Site Tasarım: Savaş Çekiç Uygulama: İkipixel

Bu sitede bulunan resimler ve dökümanlar M. Sinan Genim'e aittir ve izinsiz kullanılamazlar. Ancak gerekli izin alındıktan sonra ve kaynak gösterilmek kaydıyla kullanılabilir.

Yayımlar / Bildiriler

AKDENİZ MEDENİYETLERİ ARAŞTIRMA ENSTİTÜSÜ

Zamanımızdan yaklaşık 1500 yıl önce Ostrogot Kralı Theodorik [455-526] yeni ele geçirdiği Roma için şöyle der: "Korumak, yaratmak kadar önemlidir. Biz ciddi olarak Roma surlarının iyi bir durumda olmasını arzuluyoruz... Taşların düşmesi ile yıkılan yerler, üzerleri kapatılarak ve kiremitlerle örtülerek korunabilir ve böylece eserlerine ölümsüz gençlik verdiğimiz eski insanların teşekkürlerini hak ederiz...

Geçmiş kültürlerin örneklerini korumak ve onlara yeniden hayat vermek, yaşayan her kültürün vazgeçilmez görevidir. Ancak zaman zaman toplumlarda bir kaos oluşuyor, toplumsal çılğınlık herşeyin üstüne çıkıyor. Günlük yaşamın hızı ve karmaşıklığı kişileri olduğu kadar toplumu da durup, düşünmekten alıkoyuyor. Geçmişi korumak, geleceğe dönük senaryolar oluşturmak, sanki aşağılanması gereken bir davranış türü gibi görülüyor.

Eleştiri ve şikayet, düşünmek, tasarlamak ve inşa etmenin üstüne çıkıyor. Tüm bunlara karşın biz, bir grup insan, olumsuzlukları sergilemek, onu bunu karalamak, şikayet etmek yerine, ülkemiz için bir şeyler yapmayı, geçmişten geleceğe bir şeyler aktarmayı yeğledik.

Bu sayfalarda gördüğümüz ve eğer yolunuz Antalya Kaleiçi’ne düşerse mutlaka görmenizi ve gezmenizi tavsiye ettiğimiz Suna ve İnan Kıraç Akdeniz Medeniyetleri Araştırma Enstitüsü, bu düşüncelerle oluşan üç yıllık, yoğun bir çalışmanın ürünüdür.

Akdeniz Medeniyetleri Araştırma Enstitüsü şimdilik iki yapıdan oluşmaktadır. Kocatepe Sokağı’nda yer alan ve girişi sağlayan ilk yapı, geçmişte bir konut binası olup, Geleneksel Türk Evi’nin geç devir örneklerindendir. Dıştan iki katlı görünmesine rağmen, kışlık odalar olarak kullanılan bir ara katı daha vardır.

İki kanatlı geniş bir kapıdan avluya girilir. Restorasyon öncesi yarı yıkık olan bu yapı, uzun yılların getirdiği kötü kullanım sonucu çeşitli ek ve eklentilerle orijinal planlamasından uzaklaşmış ve büyük ölçüde tahrip olmuştu.

Francis Bacon [1561-1626] "Yapılar Üstüne" adlı denemesinde "Yapılar, içinde yaşamak için yapılır, seyredilmek için değil; bu bakımdan kullanışlılığa güzellikten daha çok önem verilmeli; ikisi birleştirilirse o başka... Yalnız güzellik uğruna büyülü sarayları, bunları sudan ucuza kuran ozan takımına bırakın..." diyor.

Biz, bu yapıları insanların kullanışına yeniden sunmak için yola çıktık, çevre yapıları inceledik, zaman içindeki bozulmaları ortadan kaldırarak onlara yeniden hayat vermek istedik. İlk binanın giriş katındaki karşılıklı iki odayı yönetim ve hediyelik eşya satışına ayırdık, yan bahçeden girilen bir servis hacmi oluşturduk. Ara katı, sergi salonu deposu ve personel bölümü olarak planladık. Yüksek direklerle taşınan üst katın büyük bir bölümünü örttüğü avluyu ziyaretçilerin dinlenmesine tahsis ettik, az sayıda da olsa çevre yapılarda örneklerini gördüğümüz çakıl taşı döşemeleri örnek alarak bu bölümü çakıl taşı ile bezedik. Eski İstanbul, İzmir, Ayvalık ve Muğla yapılarında da gördüğümüz, doğanın cömertçe verdiği basit bir malzemenin insan düşüncesi ve emeği ile seyrine doyulmaz bir güzellik haline gelmesine çalıştık, insanların geçmişte yarattığı güzelliklerden günümüz insanının da tat alması için uğraştık.

Üst kata çıkan ahşap merdiven, sahanlıktan girilen ara kat sonrası, bizi ince-uzun bir açık sofaya ulaştırır. Antalya evlerinin hemen hemen tümünde gördüğümüz bu açık sofa-hayat, bütün ev hayatının geçtiği yerdir. Burada toplanılır, adı üstünde burada yaşanır. Sofaya açılan üç oda ise günümüzde Enstitü Kitaplığı ve çalışma odaları olarak kullanılıyor.

Akdeniz çevresinde oluşan tüm uygarlıkları kapsayan kitaplık ve görsel belge arşivi, bir uluslararası araştırma kurumuna doğru uzanan yokuşun ilk basamağıdır.

