Site Tasarım: Savaş Çekiç Uygulama: İkipixel

Bu sitede bulunan resimler ve dökümanlar M. Sinan Genim'e aittir ve izinsiz kullanılamazlar. Ancak gerekli izin alındıktan sonra ve kaynak gösterilmek kaydıyla kullanılabilir.

Köşe Yazıları

TÜRKİYE NEREYE GİDİYOR?

 

TÜRKİYE’NİN PUSULASI NEREYİ GÖSTERİYOR?

 

Marc Pierini Türkiye Nereye Gidiyor? adlı kitabında bizim dışımızdan gelen ama bir süre bizimle birlikte yaşayan bir insanın ülkemizde yaşadıklarını, problem olarak gördüklerini ve çözüm önerilerini aktarıyor.

 

“Türkiye hızla dönüşüyor, birçok yoldan Avrupa’ya entegre oluyor, uluslararası sahnede çok önemli hedefler ortaya koyuyor, ülkeyi yönetenler tarafından yüceltiliyor ve aynı zamanda kendi iç dengesini bulmak için mücadele vermeye devam ediyor? Avrupa’da çok sayıda politikacı Türkiye’yi açıkça eleştiriyor, ama ekonomik ve güvenlikle ilgili nedenlerden dolayı ona ihtiyaç duyuyor. Kamuoyu gözünde ise Türkiye’nin oldukça eski ve çoğunlukla olumsuz bir imajı var. İşte bu nedenle bu deneme, çağdaş Türkiye’ye ‘ötekinin gözünden bakmayı’ öneriyor” (s. 11). 2006-2012 yıları arasında, altı yıla yakın süre ülkemizde AB temsilcisi olarak bulunan Fransız diplomat Marc Pierini, “Türkiye Nereye Gidiyor? Avrupalı Bir Gözlemcinin Notları” adlı kitabına yukarıdaki sözlerle başlıyor. Pierini, başta Türkçe öğrenme konusundaki deneyimlerini aktarıyor, sonra Türk toplumunun seçkin nezaketinden söz ediyor, daha sonra Türkler'in gururundan bahis ediyor. “Üst kademeden bir idari memur, eğer ortalıklarda iş yaptırabileceği daha alt kademeden bir memur bulunuyorsa, asla bir karton kutuyu ya da herhangi bir eşyayı taşımaz. Göreviyle ilgili sahip olduğu fikir böyle bir işle bağdaşmaz” (s. 18). Bir diğer tespiti ise; “Türk toplumu, ülkenin neresinde ve hangi toplumsal sınıftan olursa olsun, maddi imkânı olsun olmasın, ölçüsüz derecede dost canlısı bir toplum... Misafirperverliğin ilk kuralı, her bakımdan bolluktur. Batı Avrupa’da uzun zamandır unutulmuş olan ve kolaylıkla israf olarak damgalanan bu tavır, burada yalnızca misafire gösterilen saygının işaretidir.” (s. 21).

 

HER ŞEYİ BİLME ARZUSU
 

 

