Site Tasarım: Savaş Çekiç Uygulama: İkipixel

Bu sitede bulunan resimler ve dökümanlar M. Sinan Genim'e aittir ve izinsiz kullanılamazlar. Ancak gerekli izin alındıktan sonra ve kaynak gösterilmek kaydıyla kullanılabilir.

Köşe Yazıları

PERA BEYOĞLU VE ANILAR

 

Bir şehre kavuşamamak
Babam kışları ‘republique’ (cumhuriyet) denilen fötr, yazları bir hasır şapka takardı. İstiklâl Caddesi’nde yürüdüğümüz zaman rastladığı arkadaşlarını selamlamak için devamlı elini şapkasına götürüp onu hafifçe kaldırırdı. Ben ise Taksim’e vardım ve kimseyi selamlamadım!

 

Geçmişi ikiyüz yıla yaklaşan Kuzguncuk’lu bir ailenin çocuğuyum. Bugün ailemizden bir iki kişi hariç Kuzguncuk’ta yaşayan kalmadı, ancak yine de onu tümden terk etmek mümkün değil. Uzun bir süre ondan uzak kalsak da ömrümüzün sonunda Nakkaştepe’deki aile mezarlığa defin edilme gerçeğini unutmamak gerekiyor.

 

1977’de taşındığım Kuzguncuk’a aradan geçen 40 yıla yakın süre içinde nerede ise yılda biri aşmayan bir şekilde uğradım. Ondan ayrıldığım ilk yıllar yoğun bir çalışma içinde olduğum için vakit bulup da Kuzguncuk’a gidemedim. Daha sonra gittiğimde ise benim Kuzguncuk’umu bulamadım. Benim çocukluk ve gençlik dönemime nazaran daha popüler olmuş, çoğu bina yenilenmiş, yeni yapılar ve düzenlemeler yapılmıştı. Ama bu arada Kuzguncuk benim özlediğim ruhunu kaybetmişti. 1963 kışında her cumartesi öğleden sonra Ankara’dan otobüse binip akşam vakti piyasa için geldiğim, ertesi akşam tekrar geri döndüğüm bu büyülü yerleşme artık yoktu. Benim ve ailemin büyüklerinin doğup büyüdüğü mahallemize ne oldu diye düşünürken, elime Fortunato Maresia’nın “Pera Beyoğlu ve Anılar” isimli kitabı geçti. Büyük bir yürek burukluğu ile okudum, ben de tıpkı onun gibi yıllar sonra Kuzguncuk’un ana caddesinde bir aşağı, bir yukarı yürümüş ve selam verecek hiçbir tanıdığa rastlamamanın üzüntüsünü hissetmiştim. Doğup büyüdüğüm yerde, artık bir yabancı olduğumu anlamıştım.

 

ANADİL VE ÇOCUKLUK

 

1938 Beyoğlu doğumlu İtalyan-Fransız karışımı Levanten Maresia, mahallesinin okulları olan St. PulchÈrie ile Saint Benoit’de okuduktan sonra İstanbul, Sorbonne ve Paris üniversitelerinde eğitimini sürdürmüş. Sonra vatanına dönüp uzun yıllar ticaret ile meşgul olmuş. Uzun bir dönem mensubu olduğu İtalyan kolonisinin sosyal ve kültürel kurumlarının devamı için uğraşmış. Bu arada dilimize “Pera Beyoğlu ve Anılar” adıyla çevrilen “Se Beyoğlu mi Fosse Narrato” isimli İtalyanca kitabı yazmış. Her ne kadar İstanbullu olsa da Maresia Bey’in anadili elbette İtalyanca ve insanın çocukluk anılarını anadilinde yazması kadar tabii olan ne vardır ki? “Pera Beyoğlu ve Anılar” isimli kitabı okuyunca çok hüzünlendim; insanın milliyeti, inancı ne olursa olsun köklerinden bu kadar koparılması büyük bir günah diye düşündüm. Hoş kökenlerinden koparılan yalnızca o ve mensubu olduğu koloninin insanları mı? Ya bizim gibi İstanbul’un belki merkezinde değil ama onu yüzyıllar boyu büyük bir sevgi ile uzaktan seyreden yerleşmelerde yaşayan ve günümüzde çoğunluğu oluşturanlarla aynı millete ve inanca sahip olanlar? Jason Goodwin dilimize “Ufukların Efendisi Osmanlılar” adıyla tercüme edilen kitabının ön sözünde; “Bu kitap mevcut olmayan bir halk hakkındadır. ‘Osmanlı’ sözcüğü bir yer tanımlamaz. Günümüzde Osmanlıca konuşan yoktur. Sadece birkaç profesör onların şiirini anlar. 1964’te Sofya’da yapılan bir şiir sempozyumunda, bazı kişiler klasik Osmanlı şiirini tanıtmasını istediklerinde, bir Türk şair ters bir şekilde, ‘Bizim klasiğimiz yoktur’ diye yanıt vermişti.” Sanırım gerek İstanbul gerekse tüm ülkemizde bu ideolojik cevabın, geleceği düşünmeden yapılan her şeyi reddetmenin sonuçlarını yaşıyoruz. Klasiği olmayan ama yaşamın devam etmeye çalıştığı bir ülke ve onun yalnız insanları olarak!

