Site Tasarım: Savaş Çekiç Uygulama: İkipixel

Bu sitede bulunan resimler ve dökümanlar M. Sinan Genim'e aittir ve izinsiz kullanılamazlar. Ancak gerekli izin alındıktan sonra ve kaynak gösterilmek kaydıyla kullanılabilir.

Köşe Yazıları

İSTANBUL VE KAYIKLARI

 

İstanbul denilince akla ilk gelen Boğaziçi’dir. Boğaziçi denince benim aklıma ilk gelen ise yapılardan çok kayıklardır. Ama şimdi dönüp bugünkü Boğaziçi’ne bakınca üzülmemek elde değil; tüm bu güzelim kayıklardan bir tane bile görmek mümkün değil...

 

Günümüzden 10.000 yıl önce buzulların erimesi üzerine dünya denizleri yaklaşık 110 ile 20 metre yükselir ve Akdeniz ile Karadeniz birleşerek Çanakkale ve İstanbul Boğazlarını oluşturur. Her ne kadar ülkemiz iki boğaza sahipse de, geçmiş ve günümüzdeki yaşantısı nedeniyle Boğaziçi’nin ayrı bir önemi vardır. İstanbul denilince akla ilk gelen Boğaziçi’dir. Boğaziçi denince benim aklıma ilk gelen ise yapılardan çok kayıklardır. Dikkat ederseniz “sandal” demedim, “kayık” dedim. Çünkü yüzyıllar boyu varlığını sürdüren kayıklar, XIX. yüzyılın ortalarından itibaren giderek artan vapur seferleri sonucu önemlerini kayıp eder ve yerlerini büyük oranda sandallara bırakırlar. Günümüzde “kayık” sözcüğü pek bir anlam ifade etmez; her ne kadar “sandal” anlamında kullanılırsa da kast etmek istediğimiz taşıt tipini anlatmaz. Kayık kendine has özellikleri ve farklı tipleri olan, kürek ile hareket ettirilen, biraz da İstanbul’a has bir deniz aracıdır. Öz Türkçe bir kelime olan kayık sözcüğü, Farsça, Bulgarca, Sırpça gibi komşu ülke dillerine geçtiği gibi İtalyancada da kendine yer bulmuştur. Su üzerinde kayıp giden küçük teknelere verilen bu isim, günümüzde yerini ilk örnekleri sanlan ağacından yapıldığı için “sandalion” adıyla anılan Yunancadan dilimize geçen bir kelimeye terk eder.

 

‘PİYADE’ VE ‘PEREME’

 

Kayık denince ilk akla gelen hiç şüphesiz “piyade”dir. Genelde tek kürekçili, dümeni olmayan, iki yolcu kapasiteli bu taşıt, zaman içinde uzunluğu artırılarak iki veya üç kürekçili, beş altı yolcu taşıyacak hale gelir. İnce, uzun narin yapılı bu kayık, çoğunlukla kerestesi hafif olan ıhlamur ağacındanyapılır. Hassas olan dengesinin kontrolünü sağlamak içinse küreklerinin baş kısımları lobut gibi ağır yapılmakta, böylelikle kayığın dengesi küreklerin ağırlığı ile sağlanmaktadır. Eski gravür ve fotoğraflarda pek çok örneğini gördüğümüz bu kayıkların nerede ise hiç bir örneğinin günümüzde bulunmaması gerçekten üzüntü vericidir.

 

Bir diğer tekne türü ise piyadeye nazaran daha hantal gözüken ve “pereme” adı ile anılan kayıktır. Özellikle İstanbul ile Boğaz köyleri arasında yolcu ve yük taşımak için kullanılan bu kayıklar, piyadelere göre daha büyük olup, kıç taraflarında bir de dümeni olan teknelerdir. Gövdeleri piyadeye göre daha geniş, buna karşın boyları daha kısadır. Piyadelerde kürekçilerin oturarak kürek çekmelerine karşın, peremeler de kürekçiler ayakta kürek çekmektedirler. XVI. yüzyıldan itibaren peremelerin bozulmaya başladığı konusunda kayıtlara rastlamaktayız. Örneğin bir padişah fermanında şöyle der: “Hâlâ Boğaz’da işleyen peremelerin önceki üslubundan çıkıp, uzun ve ensiz olup... Emri şerifime aykırı olan yapılan, ince, ensiz peremelerin kesinlikle çalıştırılmayıp, kesip, paralayıp çalışmalarına mani olun.”

 

‘SALAPURYA’ VE ‘ŞAYKA’

 

Zaman içinde peremeler hemen hemen benzer yapıda olan “Pazar Kayığı” ile yer değiştirler. Oldukça büyük olan pazar kayıklarının çoğunlukla Boğaziçi, bazı dönemlerde Haliç’te de çalıştırıldıkları bilinmektedir. Çeşitli vakıflara ve özel şahıslara ait olan bu kayıklar, yolcuların yanı sıra yük detaşımaktadırlar. Tüm bu kayıklar gerek İstanbul gerekse Boğaz köylerinde bulunan iskelelere kayıtlı olup, şehrin belediye işleri ile sorumlu kimselerce denetlenip, yolcu ve yük ücretleri belirlenmektedir. Bu arada çeşitli emirnameler ile yolcu ve yük almada vakıflara ait olan kayıkların önceliği bulunmaktadır. Vakıf kayıkları dolmadan özel şahıslara ait kayıkların yolcu ve yük almasına mani olunması istenmektedir. Yapısının oluşturduğu hassas denge nedeniyle yelken takılamayan piyadelerin yanı sıra pereme ve pazar kayıklarına da yelken takılması yasaktır. İki, dört veya altı kürekçili bu kayıkların kürek gücü ile yol alması gerekir.