Türk toplumumun her şeyi bilme ve tartışma arzusu Marc Pierini’yi şaşırtır. “Politika merakı herkese yayılmış durumda, herkes her konuda her şeyi biliyor, dağ başındaki ücra yerde bile öğrenmek ve tartışmak istiyor” (s. 23). Yazarı şaşırtan bu duruma bizler alışığız, sanırım Marc Pierini yıllar önce rahmetli Uğur Mumcu’nun tespitini duymamış olacak. Halbuki bizim toplumumuzun büyük bir çoğunluğu “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmuş” kişilerden oluşmaktadır. Ülkemizin kültürel mirasının korunmaması veya korunamaması sorunu da yazarın ilgisini çeken konular arasında. “UNESCO Dünya Doğal ve Kültürel Mirası aday listesinde yer alan Harran ilçesinde, tartışma (evrensel sayılabilecek) kültürel varlıkların korunması ile kentsel kalkınma arasındaki uyuşmazlığa odaklanıyor... Yine aynı listede yer alan Suriye yakınındaki Mardin’de bir kahvenin çardağı altında, yine mimari mirasın korunması ile turistik kalkınmanın gereklilikleri arasındaki uyum sorunları tartışılıyor.” (s. 26-27). Kendimi bildim bileli bu tartışma yaşanmaya devam ediyor, hala bazılarımız insanların beklentilerine karşı bu sorunu bir uzlaşma ve korumanın getireceği zenginleşmeyi sağlayarak çözmek yerine, devletin kahredici gücünü kullanarak, yasaklama ve her tür çözüm önerisini görmezden gelme gibi çağ dışı yöntemlerle çözümsüz bırakmayı düşünebilmektedir. “...Avrupa standartlarının kendileri ve çocukları için ilerleme demek olduğunu gayet iyi anlıyorlar. Hatta daha da ileri giderek, halkın Avrupa tarzı modernlikten haz aldığını ve hükümetin geriye doğru atacağı her adımın bugün artık sorun yaratacağını iddia ediyorum... Bu geniş ülkenin yöneticilerinin, hangi kanattan olurlarsa olsunlar, hiç kuşkusuz bu konuda düşünmeleri gereken çok şey var” (s. 29). Çok doğru bir teşhis, çoğunluğumuz Avrupa Birliği’ne katılmayı, serbest dolaşım hakkı, yeni iş olanakları olarak düşünse de, bu birliğe katılmak özellikle son günlerde büyük sıkıntısını çektiğimiz hukuk alanındaki düzenlemeler ve özgürlüklerin genişlemesi açısından yaşamımıza pek çok şey katacaktır. Marc Pierini 2008 yılı Mayıs ayında, bazı büyükelçiler ile birlikte bir proje çalışması için Anadolu gezisine çıkar, projenin konusu “Avrupa Edebiyatı Türkiye’de Türk Edebiyatı Avrupa’da” dır. Şanlıurfa’daki bir okul ziyaretleri sırasında biri Alman, diğeri Avusturyalı iki yazar ve Pierini otobüsün etrafında toplanan halkın sorularına cevap vermeye çalışmaktadırlar. Bu arada Kıbrıs üzerine iki soru gelir, tam cevap vermeye hazırlanırlarken 14 yaşlarında bir öğrenci müdahale eder. “Siyasetten değil, edebiyattan konuşmak üzere buraya geldiniz. Bu sabah okulumuza da geldiniz ve hala bazı sorularım var. Yazar olmak istiyorum ve hanımefendiye nasıl yazar olduğunu sormak istiyorum. Benim yaşımdayken ne kadar kitap okuyordu, her gün biraz yazmamı tavsiye eder mi?” “Türk okullarında hakim olan neredeyse askeri disiplin ve hiyerarşi anlayışı düşünüldüğünde böyle bir tavır insanı hayrete düşürüyor. Kendisine olanak tanındığında her şeyi hayal etmeye hazır Türk gençliğine güvenmek için iyi bir sebep bu.”

 

TEK TİP MESELESİ
 

 

