpaşa Bahçesi, Fener Bahçesi, İstavroz Bahçesi, Kule Bahçe, Kandilli Bahçesi, Göksu Bahçesi, Çubuklu Bahçesi, İncirli Bahçesi, Sultâniye Bahçesi ve Tokat Bahçesi gibi on üç adet has bahçe bulunmaktadır [Erdoğan 1958: 171 vd]. Bu has bahçelerin ikisinde Mimar Sinan’ın yaptığı Fenerbahçe Sarayı ile Kandilli Sarayı yer almaktadır [Genim 1988: 393]. Bunların yanı sıra Mimar Sinan’ın Üsküdar ve yakın çevresinde dört saray daha yaptığını biliyoruz: Rüstem Paşa Sarayı, Siyavuş Paşa Sarayı, Nişancı Mehmed Paşa Sarayı ve son olarak da İstavroz Bahçesi’ndeki Mehmed Paşa Sarayı [Kuran 1986: Katalog; Meriç 1965].

XVI. yüzyılda Üsküdar vadisi ve yamaçlarında bir dizi küçük cami ve mescid de yapılmıştır: Dâvud Paşa Camii [1505], Bâbüssaâde Ağası [Selman Ağa / Horhor] Camii [1506], Takkeci Mescidi [1537], Arakiyeci [Kapıağası] Mescidi [1543], Solak Sinan Mescidi [1547], Taşçılar Camii [1548], Çakırcıbaşı [Doğancılar] Camii [1558], Mîrâhur Mescidi [1597] gibi... Anadolu yakasının diğer yerleşim bölgelerinden Anadolukavağı Ali Reis Mescidi [1592], Alemdağ Sarıkadı [Sarıgazi] Mescidi, Anadoluhisar Sinan Efendi [Muhşi Sinan] Mescidi, Kanlıca Sinan Efendi Mescidi [1566], Haydarpaşa Tazıcılar Ocağı Mescidi, Kadıköy Câfer Ağa Mescidi de bu yüzyılda yapılan yapılardan bazılarıdır. XVI. yüzyılda biri Beykoz’da olmak üzere tarihi bilinen yeni çeşmenin altısı ise Üsküdar’da bulunmaktadır [Tanışık 1945].

İki gezgin Evliya Çelebi ve Eremya Çelebi Kömürciyan, XVII. yüzyıl Anadolu yakasını tanımak açısından bizlere ışık tutarlar. Anadolu yakası yerleşimlerini yapı tarihlerinin ve çizili belgelerinin anlattıklarından çok daha renkli bir şekilde tasvir eden yirmi yaşlarındaki Evliya Çelebi şunları söylemektedir [Baysun 1964: IV. 400-412]. 1630’larda Anadolukavağı -ki bu semtte o günlerde Anatoli Kilîdü’l bahr’ı denmektedir -bir askeri üs halindedir; bir camisi, yedi mescidi ve bir hamamı vardır. Tamamı bir Türk yerleşmesi olan Anadolukavağı’nda, genellikle gemicilik, bağcılık ve tüccarlıkla geçinen 800 hâne vardır ve bunların tamamı bağlı bahçeli eve sahiptir. Daha sonra gelen Beykoz yerleşmesi de 800 adet bağlı bahçeli evi ile düzenli bir kasabadır. Caminin yanı sıra mescidi, hamamı ve sübyan mektebi vardır. Burada yaşayanlar bahçıvanlık, odunculuk ve balıkçılıkla geçirmektedirler. Hemen yakınında saraya ait Tokat ve Sultâniye [Paşabahçe] bahçeleri yer alır. Gerek Tokat gerekse Sultâniye bahçelerinde birer padişah köşkü bulunmaktadır. Sultâniye Bahçesi’nin güneyinde ise 300 evli, cami ve mescidi ile İncirli köyü yer alır. Burada Hezarpâre Ahmed Paşa’nın bir sarayı vardır [Evliya 1995: I. 199]. İncirli’den sonraki ilk yerleşme 1200 evli bir yerleşme olan Kanlıca kasabasıdır. Ancak arada yine saraya ait Çubuklu Bahçesi yer almaktadır. Sahilde İbrâhim Çelebi Yalısı, Emîr Paşa Yalısı, Süleyman Efendi ve Longazâde Yalısı gibi yapılar bulunmaktadır. Kanlıca’da ise yedi mahalle ile birlikte Mimar Sinan tarafından inşa edilen bir cami bulunmaktadır. Günümüzde de olduğu gibi yoğurdu çok lezzetlidir.

Anadoluhisarı yerleşmesi 1000 hâneyi aşan bir büyüklükte olup, Fâtih tarafından yaptırılan bir camisi vardır. Kalesinde 200 kadar asker bulunmakta, sahilde ve yamaçlarda Defterdar Halıcızâde Sarayı, Defterdar Mustafa Paşa Sarayı, Hoca Çelebi Sarayı ve Kaftancı Ali Çelebi, Emîr Paşa, Bahâî Efendi yalıları gibi önemli yapılar yer almaktadır. Anadoluhisarı ile Kanlıca arasında günümüzde Mihrâbâd körfezi adıyla anılan, Bahâî körfezi de denilen körfezde yer alan Bahâî Efendi Yalısı çinilerle süslü pek güzel bir yapıdır [Süreyya 1996: II. 351]. Hisar’dan Çengelköy’e kadar herhangi bir yerleşmeye rastlayamıyoruz. Halkın gezinti ve dinlencesine açık olan Göksu mesiresinden ötede Kandilli ve Kule Bahçesi saraya ait has bahçelerdir. Kandilli Bahçesi içinde III. Murad tarafından Mimar Sinan’a yaptırılan saray anlaşıldığı kadarıyla kullanılmaya devam edilmektedir.

Evliya Çelebi’ye göre en büyük Boğaz yerleşmesi [Anadolu sahili] Çengelköy’dür; burada çoğunluğu kâgir, 3000’i aşkın ev vardır. Küçük bir cami ile isimlerini belirtmediği büyük evler [saraylar]bulunmaktadır. Çengelköy iskânının büyük çoğunluğu Rum’dur. Ma‘noğlu Bahçesi ve saraya ait bir has bahçe vadi derinliklerine doğru uzanmaktadır. Evliya Çelebi Beylerbeyi’nden söz ederken İstavroz ismini kullanmıştır. "İstavroz kasabası bir subaşılıktır" demekle yetinmiş, gerek nüfusu gerekse yapıları hakkında bilgi vermemiştir. Ancak burada I. Boğaz Köprüsü’nün yapımı sırasında büyük bir bölümü yok olan Abdullah Ağa mahallesinde XVI. yüzyıl yapımı bir cami -Abdullah Ağa - Istavroz Camii [1592]- olduğunu bilmekteyiz [Ayvansarâyî 2001: 586; Öz 1965: 33]. Kuzguncuk köyü hakkında da pek fazla bilgiye rastlayamıyoruz; sadece Nakkaş Bahçesi ile günümüz Paşalimanı’nda yer alan Öküz Limanı, Kaya Sultan Sarayı ve bağından söz edilmektedir.

