Site Tasarım: Savaş Çekiç Uygulama: İkipixel

Bu sitede bulunan resimler ve dökümanlar M. Sinan Genim'e aittir ve izinsiz kullanılamazlar. Ancak gerekli izin alındıktan sonra ve kaynak gösterilmek kaydıyla kullanılabilir.

Köşe Yazıları

TARİHTE YOLCULUK EDİRNE YAHUDİLERİ

 

23 BİN 839’DAN İKİYE DÜŞEN EDİRNE YAHUDİLERİ’NİN TARİHİ

 

“İstanbul Sinagogları”, “Türkiye Sinagogları”, “Bizans’tan 20. Yüzyıla Türk Yahudileri” ve daha pek çok kitabın yazarı olan Naim Güleryüz bu kez Edirne Yahudileri’nin hüzünlü tarihini araştırıp kaleme almış. Birinci el kaynaktan bilgilerin yer aldığı kitapta, sadece Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi değil aynı zamanda Doğu Roma Dönemi ve Grekçe ibadet eden Yahudiler gibi ilginç hikayeler de yer alıyor.

 

2005’te çocukluk arkadaşım İzzet Gündağ Kayaoğlu’nun anısına yayımladığımız “Hatıra Kitabı” için bir yazı yazmam gerekiyordu. Çocukluğumuzu ve gençliğimizi birlikte geçirdiğimiz Kuzguncuk’u yad etmek amacıyla da “Bostancıbaşı Defterlerinde XIX. Yüzyılın Başında Kuzguncuk Sahili ” konulu bir makale yazmaya karar verdim.

 

Kuzguncuk’un Türk iskanı ile ilgili pek çok yayının yanında özelikle gayrimüslim nüfusu ve onların yapıları hakkında Eremya Çelebi, İnciciyan, Kevork Pamukciyan ve Pars Tuğlacı gibi Ermeni kaynakları bulunmasına karşı hemen hemen hiçbir Rum ve Yahudi kaynağına ulaşamadım. XVIII. yüzyılın başlarından itibaren Kuzguncuk’a yerleşmeye başlayan Ermeniler’e ait çok sayıda yayın olmasına karşı daha fetihten önce burada yaşayan Rumlar ve daha sonraları bu köye yerleşen Museviler hakkında neden bu kadar az bilgi bulunduğunu merak ettim. Sanırım Ermeniler’in erken tarihlerden itibaren yaşadıkları çevre ve bu çevrede oturanlar hakkındaki çok sayıda yayına karşı Rumlar’ın, belki de kayıtlarını Grekçe yazdıkları ve bu yayınlar dilimize tercüme edilmediği için, bilgilerine ulaşmakta zorluk çekmekteydik. Ancak bu düşüncenin yetersiz kaldığı, fetih ve hemen sonrası hakkında çok sayıda Grekçe yayın olduğu ve dilimize çevrildiğini de unutmamak gerekiyordu.

 

Sanırım İstanbul’da yaşayan Rumlar özellikle son döneme ait kayıt tutmakta ve bunları yayımlamakta biraz tembel davranmışlardı. Rumlar’ın bu kayıtsızlığı büyük oranda Yahudiler için de geçerliydi. İspanya’da hüküm süren Engizisyon sonrası büyük oranda Osmanlı İmparatorluğu’na sığınan Yahudiler’in bu büyük kayıtsızlığı ne yazık ki onlar hakkında ilk elden bilgi edinmemizi zorlaştırmaktadır.

 

İKİ BİN YIL ÖNCESİ

 

Yahudi toplumu içinden çok az sayıda insan yaşadıklarını ve yaşam çevreleri hakkındaki bilgileri derlemek ve onları kayıt altına almak için çaba sarf etmişler. Çeşitli yazıları ile Rav. Abraham Danon (1857-1925) 6 ciltlik “Türkiye ve Ortadoğu Yahudilerini Tarihi” isimli kitabı ile Salomon Avraham Rozanes (1862-1938), “Osmanlı İmparatorluğu Musevileri Üzerine Bir Deneme” isimli kitabı Moiz Franco, “Türklük İncelemeleri”, “Türkler ve Yahudiler”, “Sabetay Sevi” ve “Sabetaycıların Gelenekleri” gibi çok sayıda kitabı ile Prof. Abraham Galante (1873-1961) yazarlar dışında adı anılmaya değer az sayıda araştırmacı bulunmakta. Günümüzde sevgili dostum Naim Güleryüz, yüzyıllardır süre gelen bu boşluğu doldurmak için büyük emek harcamakta; “İstanbul Sinagogları”, “Türkiye Sinagogları”, “500. Yıl Vakfı Türk Musevileri Müzesi”, “Bizans’tan 20. Yüzyıla Türk Yahudileri”, “Gaziantep Yahudileri”, “Toplumsal Yaşamda Türk Yahudileri”, “Türk Yahudileri Tarihi I ” ve son olarak “Tarihte Yolculuk Edirne Yahudileri” kitapları ile geçmişin hatıralarını günümüze taşımaya çalışmakta.