Ne kadar acı bir tespit değil mi, çok uzun yıllardır tek tip insan yetiştirmeye çalışıyoruz. Geçen yüzyılda, tek sesli bir medyanın ve kısıtlı haberleşme imkânlarının varlığı belki bu anlayışı mümkün kılmaktaydı. Belki diyorum çünkü hemen hemen her dönem farklı seslere ve farklı düşüncelere tahammül edemeyen iktidarlar ülke sathında büyük bir sansür ağı oluşturmuşlardır. Bu ülkenin çok sayıda insanı yalnızca düşünceleri veya inançları sebebiyle büyük sıkıntılar çekmiştir. Günümüzde ise tam tersi olmakta daha önceleri sıkıntı çekenler, sanki bir intikam alırcasına çektikleri sıkıntıları şimdi başkalarına çektirmek üzere hareket ediyor gibiler. Benim güzel ülkemde ne yazık ki, iktidar olanlar ülkedeki bozuklukları sistemli bir şekilde düzeltmek ve bir daha ortaya çıkmayacak şekilde tedavi etmek yerine, farklı bir düşüncenin egemenliğini sağlamak için bozukların devam etmesine göz yummaktalar. “Türk idaresinde güç sahibi olmak kesinlikle boş söz değil” (s. 37). “Dalgaların üzerine kurulmuş her metropol gibi, İstanbul’da salt coğrafi konumu, denizin, toprağın ve insanın yaşamının iç içe geçmiş olmasıyla insanı büyülüyor... 14 milyonluk nüfus için ‘yalnızca’ iki buçuk milyon motorlu aracın bulunduğu İstanbul, New York ya da San Francisco’nun devasa boyutlarından ve Şanghay ya da Singapur’un ekonomik büyüme oranlarından henüz oldukça uzak. Ama yine de insanı etkiliyor” (s. 42). Bin yıllardır bu ülkenin malik olduğu kültürel birikim, şehirlerinin gerek coğrafi gerekse kültürel özellikleri tüm dünyanın beğenisini toplar. Hele de bir dönemin Konstantiniyye, şimdilerin İstanbul’u! Ama ne yazık ki 100 yıla yakın süredir giderek kimliğinden uzaklaşan, yeniden yapmak için yıkıma uğrayan bu güzelim şehirlerin sahibi yoktur. Bir grup insan plan yaparak bu bozulmalara önlem alınabileceğini düşünürken, hala masa başı kararlarla çözüme ulaşmaya çalışmaktadırlar. Örneğin on dört milyonluk İstanbul’un, on milyonluk bölümü kendi bildiğine oluşan yerleşmelerdir. Bu bölgeler herhangi bir plana bağlı olmaksızın oluştukları için, yol dokuları, alt yapıları, nüfus büyüklükleri inanılması güç problemler taşımaktadır. Bu bölgeleri yürürlükte bulunan şehircilik kuralları, imar kanunu, imar yönetmelikleri ve kişisel kabuller ile çözmek ise nerede ise mümkün değildir. Boş arazide yeni bir şehir kurar gibi düşünerek, gerekli yol dokularını oluşturmak, alt yapıyı düzenlemek, okul, hastane, park gibi sosyal donatı alanlarını mevcut yapılaşma göz önüne alındığında çağdaş normlara uygun şekilde yeniden düzenlemek nasıl olacaktır? Yaşayan mevcut nüfusu belirli oranda azaltma çabalarına soylulaştırma, yükselen yapıları rant isteği olarak gören bazı kişilerin bu konuları gerçekten düşünüp çözüm önermelerini beklenirken, sırf muhalif olma amacıyla davranmalarını nasıl aşabiliriz. Bir toplumun önde gelen aydınları tüm enerjilerini yalnızca muhalefet etmeye, eleştirmeye yoğunlaştırdıkları taktirde acaba kim çözüm yolları geliştirecektir.

 

DOĞU VE BATI ŞEHRİ
 

 