XVII. yüzyıl Üsküdar’ı Evliya Çelebi’de çok detaylı bir şekilde anlatılır. Camiler, mescidler, medreseler, dârülkurâlar, imaretler ve benzeri pek çok yapıyı isimleriyle belirtir. Ancak esas ilgimizi çeken Üsküdar iskânı içinde yer alan sivil mimarlık örnekleridir: Salacak’ta Ayşe Sultan Sarayı, Atik Vâlide Sultan Sarayı, Hanzâde Sultan Sarayı, Doğancılar’daki Hacı Paşa Sarayı, Ak Mehmed Paşa Sarayı, Cinci Hoca Sarayı, Arslan Ağa Sarayı gibi günümüze ulaşmayan, isimlerinden başka bilgi sahibi olamadığımız bu saraylar, Üsküdar iskânının büyüklüğünü göstermesi açısından önemlidir. Üsküdar ve çevresi pek çok toplumsal mekâna sahip bir iskân alanıdır: Büyük ve Küçük Çamlıca, Kız Kulesi, Sarıkazı [Sarıgazi-Sarıkadı], Kayışpınarı, Piyâle Paşa Havuzu gibi mesireler... Kalamış Burnu, Kadıköy bağları, Haydarpaşa Bağı, Âl-i Bahadır ve Sücah bağları, Salacak, Alemdağ ise ünlü gezinti yerleridir. Bütün bunların yanı sıra bir de "seyrangâh" denilen seyir yerleri vardır: Şemsi Paşa ve Doğancılar Meydanı.

Deniz kıyısındaki yel değirmenleri ile Kadıköy iskânı, bir mahalle müslüman, yedi mahalle Rum’dur. Çarşı içinde kiremit çatılı, tek minareli Osman Ağa Camii yer alır. Terzi Mustafa Ağa Yalısı ile isim belirtilerek anılan bir yapı olarak göze çarpar. Daha ileride yer alan günümüz yerleşmelerinden hemen hiçbir şekilde bahsedilmez. Bostancı adı yalnızca "Bostancıbaşı Cisri" [Bostancıbaşı Köprüsü] olarak bir yerde geçmektedir [Evliya 1995: I. 204]. Yer yer Karye-i Kartal, Karye-i Pendik isimlerine rastlanırsa da, yalnız Pendik hakkında kısa bir bilgi verilir, Kartal’dan söz edilmez. Pendik, Üsküdar’dan yedi saat uzakta olup, deniz kıyısında büyükçe bir hıristiyan köyüdür; evleri düzenlidir. Geniş bağ ve bostanları olup İstanbul’un sebzesi buradan temin edilmektedir.

1680’lerde Anadolu yakasını gezen Eremya Çelebi Kömürciyan da bizlere hemen hemen Evliya Çelebi ile aynı bilgileri verir [Eremya 1988: 47]. Ancak,aradan geçen elli yıla yakın süre içinde yeni bir köy kurulmuştur: Vaniköy. Burada IV. Murad’ın Vanî Mehmed Efendi’ye tahsis ettiği Kandilli Bahçesi’nin kıyı kesiminde bir cami ile -[Vaniköy Camii, 1665]- küçük bir iskân fazlaca gelişmeden günümüze kadar ulaşmıştır. Eremya Çelebi Göksu’da bir dizi su değirmeni olduğunu ve burada üretilen unun bütün Marmara havzasına dağıtıldığını belirtir. Kavak Sarayı da anlatısının içinde yer almakta ve IV. Murad’ın Revan [Bağdat olmalı] Seferi dönüşü burada bir köşk yaptırdığı belirtilir. Kadıköy’den Fenerbahçe’ye kadar uzanan bölge ise bağlarla kaplıdır. Buradaki kasrın önünde, denizin içine atılmış bir temel üzerinde yükselen kulenin tepesinde bir fener yanmaktadır ki, bu fenere atfen buraya "Fenerli Bahçe" denmiştir. İzmit’e doğru daha ileriki yerleşmelerden bahsedilmez; yalnızca bostancıbaşının Kartal ve Pendik’e kadar şehrin bütün sahillerini dolaştığından söz edilir. Bu açıklama da bize şehrin güvenlik sınırlarının Pendik’e kadar uzandığını göstermektedir.

XVII. yüzyıldan günümüze tek bir sivil mimarlık örneği ulaşmıştır; ülkemizin en eski konutu olan bu yapı 1699 tarihli Amcazâde Hüseyin Paşa Yalısı Divanhânesi’dir [Eldem-Ünver 1970; Eldem 1974: II. 151 vd; Eldem 1994: II. 82 vd; Saladin-Mesguich 2000]. Günümüze ulaşan yapı, Köprülü Yalısı’nın Selâmlık Köşkü olarak kullanılmıştır. Divanhanenin planı "T" şeklindedir. Orta Asya’dan beri büyük açıklıklar elde etmek için kullandığımız bu plan tipi, ters "T" şeklinde erken dönem anıtsal yapılarında da görülür. Divanhânenin yalnızca ana mekânı orijinal kalmıştır. Kara tarafından olması gereken sofa, dinlenme odası, helâ gibi mahaller yıkılarak, 1870’li yıllarda bugünkü iki katlı ek bina yapılmıştır. Gerek mekân planlaması gerekse Lâle Devri öncesi kalem işi nakışlarıyla mimarlık tarihimizin bu en özgün yapısı ne yazık ki kaderine terk edilmiş, yok olmayı bekler haldedir. En kısa süre içinde ciddi bir şekilde ele alınması ve geleceğe aktarımının sağlanabilmesi için her türlü girişimde bulunulması gerekir. Divanhânenin güney bahçesinde yer alan ve 1880’li yıllarda çekilen bir fotoğraftan varlığını öğrendiğimiz Harem Binası ise 1900’lü yılların başında yanmış veya yıktırılmış olmalıdır.

XVIII. yüzyıl Osmanlılar için karmaşa ile başlar. 1683 Viyana bozgununun ardından gelen 1699 tarihli Karlofça Antlaşması ile küçülmeye başlayan imparatorluk, 1703’te III. Ahmed’in Edirne’de tahta geçmesiyle yaralarını sarmaya başlar. 1718 Pasarofça Antlaşması’nın imzalanması ve Nevşehirli Damad İbrâhim Paşa’nın sadrazamlığa getirilmesiyle birlikte, İstanbul’da III. Ahmed’in şenlendirme politikası gereği pek çok saray ve köşk yapımına başlanır. Osmanlı toplumu ile Batı dünyası arasındaki ilişkiler, sarayın gerek diplomatik gerekse askerî amaçlarla Avrupa’ya yönelmesi sonucu yeni bir boyut kazanır. 1721’de elçi olarak Paris’e giden Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi’nin yaşadıkları, III. Ahmed’i etkilemiş ve yeni bir anlayışın doğmasına hız kazandırmıştır [Germaner-İnankur 1989: 59]. Daha sonraları Lâle Devri adıyla anılacak olan ve 1730 yılı Eylül ayında Patrona Ayaklanması ile son bulan bu on iki yıllık zaman dilimi içerisinde Anadolu yakasında da bazı yapılar inşa edilir veya yenilenir. Kandilli Sarayı bu dönemde yenilenen yapıların en önemlisidir. Şemsipaşa semtinde ise eski Şerefâbâd Kasrı inşa edilmiştir [Eldem 1974: II. 375]. Lâle Devri yapıları ve bahçeleri ayaklanma sırasında büyük ölçüde tahrip edildiğinden, elimizde ne yazık ki onlara dair yeterli bilgi bulunmamaktadır.