 

“Tarihte Yolculuk Edirne Yahudileri” kitabı, on iki bölümden oluşmakta. Birinci bölümde Serhat Kenti Edirne’nin kuruluşundan günümüze kadar geçen serüveni anlatılıyor. İkinci bölümde ise Yahudiler’in Edirne’ye yerleşimleri, kökenleri, nüfus büyüklükleri, yerleşim yerleri ve meslekleri hakkında bilgi verilmekte. Günümüzde hemen hemen hiçbir Musevi’nin yaşamadığı Edirne’ye Museviler’in yerleşme tarihi çok erken dönemlere uzanmakta. Bir dönem Edirne’ye ismi verilen Roma İmparatoru Hadrianus’un 132 yılında Bar Kohba isyanı dolayısıyla Filistin’deki Yahudiler’e her türlü baskı uygulamasına karşı Edirne’deki yerleşik Yahudilerin günlük hayatlarına devam ettiği de bilinmekte.

 

Görüldüğü gibi Edirne’de Yahudi iskanının tarihi günümüzden iki bin yıl öncesine kadar uzanmakta. Ancak daha sonra Doğu Roma hakimiyetine geçen Edirne’deki yaşam giderek zorlaşır ve yapılan baskılar sonucu İbranice yerine Grekçenin yaygınlaşması sağlanır. Güleryüz, daha sonraları Yahudi İspanyolcasında sıkça görülen bazı Grekçe kelimelerin bu dönem mirası olduğu olduğunu ileri sürüyor.

 

Doğu Roma döneminde Kırım ve Polonya’dan göçenler nedeniyle Edirne’de Yahudi nüfusu artar. Mesela 1361 tarihinde Murad Hüdavendigar’ın Edirne’yi fethi sırasında uzun yıllar çeşitli istilalar sonucu bakımsız kalan ve nüfusu azalan şehirde az sayıda fakir ve Grekçe ibadet yapan bir Yahudi nüfusu bulunmakta.

 

GREKÇE İBADET YAPAN YAHUDİLER

 

Bu dönem Edirne Yahudiler’inin “karanlıktan aydınlığı, esaretten özgürlüğe ” geçişinin başlangıcı olur (s. 35). Bursa’dan getirilen ve Osmanlıca bilen Yahudiler ise kısa süre içinde bir yandan dil eğitimi verirken, diğer taraftan bu insanların Osmanlı İmparatorluğu’na adapte olmasını sağlar: “Bu arada, değişik Balkan kentlerinde baskı altında yaşayan Yahudiler de Osmanlı ülkesine göç ederek ‘Hilalli bayrağın adalet ve hoşgörü getirdiği’ topraklara yerleşirler. ” (s. 36).

 

Macaristan (1376), Fransa (1394) ve Bavyera’dan gruplar halinde Edirne’ye gelen yeni Yahudi toplulukları kısa süre içinde Edirne’nin bir ticaret şehri olarak gelişmesine ve yeni bir kültürün oluşmasına yardımcı olurlar. Hemen akabinde 1492 yılında İspanya’yı terke mecbur edilen Yahudi toplulukları da Edirne ve çevresindeki şehirlere (Selanik, Livadiye, Tırhala) yerleşirler.

 

Yavuz Sultan Selim döneminde H. 925/ 1519 tarihinde düzenlenen 77 numaralı Tahrir Defteri’nde Cemaat-ı Katalan, Cemaat-ı Portukal, Cemaat-ı Alaman, Cemaat-ı Polya (Polonya), Cemaat-ı Grvz, Cemaat- Toledo, Cemaat-ı Aragon, Cemaat-ı İspanyol olmak üzere Edirne’de sekiz ayrı Musevi topluluğu bulunmaktadır. H. 979/1570-71 tarihli defterde ise Cemaat-ı Hiçilye (Sicilya), Cemaat-ı İtalya, Cemaat-ı Sürgünan-ı Yahudiyan ve Yenice Cemaat-ı Portukal olmak üzere cemaat sayısı on ikiye çıkar. Çeşitli ülkelerden Edirne’ye gelen bu cemaatlerin sayısı giderek artar ve yirminci yüzyılın başında kentteki sinagog sayısı on beşe kadar çıkar. 2 Eylül 1905 gecesi Edirne için büyük bir felaket doğurur. Bu yangın sonrası 1.100 ev, 252 dükkan, 28 depo, 6 eczane, 8 fırın, 13 ahır, 1 cami, 4 kilise, 13 sinagog ve 5 okul olmak üzere 1.430 binanın yanması günlük hayatın büyük oranda değişmesine yol açar. “Edirne Yahudileri’nin yaşamında ‘artık hiçbir şey eskisi gibi olmadı’, kalan veya yeniden inşa edilen sinagoglarda bile eski ‘aidiyet duygusu’ bir daha geri dönmedi” (s. 43).