İkinci yapı ise kaderine terk edilmiş, harap bir pamuk deposu iken satın alınmıştır. Avlularından biri betonarme bir yapı ile kapatılan, döşemeleri sökülen, bakımsızlıktan akan çatısı nedeni ile kalemişleri dökülen bu yapı; Grek alfabesi ile Türkçe olarak yazılmış kitabesine göre, daha önce burada var olan bir kilise yerine, 1863 yılında inşa edilen Aya Yorgi [Agios Georgios] Kilisesi’dir.

1920 sonrası cemaatini kaybederek, mübadele sonrası özel mülkiyete geçmiş ve 1992 yılına kadar depo olarak kullanılmıştır.

Bu yapının içine ilk girdiğimizde beni bir hüzün sardı, kimbilir bu ibadethanede ilk kim evlenmişti mutluluk ve coşku dolu; acaba en son kimin vefatı dolayısıyla ayin yapılmıştı üzüntü ile; neler yaşanmıştı bu yapıda? Karmaşık duygularla dolu olarak onu yeniden hayata katmak istedik, terk edilmiş, yalnız ve hüzünlü bir depodan bir kültür merkezine, cıvıl cıvıl, hareketli bir sergi salonuna ulaşmak en büyük arzumuz oldu. Tıpkı Theodorik gibi geçmişin teşekkürünü hak etmek istedik. Önce çatısını onardık, üstü betonarme ile örtülen avluyu açtık, sokak giriş kapısını örten ve sonradan ilave edilen betonarme merdiveni yıktık [orijinal merdivene ait herhangi bir ize rastlayamadığımız için, asma kata ulaşmak amacı ile bugünkü modern merdiveni yaptık].

İç mekanda tahrip olan döşeme yerine Marmara mermerinden döşeme kullandık, yer yer dökülen ve yer yer üstleri boyanan kalemişlerini elden geçirdik ve kısmen yeniledik. Çürüyen asma kat korkuluklarını orijinal örneğine sadık kalarak yeniden yaptık. Kapatılan pencereleri açtık, pencere doğramalarını ve kapı kanatlarını değiştirdik, yeni aydınlatma elemanları tasarladık. Artık burası küçük bir konser salonu olarak kullanılabilirdi. Yeterli gelmedi, daha çok kullanılsın istedik, Suna ve İnan Kıraç Anadolu’nun en az bu yapılar kadar orijinal bir kültürüne ait belgeleri, Çanakkale seramikleri koleksiyonlarını buraya getirip sergilemeyi düşündüler. Yapının mimari bütünlüğünü zedelememek için uzun süre uğraştık ve tamamen cam ile oluşan bir sergi düzeni hazırladık. Şimdi bu yapı içinde bir de sergi var, gelecekte de benzeri pek çok sergi olacak.

Bu yapıları kısmen var olan iki korunması gerekli kültür varlığı üstüne ben projelendirdim ve inşa ettim, ama tavan kirişlemelerine gül motifini oyan Boybey Usta ve oğlu Muzaffer Usta’nın hiç mi katkısı yok? Çakıl taşı döşemelerini biz çizdik, Zeynep ile İnsel Çelebi olmasaydı onları kim gerçekleştirip, üzerlerinde insanların dolaştığı döşemeler haline getirecekti? Battal, Metin ve çalışma arkadaşları kalemişlerini yenilediler. Atilla Çaydamlı statik problemleri halletti, Erol Çığırgan aydınlatmayı, Remzi Çıtak Usta, Kamil Kara Kalfa ve İnsel Çelebi ve adını bu satırlara sığdıramadığım pek çok usta ve işçi... Bunları gerçekleştirmek mümkün müydü? Hepsine ödenmesi güç bir borcum var, ama bir arada çalışmanın zevki, birlikte bir şeyleri tekrar hayata kavuşturmanın getirdiği mutluluk duygusu bize yetti sanırım.

Satın alınmalarından projelendirmeye bürokratik aşamalardan kullanıma kadar Suna ve İnan Kıraç bu binaları finanse ettiler, ama bu yeterli mi? Bilinmelidir ki yalnızca maddi katkı ile bir şeyler olur ama, bu yapılanlar olmaz. Eğer, Suna Hanım ve İnan Bey’in o inanılması güç manevi destekleri ve hoşgörüleri olmasaydı, birşeyler yapardık ama bu kadarını yapamazdık. Onlar bize güç verdiler, ama gönüllerini de verdiler. Onlara çok şey borçluyuz.

Suna ve İnan Kıraç Akdeniz Medeniyetleri Araştırma Enstitüsü yalnızca kuruluş amacı ile değil, geçmişten geleceğe iki korunması gerekli kültür varlılığına yeniden hayat vremesi ile de bir görevini yerine getirmiştir.

Yalnızca şikayet ve eleştirilerin yoğunlaştığı bugünlerde ülkemiz ve geleceğimiz için güzel şeylerin de yapılmakta olduğunu unutmayalım. Var edilmeye çalışılan karamsarlık, yapılan ve yapılacak olan güzel çalışmalarla yok olmaya mahkumdur. Görüldüğü gibi korunması gerekli kültür varlıklarına malik olmak bir külfet değil, bir nimettir, yeter ki nelere sahip olduğumuzun bilicinde olalım.