XVIII. yüzyılda Anadolu yakasında yapılan ilk anıtsal yapı 1708 tarihli Üsküdar Yeni Vâlide Camii’dir. III. Ahmed’in annesi, Gülnuş [Gülfem] Emetullah Vâlide Sultan adına yaptırılan kare planlı, biraz basıkça tek kubbeli, çifte şerefeli iki zarif minareli caminin sebili, mektebi, türbesi, muvakkithânesi ve imareti vardır. Daha sonraları inşa edilen ahşap Hünkâr Dairesi ise sivil mimarlık yapılarını hatırlatan kurgusuyla dikkati çeker [Ayvansarâyî 2001: 594; Öz 1965: 15]. 1760’ta daha önceleri Ayazma Bahçesi’nin yer aldığı Salacak sırtlarında, III. Mustafa tarafından yaptırılan Ayazma Camii, özellikle Hünkâr Köşkü ile tanınır [Eldem 1986: II. 228]. Mimari kurgusu, pencere içlikleri, kalem işleri ve tavan süslemeleriyle devrinin tipik bir örneği olan bu yapı, bize devrin sivil mimari yapılarının iç mekân oluşumları hakkında ipuçları vermektedir. Türk baroku üslûbunda kare planlı, tek kubbeli ve tek minareli caminin hemen yanında kırk adet yastık dokuma kârhânesiyle Lonca Binası’nın yanı sıra bükücü kârhânesi yapılmıştır. III. Mustafa’nın Anadolu yakasına ilgisi bir hayli fazladır. Ayazma Camii’nin inşası sırasında Kadıköy İskelesi yakınına da ikinci bir cami yaptırılır. 24 Mart 1761 tarihinde yapımı biten bu yapı daha sonraları yandığı için Sultan Abdülmecid tarafından yeniden inşa edilir [1858]. Caminin bir hünkâr mahfiliyle sübyan mektebi vardır [Ayvansarâyî 2001: 595;Öz 1965: 6].

XVIII. yüzyıldan günümüze ulaşan en güzel mescidlerden biri de 1720 tarihli Kule Bahçe [Kuleli Ocağı] Mescidi’dir. Nişancı Kaymak Mustafa Paşa tarafından yaptırılan bu mescid bir Boğaz yalısını andırır. Benzerleri sayıca oldukça azalan bu yapı, anıtsal özelliklerinden ziyade sivil mimari karakteriyle gözümüzü okşamaktadır [Ayvansarâyî 2001: 577; Öz 1965: 42]. Yine bu tarihlerde XVII. yüzyıl gezginlerince adı anılmayan Maltepe’de, 1728 yılında Kazasker Feyzullah Efendi tarafından yaptırılan cami, bize Marmara kıyılarında eski yerleşmelerin yanı sıra Türkler’in öncülüğünde yeni köylerin kurulduğunu gösterir [Öz 1965: 45]. III. Mustafa’dan [1757-1774] sonra tahta geçen I. Abdülhamid de [1774-1789] Anadolu yakasına ilgiyi sürdürmüş, bu defa Beylerbeyi’nde, eski İstavroz Sarayı’nın Hırka-i Şerif Dairesi’nin bulunduğu yerde bir selâtin camisi yaptırmıştır [1778]. Türk baroku üslûbunda tek kubbeli ve tek minareli olarak inşa edilen yapıya daha sonra II. Mahmud 1811’de bir minare daha ilâve ettirir. İç mekânı XVI. yüzyıldan başlamak üzere çeşitli çinilerle süslenir. Yıkılan İstavroz Sarayı’ndan sökülen bu çinilerin yanı sıra kürsü ve dolap kapaklarındaki ağaç ve marküteri işleri de çok güzeldir [Ayvansarâyî 2001: 579; Öz 1965: 12].

Anadolu yakasında XVIII. yüzyıldan günümüze ulaşan bir saray yapısı bulunmamaktadır. Ancak 1753’te yapımı tamamlanan Eski Küçüksu Kasrı’na ait bazı bilgiler günümüze kadar ulaşmıştır. 1699 tarihli Amcazâde Hüseyin Paşa Divanhânesi’ni andıran bir divanhâne ile denize açılan dikdörtgen şemalı bir yapı olan ahşap Küçüksu Kasrı, bir orta sofaya eklemlenen daha küçük bir sofa ve bu sofalardan girilen bol pencereli, aydınlık mekânlardan oluşmaktadır [Eldem 1986: II. 192]. XVIII. yüzyılda yapıldığını bildiğimiz altı yapının beşi yalıdır. Çengelköy Köçeoğlu Yalısı [1780] Harem ve Selâmlık Binası olmak üzere iki ayrı binadan oluşur. XVII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren uygulamaya konulan planlama anlayışı bu yapıda da görülür. Orta sofa oda köşeleri pahlanmak suretiyle genişletilmiş olup, sofaya açılan bütün mekânlar ve orta sofa, büyük pencerelerle ışık almaktadır. Üst katta denize doğru uzanmış, ocaklı bir baş oda vardır [Eldem 1986: I. 190; Eldem 1994: II. 158 vd].

Yine Çengelköy’de bulunan Bostancıbaşı Abdullah Ağa ve Sâdullah Paşa Yalısı Harem Binası da geç XVIII. yüzyıl yalılarındandır [Eldem 1986: I. 218; Eldem 1994: II. 167, 173] Dikdörtgen şemalı bir orta sofaya sahip olan Abdullah Ağa Yalısı’ndan farklı olarak zemin katı oda köşeleri pahlanmış bir dikdörtgen, üst katı ise eliptik bir orta sofaya sahip olan Sâdullah Paşa Yalısı, Köprülü Divanhânesi’nden sonra özgün karakterini koruyan en eski boğaz yalısıdır [ Esin Tarihsiz]. Kuzey-güney yönünden çift merdivenle ulaşılan üst kat sofasının gerek batı [deniz] gerekse doğu [bahçe] yönünde bol ve uzun pencereli birer eyvan vardır. Bir çadır formunda düzenlenen sofa tavanının özgün kalem işleriyle deniz yönündeki odaların nişleri içinde yer alan kalem işi manzara resimleri, devrinin mimari anlayışı, özellikle de bahçe düzenleri hakkında bize önemli bilgiler sağlamaktadır. Bütün odaların iç mekân düzenlemeleri, merdiven kurgusu ve pencere düzeni bize Batı etkili yeni bir mimari anlayışı sergiler.