“İstanbul’u gezmeye gelen turistlerin çoğu kentin oryantal yönleriyle ilgilendiklerinden yalnızca geleneksel yanını görürler: Camiler, çarşılar, çeşit çeşit butik ve restoranların iç içe geçtiği sokaklar. Bu da valizlerinde getirdikleri önyargılarla geri dönmelerine neden olur. Bir gün bir Fransız turistin bana dediği gibi: ‘Yapacak bir şey yok, burada kendimi Avrupa’da hissetmiyorum!” (s. 46). Elbette, İstanbul’da insan kendini Avrupa’da gibi hissetmeyecektir. Eğer hissederse zaten bir yanlış vardır. Kendinizi Avrupa’da gibi hissetmek için Avrupa’ya gideceksiniz. Burası başka bir ülke ve farklı bir kültür, kendine göre bir oluşumu ve kültürü var. Ama bu endişe aynı zamanda farkına varmadan bize yapılmış bir uyarıdır. İki derede bir arada kalmış bir şehirde yaşıyoruz, yüz yılı aşkın süredir, onu bir Batı şehrine dönüştürmek için anlamsız bir çaba içindeyiz. Halbuki başta İstanbul olmak üzere bizim şehirlerimiz Doğu şehridir ve geçmişte tüm insanlığın beğenisini sağlamışlardır. Şimdilerde ortaya çıkan problem kimliklerini muhafaza edememekten ileri gelir. Binlerce yıldır var olan ve kendi kültürel kabulleri doğrultusunda oluşan şehirlerimiz içinde büyümek yerine, onların yapılacak küçük müdahalelerle gelecek intikali, yeni şehirlerin onların çevresinde oluşturulması gibi düşünceye hala uyum sağlamış değiliz. Bu da ortaya karmaşık bir şehir yapısı çıkarıyor, kimse beklediğini bulamıyor. Eğer burası bir Avrupa şehri ise onun normlarını taşıyan bir görüntüsü olmalı, eğer bir Doğu şehri ise onun büyülü atmosferine ne oldu? Marc Pierini kitabının “Siyasal Dönüşüm ve AKP ve diğerleri” (s. 65-70) başlıklı bölümünde ülkemizin siyasal görünümüne ve halkımızın beklentilerine değiniyor. Öncelikle bu başlık ilginç, “AKP ve diğerleri” bu bölümün sonucundaki açıklamaları niçin diğerleri sözcüğünü kullandığını belli ediyor. “Türk toplumunun homojenlikten yoksun olması, karşıt konumlarını kararlılıkla savunan eğilimler arasında kutuplaşması, güçlü bir iç dialog geleneğinin yokluğu, ülkenin geleceği ile ilgili önemli konularda ulusal bir uzlaşma zemini bulunmasını zorlaştırıyor. Yeni anayasa etrafındaki tartışma bu nedenle Türkiye’nin geleceği açısından önemli bir sınav teşkil ediyor. Türkiye ve AB'nin bu tartışmaları müzakere sürecine dahil etme biçimi Türk demokrasisinin gelişimini etkileyen anahtar unsurlardan biri olacak” (s. 70). Bize biraz acı gelen bir değerlendirme ama, sanırım gerçek bu. Yüzyılı aşkın bir süredir, homojen bir toplum için yapılan bunca eziyete karşılık varılan sonuç istenenle uyuşmamakta. O zaman, istediği kadar içimize sinmese de bir yerde yanlış yapıldığının farkına varıp, doğruyu bulmak için hep birlikte çaba göstermemiz gerekir. Üstelik bizim kültürümüzde hatırlamamız gereken bir söz vardır. “Hata rabbanidir, hata da ısrar ise şeytani” belki de uzun zamandır, aynı hatalar da ısrar etmemizin sonuçlarını yaşıyoruz. Ülkemizde yeni yeni ortaya çıkan ve üzerinde konuşmaktan kaçındığımız bir davranış biçimi de Pierini’nin dikkatinden kaçmamış. “Orta Anadolu’daki başarının mimarı olan ‘İslami kalvinistler’ girişimcilikteki dinamizimleri, finansal başarıları ve İslami inançları arasında mükemmel bir uyum sergiliyorlar... Bu kişilerden biri, bu konuda Hazreti Muhammed’den bir alıntı yapıyor: ‘Rızkın onda dokuzu ticaret ve cesarettedir. Benzer bazı girişimciler ise ‘Dindar bir insan için çok çalışmak iyidir’ ya da ‘Fabrika kurmak ibadet gibidir’ diyorlar. Aralarından biri Protestanlığa bile gönderme yapıyor: ‘Anadolu kapitalistlerinin başarısı sahip oldukları Protestan iş ââından geliyor. Kendiniz için savurganlık yapmayın, spekülasyon yapmayın, kârınızı yatırıma dönüştürün” (s. 79). Günlük hay huy içinde, medyanın hazırlayıp bize sunduğu gündem etrafında oluşan hayatımız bazı gerçekleri görmemizi önlüyor. Türk toplumu değişiyor ve zenginleşiyor, Anadolu coğrafyasında yüzlerce yıl öncesine dayanan Ahi ahlakı egemen olmakta. Bu değişime bağlı olarak zenginleşiyoruz, şimdilik yeteri kadar sermayemiz olmasa da, zenginliğin yaygınlaşması konusunda bazı sıkıntılar çeksek de yakın bir gelecekte tüm bu dar boğazları aşacağımıza inanıyorum. Türk toplumu evrensel normlara uygun bir hukuksal ortama kavuştuğu, eğitimin kişisel özgürlüğe yönelik olarak yeniden düzenlenmesini sağladığı oranda varlığını güçlenerek devam ettirecektir. Homojen bir toplum olma yerine, farklılıkların özgürce ifade edilebildiği, öğrenmenin ve düşünmenin hiç bir kısıtlamaya uğramadığı toplumların önünün açık olduğu düşünmekteyim. Yüzyıllardır bu toprakları ziyaret eden ve gördüklerini günümüze ulaştıran yüzlerce yazar vardır. Kimi bu topraklarda yaşayanların başarısı över, kimi ise onları yerer, Marc Pierini de bu kitabı ile o kervana dahil oluyor. Bizim dışımızdan gelen ama bir süre bizimle birlikte yaşayan bir insanın ülkemizde yaşadıklarını, kendince problem olarak gördüklerini, çözüm önerilerini değerlendirmek için bu kitabı okumanızı öneririm.