 

Piyade, perem, pazar kayığı bir dönem sıkça rastlanan kayık türleriydi, ama kayık türleri elbette bunlar ile sınırlı değildi: “kırlangıç”, “mumhane kayığı”, yangın tulumbalarının taşındığı “ateş kayığı”, şehrin odun ihtiyacını temin eden “odun kayıkları”, Üsküdar ile Beşiktaş arasında at ve benzeri büyükbaş hayvanların taşınmasında kullanılan “at kayığı”, Dalyanda kullanılan “dalyan mavnası”, “salapurya”, “şayka” ve özellikle balıkçıların kullandığı “kancabaş”...

 

VE ‘SALTANAT KAYIĞI’

 

Burada özellikle bahis etmek istediğimiz bir diğer kayık tipide, geçmişten kalan bir kaç örneği Beşiktaş’taki Deniz Müzesi’nde teşhir edilen “saltanat kayıkları”dır. Saltanat kayıklarına nazaran daha küçük olan “vükela” ve “elçi kayıklarını” da unutmamak gerekir.

 

Bir dönem Osmanlı İmparatorluğu ordusunda hizmet gören ve daha sonra Alman ordusunda mareşal rütbesine kadar yükselen Helmuth von Moltke, bir mektubunda padişahın geziye çıktığı saltanat kayığını şöyle tarifeder: “Dün bir yerde otururken padişahın kayığı (Sultan II. Mahmud) büyük bir hızla yaklaştı. Üzerinde nişan olarak bir martı bulunan uzun, gayet zengin tarzda süslenmiş burun bir ok gibi dalgaları yarıyor, on dört çift kürek, koyu mavi sular üzerine kar gibi beyaz şeritle, saltanat kayığının geçtiği yolu çiziyordu. Kayığın arka tarafından bir sayeban bulunuyor, bunun altında da müminlerin hükümdarı kırmızı kadifeden minderler üstünde oturuyordu. Önünde hassa hademeleri diz üstünde duruyor, arkasında reis dümen tutuyordu. Yine böyle bir kayık, boş olarak az uzaktan bunun arkasından geliyordu, çünkü gelenek, padişahın geldiği vasıtayı dönüşte asla kullanmamasını emrediyor”.

 

Moltke Sultan II. Mahmud’a ait kayığın on dört çifte olduğundan söz eder, bugün müzede bulunan ve Sultan IV. Mehmed’e ait olan saltanat kadırgası ise 24 oturaklı, 48 kürekçilidir. Sultan Abdülmecid’e ait olan ise 13 çifte küreğe sahiptir. Hiçbir Osmanlı vatandaşı veya elçiler dahil yabancılar on çifte kürekçiden fazla kürekçisi olan kayık yaptıramaz ve bunlara binemezlerdi. Kabul edilen usule göre, sadrazam ve şeyhülislamlar on çifte, Anadolu ve Rumeli kazaskerleri ile İstanbul, Üsküdar, Eyüp ve Galata kadıları 8 çifte kürekçili, diğer görevliler ise 3 çifte kürekçili kayıklardan büyük kayıklara sahip olamaz ve binemezlerdi. Sultan III. Mustafa’nın saltanat sürdüğü yıllarda İstanbul’da bulunan Fransız Büyükelçisi Ferriol’ün Tarabya’da bulunan elçilik yazlığına gitmek için izin verilenden fazla kürekçili bir kayık kullandığı ve kayığın içini kırmızı kumaş ile kaplatıp, Boğaziçi’nde gösterişli gezintilere çıktığı duyulduğunda, kendisine kayık kullanma yasağı getirilmiş ve Ferriol elçi olarak bulunduğu dönem boyunca Tarabya’ya Kağıthane yoluyla at üstünde gitmek mecburiyetinde kalmıştır.

 

Şimdi dönüp bugünkü Boğaziçi’ne bakınca üzülmemek elde değil, tüm bu güzelim kayıklardan bir tane bile görmek mümkün değil. Üstelik tüm yasaklamalara rağmen tekneler belirtilen hız sınırlarını aştıkları için Boğaz her daim dalgalı ve böylesi narin tekneleri kullanmak çok zor. Yine de Haliç gibi çok özel bir denize sahibiz, acaba piyade, pereme ve saltanat kayıkları benzeri teknelerle niçin yaz aylarında bir şenlik yapıp hem kendimizi, hem de şehrimizi ziyaret edenleri bu teknelerde ağırlamayız. Bu şehrin geçmişten kalan çok önemli kültürel araçları var, yalnızca camileri, anıtsal yapıları geziye açmak yeterli mi? Çok daha dar su yollarına sahip Bruges, Gent, Berlin, Paris ve benzeri şehirlerde yapılan tekne gezilerini gördükçe üzülüyorum. Sahip olduklarımızın farkına varıp ne zaman bizde onlarla rekabet edeceğiz diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Hele Venedik yüzyıllardır, bizim kayıklarımıza nazaran çok daha hantal, hareket kabiliyeti sınırlı sandalları ile tüm dünyaya caka satarken bizim hiç bir şey yapmamamızı kabul etmek mümkün değil. Dilerim gelecekte yüzyıllar boyu İstanbul ve Boğaziçi’ni süsleyen bu tekneleri müzeler yerine denizlerimizde görürüz.

 

“Gün olur unuturmuş insan en sevdiği hatıraları meğer,
Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer.”
Hayâlî