XVIII. yüzyıl sonlarına tarihlenebilecek diğer iki yapı ise Anadoluhisarı-Kanlıca arasında yer alan Zarif Mustafa Paşa ve Yâsinci yalılarıdır [Eldem 1986: II. 40, 76; Eldem 1994: II. 88 vd.; Kuban 2001: 108 vd]. Günümüze ulaşmayan Yâsinci Yalısı’nın aksine, çeşitli onarımlarla özgün yapısına yapılan müdahalelere karşın Zarif Mustafa Paşa Yalısı bugün varlığını sürdürmektedir. İki katlı, orta sofalı olan yalının en ilgi çekici bölümü orijinal planlamasını ve dekorasyon özelliklerini koruyan hamam kısmıdır. Saray yapıları dışında günümnüze ulaşan sivil mimarlık örnekleri içindeki tek özgün örnek olan hamam bölümü, bize yazılı kaynaklardan çok sıkça bahsedilen yalı ve konak hamamlarına dair görsel bir sunum yapmaktadır. Mermer panolar üzerine yapılan ve bölüm bölüm boyanan Lâle Devri motifleri, vazolar içindeki çiçek ve kaseler içindeki meyveler, Topkapı Sarayı III. Ahmed Odası kalem işlerini hatırlatır. XVIII. yüzyılda yapıldığı söylenen eliptik sofalı bir diğer yapı ise Acıbadem Hünkâr İmamı Köşkü’dür. Orta sofası yassı bir kubbe ile örtülü olan yapının, bir baş odası ile orta sofaya açılan üç eyvanı vardı [Eldem 1986: II. 195]. Daha küçük ölçekli sivil mimarlık örneklerinin de 1960’lara kadar varlığını sürdürdüğü XVIII. yüzyıl mimarlık mirasımızdan, yukarıda da anlatıldığı gibi ne yazık ki çok az özgün örnek ulaşmıştır.

Bizim yakanın tarihinde XIX. yüzyılın büyük önemi vardır; büyük anıtsal yapılar, kışlalar, okullar ve ilk sanayi tesisleri bu yıllarda yapılır. Anıtsal nitelikli ilk yapı, III. Selim tarafından 1800’de inşasına başlanan Selimiye Kışlası’dır. Bodrum ve zemin katı kâgir, üst katları ise ahşap olan bu kışla 1807 Kabakçı Mustafa Ayaklanması sırasında tahrip edilir. Daha sonra 1826-1827 tarihleri arasında yeniden yapılır. Tamamlanması ve günümüzdeki görünümüne kavuşması ise 1850’lere kadar uzanır [Konyalı 1977: II. 350 vd]. 1804-1805 tarihleri arasında ise Anadolu yakasının son anıtsal camisi olan Selimiye Camii tamamlanır [Ayvansarâyî 2001: 596; Öz 1965: 58]. Geniş bir avlunun ortasında yer alan, kare planlı, tek kubbeli, barok stildeki caminin tek şerefeli iki minaresi vardır. Hemen bitişiğinde hünkâr dairesi yer alır. Muvakkithânesi, sübyan mektebi ve hizmetli odaları bulunur. Osmanlı Devleti’nin yenileşme hamlelerinde önemli bir rol oynayan III. Selim Camii yakınına Selimiye adıyla anılan kumaş ve kadife dokumahâneleri de yaptırılır. III. Selim’in sanayileşme yönündeki bir diğer girişimi ise 1803’te Beykoz çayırında kurdurduğu Kâğıt Fabrikası’dır. Kısa süren faaliyet sonrasında fabrika kapanır ve hemen yakınında, 1810’de üretime geçen Dambakhâne-i Klevehâne-i Âmire [1816’dan itibaren Techizât-ı Askeriyye Fabrikası adını almıştır] açılır. Bu fabrika daha sonraları Beykoz Deri vce Kundura Fabrikası olarak 1990’lara kadar üretimini sürdürmüştür [Küçükerman 1988]. 1807 Kabakçı Ayaklanması ile tahta geçen II. Mahmud’un ilk yıllarında önemli yapı ve iskân hareketleri görülmez. 1826 yazında Vak‘a-i Hayriyye olayı ile yeniçeri düzeni ortadan kaldırılır [Sakaoğlu 1994: VII. 357 vd]. Bu tarihten itibaren büyük bir hızla yenileşme dönemi başlar.

İlk buharlı gemi 20 Mayıs 1828 tarihinde Boğaz’a ulaşır. Swift adlı bu gemi İngiliz yapımı olup, şehirli tarafından "buğu gemisi" olarak adlandırılır [Tutel 1997: 13]. Bu sıralarda gerek Boğaz köyleri gerekse Kadıköy ile şehir arasındaki ulaşım piyade denen hızlı yolcu kayıklarının yanı sıra, pyereme adı ile anılan dolmuş kayıkları ya da hemen her yerleşmenin ortak malı olan pazar kayıkları ile sağlanmaktadır [Tutel 1997: 14]. Pazar kayıkları 13 metre kadar uzunluğunda, 2,50 metre genişliğinde ahşap, denize dayanıklı teknelerdir. Her yerleşmenin bir, iki hatta üç pazar kayığı bulunur. Bunlar yolcu ve yük taşırlar; sağlanan gelirle hem kayık ve kayıkçıların giderleri karşılanır hem de köyün çeşitli ortak ihtiyaçları görülür. 1880’lerin ilk çeyreğinde Beykoz, Kanlıca, Anadoluhisar’ı ve Kanlıca’nın büyük pazar kayıkları vardır. Beykoz’dan sepetçi çubuğu, Kanlıca’dan kaynak suyu taşıyan pazar kayıkları en fazla gelire sahip olanlardır. Daha az geliri olan Anadolukavağı, Paşabahçe, Çubuklu, Çengelköy, Beylerbeyi ve Kuzguncuk’un ise dört çifte birer pazar kayığı bulunmaktadır [ Tutel 1997: 14]. Bu da bize göstermektedir ki, özellikle Boğaz köyleri gelişmekte ve şehir ile organik bağları güçlenmektedir. Bu gelişim öylesine hızlıdır ki, 1800’lerde 4000 olan kayıtlı kayık sayısı, 1845’de 19.000’e ulaşır.

1828’de Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye’nin Batı tarzı eğitimi için eski Kule Bahçesi’nde Kuleli Kışlası inşa edilir. Kışla, 1839’a kadar süvariler tarafından kullanılır; daha sonraları ise çeşitli amaçlara tahsis edilir. 1856 yangını dışında önemli bir tahribe uğramayan yapı, günümüze kadar ulaşmıştır. XIX. yüzyılın önemli bir saray yapısı da geleneksel anlayıştaki Şerefâbâd Kasrı’dır. Şemsipaşa’da, Rum Mehmed Paşa Camii ile sahil arasında, Anadolu yakasının en güzel manzarasına hâkim bir noktada yapılan bu kasır iki katlıdır. Daha önce burada bulunan eski Şerefâbâd Kasrı’nın, II. Mahmud tarafından 1816’da esaslı bir şekilde yenilenmesiyle oluşan kasra ait çeşitli görüntüler günümüze ulaşmıştır [Eldem 1974: II. 375].

Bu yüzyılın bir diğer saray yapısı ise eski İstavroz Sarayı arazisinin elde kalan bölümüne 1832’de yapılan Bâğ-ı Ferah Sarayı’dır [Tuğlacı 1981: 16]. Çeşitli bölümlerden [mâbeyin, harem vb] oluşan sarayın çevresinde Mermer Köşk [Eldem 1974: II. 431], Şevketâbâd Kasrı, Büyük ve Küçük Yalı gibi binalar vardır. II. Mahmud’un bu ahşap sarayından günümüze ulaşan tek yapı 1826 tarihli Mermer Köşkü’dür. Ortasında iki yan duvardaki selsebillerden beslenen bir havuzun yer aldığı ana sofa ve onun iki yanındaki birer odadan oluşan çok sade bir planı vardır. Bina derinliğinin yarısı arazi eğiminin verdiği imkân ile toprağa gömülmüş olup, arkada bir iç bahçe teşekkül ettirilmiştir. Helâlar ve servis hacimleri iç bahçeye açılır. Günümüzde başka bir örneği olmayan bu kâgir yapının çatısı mermer kaplı, düz bir terastır.