 

Doğu Roma döneminde tekstil, deri eşya ve şarap ticareti ile meşgul olan Yahudi esnafı Osmanlı hakimiyeti süresince de hemen hemen aynı meslekleri ifa etmeye devam eder. Daha sonraları bankerlik, avukatlık, doktorluk, eczacılık gibi meslekler edinen Edirne Musevi cemaati içinden çok sayıda devlet memurluğu görevinde bulunanlar da çıkar. 1905-1906 nüfus sayımında 23.839’a ulaşan Edirne Musevi nüfusu, Balkan Savaşları’nın getirdiği olumsuz ekonomik koşullar, devletin giderek küçülen coğrafi yapısı nedeniyle hızla gerileyerek 1914’te 15.686’ya geriler. İstiklal Savaşı sonrası kurulan Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde Edirne artık bir sınır kenti olup, ticaret hacmi daralmıştır.

 

1927’de kentteki Musevi nüfusu 5.697’e düşer, bu nüfus kaybı bir anlamda, giderek ticaretten uzaklaşmasına ve ekonomik olarak gerilemesine yol açar. 1934 Trakya Olayları, iki bin yılı aşkın Edirne’de yaşayan Musevi cemaatinin yok oluşuna giden bir yolun başlangıcıdır. 1935 nüfus sayımında 4.071’e, Varlık Vergisi sonrası 1945 sayımında 2441’e, İsrail Devleti’nin kuruluşu sonrası yaşanan göç sonrası 1960 yılındaki nüfus sayımında 435’e gerileyen Musevi sayısı, 1980 sayımında 63’den ibarettir. Günümüz Edirne’sinde ise yalnızca iki Musevi bulunmaktadır.

 

TEK TİP KÜLTÜR

 

Sayıları giderek azalan ve yapıları zaman içinde sahipsizlik nedeniyle tahrip olan Edirne Musevi cemaati ile ilgili bu araştırma bize hemen hemen her Anadolu şehrinde yerleşik farklı inanç ve kültürdeki insanlarımızın hikayesini anlatmaktadır. Özellikle 1934 Trakya Olaylarını ve Varlık Vergisi’nin sonuçlarını birinci ağızdan anlatan insanların yaşadıkları gerçekten hüzün vericidir (s. 205-212). Günümüzde şehirlerimiz tek düze hale geldiğinden, kültürel olarak çeşitliliğin yok olduğundan sıkça şikayet edildiğini görmekteyiz. Yaklaşık iki bin beş yüz yıl önce Aristoteles, “Politika”da “Bir şehir, farklı türde insanlardan oluşur; benzer insanlar bir şehir meydana getiremez” demektedir. İçinde yaşamakta olduğumuz kültürel sıkıntıların büyük oranda tek tip insan yetiştirme arzumuzdan kaynaklandığını, eğer bu yolda devam edersek daha sıkıntılı günler yaşayacağımızı en iyi şekilde Edirne Musevileri’nin serüveni bize anlatıyor.

 

1905 yangının sonrası, hemen herkes felaketi büyük bir üzüntü ile değerlendirirken; Edirne Alliance okulu müdürü Moiz Mitrani’nin olaya farklı bir açıdan yaklaşması ve olayı “Bazı salgın hastalıklara da neden olan eski Yahudi mahallelerinin yok olarak modern standartlara göre yeniden yapılanması, Müslüman, Rum, Ermeni cemaatleriyle beraber yaşanması, inşaat ve mobilya sektörünün canlanması için bir fırsat olarak yorumlaması” (s.43) farklı toplulukların bir şehri yeniden hareketlendirmesi için örnek olmalıdır.

 

Anadolu toprakları binlerce yıldır farklı dil, din ve ırktan oluşan insanların yaşadığı bir alandı; giderek bu özellikten uzaklaştıkça, soylulaştırma sonrası bulmayı umduğumuz rahatlık yerine, büyük bir rahatsızlık yaşadığımız bir gerçektir. Edirne örneğinde olduğu gibi çoğu şehirlerimiz geçmişteki bu birlikte yaşama kültüründen giderek uzaklaştı, bazı insanlar göç etti, bazıları ise Ahmet Yaşar Ocak’ın dile getirdiği gibi kendi inancını gizleyerek yaşamına devam etme yolunu seçti. Bazı olayları değerlendirirken bu inanç gizlenmesinin sıkıntılarını görmezden geliyor ve sonuca varmakta zorlanıyoruz. Naim Güleryüz gibi araştırmacılara, geçmişin yaşantısını bize hatırlatan araştırmalara ve sayıları giderek azalan insanlar ile yapılacak sözlü tarih çalışmalarına şiddetle ihtiyacımız var. Dilerim, Allah ona uzun bir ömür verir. Naim Bey’de geçmişin değerlerini bize aktarmak için çalışmaya devam eder. Giderek artan tek tip insan çabalarına karşı, Sultan II. Mahmud’un iki yüz yıla yakın süre önce söylediği bir sözünü hatırlatmak isterim.

 

“Ben tebaamın Müslüman’ını camide, Hıristiyan’ını kilisede, Musevi’sini de havrada fark ederim. Aralarında başka güna (fark) yoktur. Cümlesi hakkında mubahbet ve adaletim kavidir (sağlamdır) ve hepsi hakiki evladımdır.”