1837 yılında biri İngiliz, diğeri Rus iki şirket Boğaz köylerine birer vapur çalıştırmaya başlar. Bir müddet sonra Hazîne-i Hassa Vapurları İdaresi kurulur ve saraya ait Hümâpervaz vapurunu devralarak Boğaz seferlerine katılır. Artan talebi karşılamak amacı ile Mesîr-i Bahrî adlı ikinci bir vapur daha yapılır. 1 Mayıs 1851 tarihinde, o devrin resmî gazetesi olan Takvîm-i Vekâyi‘de bir ilân yayımlanır: Sabahları İstanbul’a, akşamları ise Boğaz köylerine düzenli seferler yapacak olan Şirket-i Hayriyye İdaresi kurulmuştur. İlk düzenli seferler Üsküdar’la Beşiktaş arasında Vesîle-i Ticâret ve Girit vapurlarıyla günde karşılıklı dört sefer olarak yapılmaya başlar [Tutel 1997: 34]. Düzenli olmamakla birlikte Fevâid-i Osmâniyye Şirketi de 1846’dan itibaren Kadıköy ve Adalar’a sefer düzenlemektedir. Giderek artan yolcu ve özellikle de taşıt trafiğini güvenli bir şekilde iki yaka arasında taşımak amacıyla dünyada ilk defa bir arabalı vapur yaptırılır. 1872’de sefere alınan Sühûlet bu gemilerin ilk örneğidir. Hemen sonrasında ise 1969’lara kadar hizmet veren, yandan çarklı Sâhilbent arabalı vapuru seferlere başlar [Tutel 1997: 17-55].

Artık hızla Boğaz kıyıları ve yamaçları, Üsküdar’ın Bağlarbaşı, Altunizade, Acıbadem gibi semtlerinin yoğunluğu artmaktadır. Hemen her noktada saraya ve özel şahıslara ait yapılar yükselmektedir. Vâlidebağı Âdile Sultan Kasrı [1853], Beykoz Kasrı [1854] ve eski Küçüksu Kasrı yerine yapılan Göksu Kasrı [1856] kullanıma alınan yapılardır [Tuğlacı 1981: 187 vd]. 1864 yılında bizim yakanın en önemli yapılarından biri olan Beylerbeyi Sarayı tamamlanır. Ana bina, Sarı Köşk, Mermer Köşkü, yalı köşkleri, Ahır Köşkü gibi yapılardan oluşan saray topluluğu, Batı görünüşlü, Doğu etkili bir yapıdır [Tuğlacı 1981: 207; TBMM 1993]. 1876’da ise eski Kandilli Sarayı’nın olduğu has bahçede, Âdile Sultan daha sonraları bir dönem Kandilli Kız Lisesi olarak kullanılacak olan bir saray yaptırır.

Anadolu yakasının Boğaz bölümü şenlenmekte, çeşitli yapılarla kullanıma açılan alan büyümektedir. Boğaziçi’nin günümüzdeki hemen hemen bütün yeşil alanları da bu sıralarda oluşmaya başlar. Saray tarafından devrin üst düzey yöneticilerine bağışlanan alanlar, Beykoz Abraham Paşa, Çubuklu Hidiv, Kuzguncuk Fethi Ahmed Paşa, Paşalimanı Hüseyin Avni Paşa koruları 1850’li yılları takiben ağaçlanmaya başlamıştır. Giderek küçülen saraya ait has bahçelere karşın, özel mülkiyete ait alanlar büyümekte ve korumaya alınmaktadır.

1857’de yayımlanan bir nizamnâme ile İstanbul 14 belediye dairesine ayrılır; fakat yalnızca 6. Daire [Beyoğlu] çalışmalara başlar. 1877’de yayımlanan ikinci bir nizamnâme ile daire sayısı 20’ye çıkarılır ve Anadolu yakası, 13. Daire Beykoz, 14. Daire Anadoluhisarı, 15. Daire Beylerbeyi, 16. Daire Üsküdar Yenimahalle, 17. Daire Üsküdar Doğancılar ve 18. Daire Kadıköy olarak yeniden belirlenir. Görüldüğü gibi yoğunluk Üsküdar ve Boğaziçi’ndedir [Bayrı 1951: 29]. Hemen hemen aynı tarihlerde 29 Aralık 1876’da yayımlanan bir belediye yayınında Üsküdar en büyüğü 653 hâneli Selâmi mahallesi olmak üzere, 5738 hâneli 39 mahalleden oluşmaktadır. Buna karşın Kadıköy, Câfer Ağa [675 hâne], Osman Ağa [647 hâne] ve Hacı Mustafa Efendi [Kızıltoprak 96 hâne] olmak üzere 3 mahalle ve 1418 hâneden oluşmaktadır. Marmara sahilinde ise Bostancıbaşı Köprüsü mahallesi ile Kartal köyü, hâne sayısı belirtilmeksizin bu listede yer almaktadır. Anlaşılan odur ki, şehrin yerleşim bölgeleri Boğaz yerleşmelerinin Karadeniz’e kadar uzanmasına karşın Kadıköy-Kızıltoprak civarında son bulmaktadır. Boğaz yerleşmeleri arasında Çengelköy 360 hâne ile en kalabalık mahalledir ve onu 262 hâne ile Beykoz köyü ve 254 hâne ile İstavroz mahallesi izlemektedir. En az nüfuslu yerleşme 32 hâneli Vaniköy’dür. Boğaziçi üçü sahilden uzak, Akbaba köyü 39 hâne, Dereseki köyü 42 hâne, Bulgurlu köyü 221 hâne hariç 13 yerleşme [Anadolufeneri / Anadolukavağı / Yalıköy / Beykoz / İncirköy / Kanlıca / Anadoluhisarı / Kandilli / Vaniköy / Çengelköy / İstavroz / Beylerbeyi / Kuzguncuk] ve toplam 2222 hâneden oluşmaktadır. Üsküdar ile Kadıköy arasındaysa 36 hâneli Haydarpaşa mahallesi bulunmaktadır [İşli 2002; M. Sinan Genim koleksiyonunda bulunan 1845 tarihli el yapımı harita].

Anlaşıldığı kadarıyla Kadıköy ve daha ilerisi özellikle ulaşım sıkıntısı sebebiyle oldukça tenhadır. 1845 tarihli bir İstanbul haritasında, Fenerbahçe’den sonraki alanlara rastlamıyoruz. Kadıköy ve Marmara sahili 22 Eylül 1872’de Haydarpaşa’dan Pendik’e kadar çalışmaya başlayan tren hattı ile hareketlenir. Tarihimizde 93 Harbi olarak bilinen 1877-1878 Osmanlı - Rus Savaşı sonrası İstanbul’a gelen göçmenlerin hat boyundaki bazı noktalara yerleştirilmesiyle bazı günümüz yerleşmelerinin çekirdeği oluşmaya başlar: Hasanpaşa, Göztepe, Erenköy...

1876’da belediye bölgeleri yeniden düzenlenir ve 8. Daire Kanlıca, 9. Daire Üsküdar, 10. Daire Kadıköy olmak üzere Anadolu yakası üç idarî bölgeye ayrılır. Üsküdar ve Boğaziçi, gerek yerleşim alanlarının darlığı gerekse muhafazakâr yaşantısı sebebiyle yerleşim yoğunluğuna rağmen, bölgenin merkezi olma özelliğini yaklaşık iki binyıl sonra yeniden Kadıköy’e devretmektedir. 1892’de Hasanpaşa’da Gazhane yapılır [Her ne kadar Kuzguncuk Nakkaştepe vadisinde daha önce bir Gazhane kurulmuşsa da, bu Gazhane yalnızca belediye sarayı ve çevresinin aydınlatılmasında kullanılmış olup, saraya elektrik bağlanmasından sonra faaliyetine son verilmiştir]. 1893’te yapımı tamamlanan I. Elmalı Barajı sonrası 1894’ten itibaren şehre su verilmeye başlanır. Moda, Kalamış, Fenerbahçe gibi semtler gayri müslim ve Levantenler’in ilgisini çekmeye başlar ve Kalamış koyu çevresi hızla iskân edilir.

XIX. yüzyılın son anıtsal yapısı yapımına 1893 yılında başlanan Mekteb-i Tıbbiyye-i Şâhâne [askerî tıbbiye] binasıdır. Vallaury ve d’Aronco tarafından tasarımı üstlenen yapı, 11 Şubat 1895 tarihinde hizmete girer. Selimiye Kışlası ile birlikte Anadolu yakasının siluetinde varlığını öncelikle duyuran bir yapıdır. Yalnızca boyutlarıyla değil, mimarisinin özgün biçimiyle de dikkat çeker [Batur 1994: V. 377-379]. Kadıköy’e doğru hemen yanında, günümüzde ağaçlarla örtülmüş olan bir diğer büyük yapı Haydarpaşa Asker Hastanesi [1846] yer almaktadır.

Bu yüzyıldan günümüze az sayıda da olsa önemli sivil mimarlık örnekleri kalmıştır. Çeşitli kötü onarım ve bozulmalara rağmen Çubuklu Halil Ethem Yalısı, Körfez Prenses Rukiye Yalısı, Anadoluhisar Hekimbaşı Sâlih Efendi Yalısı, Kandilli Kıbrıslılar, Abut Efendi ve Kont Ostrolog yalıları, Kuzguncuk Fethi Ahmed Paşa Yalısı ile Salacak Çürüksulu Mahmud Paşa yalıları günümüze ulaşır [Eldem 1994; Eldem 1986]. Bu örnekler arasında sayılması gereken bir diğer yapı da Bağlarbaşı Abdülmecid Efendi Köşkü’dür; Altunizade’den Nakkaştepe’ye inen Kuşbaşı caddesi üzerinde, büyük bir korunun içinde kalan son halife Abdülmecid Efendi’nin çeşitli yapılardan oluşan yazlığından günümüze ulaşan tek yapı olan Selâmlık Köşkü’dür [Eldem 1986: 204; Bozdoğan 1987: 161; Genim 1995: 102 vd]. 1880’li yıllarda A. Vallaury tarafından yapılan bu yapı, klasik orta sofalı plan tipinin en güzel örneklerinden biridir. Geniş saçakları, XVI ve XVII. yüzyıl gravürlerinde gördüğümüz kepenk örnekleriyle bir benzeri günümüzde olmayan binanın, bizce en önemli özelliği kalem işiyle süslü olan cepheleri ve saçak altlarıdır. XIX. yüzyıl motifleriyle süslenen bu renkli cephelerin bir başka örneğine rastlamamaktayız.

1890 yılı İstanbul için büyük projeler yılıdır. Bu projelerin en önemli ikisi Fransız Mühendis Arnodin tarafından önerilen Sarayburnu-Üsküdar ve Kandilli-Rumelihisar köprü projeleridir. Artık iki yakanın bir araya getirilmesi için ilk öneriler gündeme gelmeye başlamıştır [Çelik 1986: 86 vd]. Yine aynı yıl Fransız Mimar Joseph Antoine Bouvard şehir için çok sayıda meydan düzenleme projesi hazırlar, fakat ne yazık ki ya bizim yakada düzenlenecek meydan bulamaz ya da bizim yaka bu tür projeler önerilecek kadar önemli değildir [Çelik 1986: 88 vd]. Fakat bu arada Raimondo d’Aronco Harem İskelesi için büyük bir proje çizerse de, bu yapı hayata geçirilemez [Ornella 1982: 95]. D’Aronco bu proje dışında 1903-1906 yılları arasında Anadoluhisarı’ndan Erenköy’e kadar çeşitli semtlerde hemen hemen hiçbiri uygulanmayan bir dizi konut projesi çizer [Ornella 1982: 132 vd].

Anadolu yakasının son anıtsal yapısı 1906’da inşaatına başlanan ve 1908’de hizmete açılan Haydarpaşa Garı’dır. Otto Ritler ve Helmutch Cuno isimli iki Alman mimar tarafından hazırlanan proje eklektik bir anlayışın ürünüdür [Salman 1994: 30]. Ülkemizin en büyük garı olan bu yapı siluete etkin bir şekilde katılmayı çevresinde oluşan bütün kötü yapılanmaya karşı günümüzde de sürdürmektedir.

1789 Fransız İhtilâli ile gündeme gelen ve giderek yükselen milliyetçilik akımları ve bunun doğurduğu savaşlar artık imparatorlukların ortadan kalkmalarına sebep olmaktadır. Bizim sınırlarımız içinde yüzyıllar boyu herkesin birlikte, karşılıklı sevgi ve saygı ile oluşturduğu beraberlikler yok olmakta, giderek kesin sınırlarla bölünen, yüzyıllardır birlikte yaşamanın getirdiği alışkanlıklara rağmen birbiriyle bir türlü dostane ilişkiler kuramayan milletlerin egemen olduğu yeni bir dünya kurulmaktadır. İstanbul giderek dünya ticaretinden pay alan, çok renkli ve çok milletli evrensel bir şehir olmaktan uzaklaşmakta, tek düze, rekabete kapalı, kendi içine çekilen sıradan bir şehir haline dönüşmektedir.

23 Mart 1930’da Kadıköy kaza merkezi olur. Bu sıralarda Kadıköy’ün, merkez, Kızıltoprak ve Erenköy olmak üzere üç bucağı vardır. 1934 tarihli İstanbul Şehir Rehberi’nde, Anadolu yakasında, Kadıköy’ün dışında iki ilçe daha, Beykoz ve Üsküdar bulunmaktadır. Beykoz, merkez ve Anadoluhisarı olmak üzere iki, Üsküdar ise merkez, Beylerbeyi ve Kısıklı olmak üzere üç bucağa sahiptir. Beykoz yedi mahalle, Üsküdar yirmi sekiz mahalle ve Kadıköy otuz bir mahalleden oluşmaktadır [İstanbul 1934]. 1950’li yıllara kadar Anadolu sahili yerleşmelerinde önemli bir değişim gözlenmez. Hem üst sosyal tabakanın hem de mütevazi halk tabakasının birlikte yaşadığı, komşuluk ilişkilerinin yoğun olduğu bir görünüm egemendir. Kadıköy ötesindeyse bağlar ve bahçeler içindeki köşklerin oluşturduğu sayfiye karakteri devam etmektedir. Ancak 1945’ten itibaren ahşap köşkler yıkılarak yerlerine çok katlı betonarme apartmanlar yapılmaya başlanır. 1950 sonrası, önce Fikirtepe çevresinde ilk gecekondular ortaya çıkmaya başlar. Artık Anadolu yakasında anıtsal nitelikli yapı faaliyetlerine rastlanmaz. Üsküdar, Kadıköy özellikle Haydarpaşa Köprüsü ve Bağdat caddesi gibi yol düzenlemeleri dışında hemen her düzenleme neredeyse kendi kedine oluşmakta, daha doğrusu hızla oluşan iskânı takip eden bir düzenleme politikası hâkim olmaktadır.

1956 yılında 6785 sayılı İmar Kanunu, bir yıl sonra da 9153 sayılı İmar Nizamnâmesi yürürlüğe girer. Artık kanunlar, yönetmelikler, yönergeler devri başlamış, mimarinin kanunla tarif edildiği yeni bir dönem gelmiştir. Bir taraftan rant bekleyenler binyılların mirasını paylaşırken diğer taraftan popülist söylemler ayyuka çıkar. Derken 1983’te 2960 sayılı Boğaziçi Kanunu yürürlüğe girer. Yüzyılların oluşturduğu mimari miras görmezden gelinerek, bundan böyle konulan kurallarla yapı yapılacak denilir. Artık mimari kaygı ortadan kalkmış, kuralların nasıl delineceği tartışılır olmuştur. İstenen ve arzulanan iyi, güzel ve çağdaş bir yapı değil, daha büyük, daha yüksek binalardır. Yüzyılların komşuluk ilişkileri ve karşılıklı saygı içinde oluşan Boğaziçi mimarisi ve onun oluşturduğu bahçeler ve yeşil doku, İstanbul’u evrensel bir kültürün mirası olarak değil, fakat paylaşılması gereken bir mal olarak gören bir grubun yeşil alanı olarak ayrılır. Fikirtepe’de gecekondu yapanların popülist söylemleri galip gelir. Çoğunluk öyle istiyordur denir ve öyle olur. Bundan böyle taşla, toprakla, ahşapla yapmak büyük suçtur ve özellikle bir grup mimarlık diploması sahibince “mimarlık” ayıplanır olmuştur.

Yine de 1930 ile 1980’li yıllar arasında Sedad Hakkı Eldem [Bozdoğan 1987: 145 vd] [Kandilli Komili Yalısı, Çolakoğlu Evi, İkbal Sultan Yalısı, Vaniköy Kıraç Yalısı, Topbaş Evi, Beylerbeyi Ayaşlı Yalısı], Zeki Sayar [Mühürdar Dr. Sami Yanar Evi], Abidin Mortaş [Erenköy Evi], Emin Necip Uzman [Dragos Evi] gibi yapılar inşa edebilme cesaret ve kararlılığını gösterebilmişlerdir.

XXI. yüzyılın bu ilk yıllarında Anadolu yakası iskânının bir bölümü [Boğaziçi] bütün bozulmalara karşın geleneksel dokusunu belirli ölçüde muhafaza etmeye çalışsa da, Üsküdar iskânı, kesintisiz olarak Alemdağ’a, Kadıköy iskânı ise İstanbul il hudutlarını aşarak Gebze’ye kadar ulaşır. Tüm bu alanda evrensel boyuta çağdaş bir mimari yapıta rastlamak mümkün değildir. Ülkemin giderek globalleşen dünyada, tıpkı geçmişte olduğu gibi mimari olarak da var olduğu günleri göreceğimi umarım.

Burada çok önemli bulduğum bir tehlikeden söz etmek istiyorum. Beyoğlu ve bölgesinde, 1970’lerden başlayarak yükselmeye başlayan gökdelenler, binyılların İstanbul siluetini olumsuz etkilemektedir. Tarihî yarımadanın göğe uzanan minare ve dikili taşları arasından yükselen ölçüsüz ve şekilsiz kitleler, geçmişi bu kadar eskilere giden bir şehre karşı inşa edilen, hakaret niteliğindeki yapılardır. Bu görüşümüz, bizim modern yaşamın getirdiği yeniliklerden, çağdaş konfor istemine duyulan özlemi görmezden gelmeye çalışmamızdan kaynaklanmamaktadır. Elbette bu büyüklükteki ve dünya ile entegre olmaya çalışan bir şehirde yüksek bloklar yapılacaktır. Ancak sorun, nerede yapılacağı sorunudur. Bu yapıların, şehrin siluetini etkilemeyecek, binyılların ortak kültürel mirasını ve doğal topografyasını örtmeyecek, onlarla karışıp yanılgılara sebep olmayacak bir uzaklıkta ve yıllar içinde oluşan alt yapıdan bir hırsız gibi pay almaksızın, kendi alt yapısını [oluşan rantın bir bölümünü kullanarak], kendisinin hazırlayacağı bir bölgede inşa edilmeleri gerekmektedir.

Ne yazık ki bu tür kötü yapılanmalarda öncelik devlet kurumlarına aittir. Son yıllarda yapılan Acıbadem Telekom ve Haydarpaşa Siyami Ersek Hastanesi benzeri kötü örneklerden ikisidir. Yoğun yüksek bloklarla kaydedilmiş bir Kızıltoprak / Tuzla yerleşme alanlarının yanı sıra, korkarım kısa bir süre içinde XIX. yüzyılın sonsuz bağ ve bahçelerini barındıran İbrâhim Ağa çayırından, Küçük Çamlıca yamaçlarına kadar uzanan vadiyi de rant uğruna, popülist söylemler arasında yitireceğiz.

KAYNAKÇA

Akbulut 1994
M. R. Akbulut, "Kadıköy", Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, IV, İstanbul 1994, s. 329-339

Ayvansarâyî 2001
Ayvansarâyî Hüseyin Efendi [Haz. Ahmed Nezih Galitekin], İstanbul Camileri, İstanbul 2001

Ayverdi 1966
Ekrem Hakkı Ayverdi, Osmanlı Mi’mârîsinin İlk Devri 630-805 [1230-1402], İstanbul 1966

Batur 1994
Afife Batur, "Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane Binası", Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, V, İstanbul 1994, s. 377-379

Batur 1996
Afife Batur [Ed], Dünya Kenti İstanbul Sergisi, İstanbul 1996

Bayrı 1951
Mehmet Halit Bayrı, İstanbul, İstanbul 1951

Baysun 1964
M. C. Baysun, "Evliya Çelebi", İslam Ansiklopedisi, IV, İstanbul 1964, s. 400-412

Bozdoğan 1987
S. Bozdoğan-S. Özkan-E. Yenal, Sedad Eldem, Singapore 1987

Çelik 1996
Zeynep Çelik, 19. Yüzyılda Osmanlı Başkenti Değişen İstanbul, İstanbul 1996

Eldem 1974
Sedad Hakkı Eldem, Köşkler ve Kasırlar, II, İstanbul 1974

Eldem 1984
Sedad Hakkı Eldem, Türk Evi, I, İstanbul 1984

Eldem 1987
Sedad Hakkı Eldem, Türk Evi, II, İstanbul 1987

Eldem 1994
Sedad Hakkı Eldem, Boğaziçi Yalıları, II, İstanbul 1994

Eldem-Ünver
1970 Sedad Hakkı Eldem-S. Ünver, Amucazade Hüseyin Paşa Yalısı, İstanbul 1970

Elgin 2000
Ü. Elgin, Geçmişten Geleceğe Kızkulesi, İstanbul 2000

Erdoğan 1958
Muzaffer Erdoğan, "Osmanlı Devrinde İstanbul Bahçeleri", Vakıflar Dergisi, IV, Ankara 1958,
s.149-182

Eremya 1988
Eremya Çelebi Kömürciyan  [Çev. Hrand D. Andreasyan], İstanbul Tarihi XVII. Asırda, İstanbul 1968

Erhat 1972
Azra Erhat, Mitoloji Sözlüğü, İstanbul 1972

Esin 1992
Ufuk Esin, "İstanbul’un En Eski Buluntu Yerleri ve Kültürleri", Semavi Eyice Armağanı - İstanbul Yazıları, İstanbul 1992, s. 57-78

Esin Tarihsiz
Emel Esin, Sa’dullah Paşa Yalısı, İstanbul Tarihsiz

Evliya 1995
Evliya Çelebi  [Haz. Orhan Şaik Gökyay], Seyahatname, I, İstanbul 1995

Eyice 1976
Semavi Eyice, Bizans Devrinde Boğaziçi, İstanbul 1976

Eyice 1994
Semavi Eyice, "Brias Sarayı", Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, II, İstanbul 1994, s. 322-323

Gabriel 1943
Albert Gabriel, Chateaux Turcs de Bosphore, Paris 1943

Galland 1973
Antoine Galland [Çev. Nahid Sırrı Örik], İstanbul’a Ait Günlük Anılar 1672-73, II, Ankara 1973

Genim 1976
M. Sinan Genim, "Mihraplı ve Minberli Namazğahlara Bir Örnek", İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Enstitüsü, Sanat Tarihi Yıllığı, VI, İstanbul 1976, s. 147-155

Genim 1978
M. Sinan Genim, "Mihraplı ve Minberli Namazğahlar", Fifth International Congress of Turkish Art, Budapest 1978, s. 339-345

Genim 1984
M. Sinan Genim, "Kaybolan İki İstanbul Sarayı: Sarây-ı Atîk-ı Hümâyun ve Üsküdar Sarayı", Milli Saraylar Sempozyumu Bildiri Özetleri [15-17 Kasım 1984], İstanbul 1984, s. 35-36

Genim 1988
M. Sinan Genim, "Sinan’ın Sivil Yapıları", Mimarbaşı Koca Sinan Yaşadığı Çağ ve Eserleri, I, İstanbul 1988, s. 393-402

Genim 1995
M. Sinan Genim, "Abdülmecid Efendi Köşkü", Maison Française, 1, İstanbul 1995, s. 104-111

Germaner-İnankur 1989
Semra Germaner-Zeynep İnankur, Oryantalizm ve Türkiye, İstanbul 1989

Herodotos 2002
Herodotos [Çev. Müntekim Ökmen], Herodot Tarihi, İstanbul 2002

İnciciyan 1976
P. Ğugas İnciciyan [Çev. Hrand D. Andreasyan], 18. Asırda İstanbul, İstanbul 1976, 2. Baskı

İstanbul 1934
[Osman Nuri], İstanbul Şehri Rehberi, İstanbul 1934

İşli 2002
Emin Nedret İşli, "İstanbul’un Mahalle İsimlerine ait Kaynaklar ve 1876-77 Tarihli Esâmi Mahallât", İstanbul, 40, İstanbul 2002, s. 71-77

Konyalı 1977
İbrahim Hakkı Konyalı, Abideleri ve Kitabeleriyle Üsküdar Tarihi, II, İstanbul 1977

Kuban 2001
Doğan Kuban, Ahşap Saraylar, İstanbul 2001

Kuran 1986
Aptullah Kuran, Mimar Sinan, İstanbul 1986

Küçükerman 1988
Önder Küçükerman, Geleneksel Türk Dericilik Sanayii ve Beykoz Fabrikası, İstanbul 1988

Magie 2001
David Magie [Çev. Nezih Başgelen-Ömer Çapar], Anadolu’da Romalılar I Attalos’un Vasiyeti,
İstanbul 2001

Meriç 1965
Rıfkı Melûl Meriç, Mimar Sinan Hayatı ve Eseri, Ankara 1965

Ornella 1982
Ed. Ornella Selvafolta, D’Aronco Architetto, Milano 1982

Öz 1965
Tahsin Öz, İstanbul Camileri, II, İstanbul 1965

Özdoğan 1994
M. Özdoğan, "Tarih Öncesi Dönemde İstanbul", Semavi Eyice Armağanı İstanbul Yazıları, İstanbul 1992

Özdoğan 1994
M. Özdoğan, "Fikirtepe Kültürü", Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, III, İstanbul 1994, s. 215-217

Sakaoğlu 1994
Necdet Sakaoğlu, "Vak’a-i Hayriye", Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, VII, İstanbul 1994,
s. 557-559

Saladin-Mesguich 2000
H. Saladin-R. Mesguich, "Anadoluhisarı’nda Köprülü Yalısı", P Dergisi, 19, Güz 2000, s. 130-139

Salman 1994
Y. Salman, "Haydarpaşa Garı", Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, IV, İstanbul 1994, s. 30

Süreyya 1996
Mehmed Süreyya [Haz. Nuri Akbayar], Sicill-i Osmânî, I-VI, İstanbul 1996

Tanışık 1945
İbrahim Hilmi Tanışık, İstanbul Çeşmeleri II Beyoğlu ve ve Üsküdar Cihetleri, İstanbul 1945

Tuğlacı 1981
Pars Tuğlacı, Osmanlı Mimarlığında Batılılaşma Dönemi ve Balyan Ailesi, İstanbul 1981

Tursun Bey 1977
Tursun Bey, Târîh-î Ebü’l-Feth, [Haz. Mertol Tulum], İstanbul 1977

Tutel 1997 Eser
Tutel, Seyr-i Sefain Öncesi ve Sonrası, İstanbul 1977

Tutel 1997
Eser Tutel, Şirket-i Hayriye, İstanbul 1977, 2. Baskı

Umar 1993
Bilge Umar, Türkiye’deki Tarihsel Adlar, İstanbul 1993

Uzunçarşılı 1957
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, "İstanbul ve Bilad-ı Selase denilen Eyüp, Galata ve Üsküdar Kadılıkları", İstanbul Enstitüsü Dergisi, III, İstanbul 1957

Uzunçarşılı 1965
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilatı, Ankara 1965