 

Şimdilerde pek hatırlayan kalmadı ama bir dönemin İstanbul gazetelerinde şehir hayatını anlatan günlük yazılar yazılırdı. Basiretçi Ali Efendi, Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey, Sadri Sema, Sermet Muhtar Arus, Selim Nüzhet Gerçek, A. Ragıp Akyavaş’ın günlük yazılarına yetişemedim ama Haluk Şehsuvaroğlu, Sermet Muhtar Arus, Refi Cevat Ulunay ve Burhan Felek’in günlük yazılarını okurdum. İstanbul’un günlük gazeteleri yalnızca Türkçe değildi. 1950’li yıllarda İstanbul’da Rumca yayımlanan 3 (To Vima, Embros ve Iho), Fransızca yayımlanan 3 (La Republique, İstanbul, Le Journal d’Orient), Ermenice yayımlanan 3 (Marmara, Jamanak ve Agos) ile Musevi cemaatine tarafından Türkçe ve İbranice yayımlanan Şalom olmak üzere farklı düşüncelere yer veren 10 adet gazete yayınlanmaktaydı (s. 35-36).

 

BARUH EFENDİ

 

Bu geniş kültürel ortamı şimdilerde magazin basını doldurdu. Oysa Fortunato Bey kahve içmenin bile bir adabı olduğunu bize hatırlatmakta “Benim için, kahve içmek güzel bir terasta geçen insanları seyrederken güzeldir. Küçük rahatsız taburelerde hiçbir manzarası olmayan yerlerde kahve içmenin nasıl olur da zevkli olduğunu anlayamıyorum. Renkler ve zevkler tartışılmaz!” (s. 78).

 

Kuzguncuk’ta geçen çocukluk günlerimden kalan bir hatıra zaman zaman aklıma gelir. Mahallemizin bekçisi Baruh Efendi, enine boyuna geniş, iri yarı bir adamdı. Özellikle çocuklara sevecen bir bakışı vardı. Cüssesinin büyüklüğüne, korkutucu yapısına rağmen onunla konuşmaktan kaçınmazdık, nazik bir ses tonuyla bana “Küçük Bey” deyişini unutmam mümkün değil. Baruh Efendi Musevi asıllı, resmi üniformalı mahalle bekçimizdi. Gecenin bir yarısı, elinde ucu demirli uzun bir sopa ile Arnavut kaldırımı taş döşeli yollara vura vura evimizin önünden geçişini zaman zaman uykumda hissediyorum. Bir an Baruh Efendi geçiyor diye düşünüyorum. Bazı günler ise omuzuna astığı askının her iki yanına büyük tepsiler içinde Silivri yoğurdu asmış yoğurtçuyu, uzun kış gecelerinde, kar yağarken geçen bozacıyı hatırlıyorum. Bu arada 50’li yılların İstanbul’unda sık sık rastladığımız bu seyyar satıcıların yalnız geleneksel yaşantıyı sürdüren mahallelerde değil, Beyoğlu gibi kozmopolit yerleşmelerde de varlığını öğrenmek benim için de yeni bir bilgi oldu (s. 80). “Küçükken annem beni alışverişleri yapmaya götürürdü. Alman Hastanesi’nin karşısında bulunan Hocazade sokağından Balık Pazarı’na yürüyerek giderdik. Ben bir ipini ucunda çekildiği zaman başını sallayan tahtadan bir maymun oyuncak çekerdim. Her geçişimizde de polis trafiği durdurur, maymunumla geçmemizi sağlardı”. Elbette kaçınılmaz olarak şehirler büyüyecek, nüfusları artacaktır. Ama niçin biz bu büyümeyi şehir kültürünü muhafaza ederek başaramadık?

 

ŞEHİR TERBİYESİ

 

Ahmed Hamdi Tanpınar bir yazısında; “Şehir bir terbiyenin ve zevkin etrafında teşekkül eden müşterek bir hayattır” der, bir dönem var olan bu terbiyeyi ve zevki nasıl kayıp ettik, acaba tekrar ona erişme imkanına sahip olabilecek miyiz? İstanbul’un, özellikle de Beyoğlu bölgesinin bu renkli hayatı ne yazık ki, yanlış politikalar yüzünden yok oldu. Oysa toplumun renkleri aynı zamanda temsil ettiği toplumu yüceltir. Fortunato Bey, bir dönem Fransa Başbakanlığı görevini yürüten Edouard Balladur’un ailesinin günümüzdeki adıyla Kallavi (Glavani) sokakta oturduğunu söylüyor. Beyoğlu’nun bir sokağından Fransa Başbakanlığına uzanan bir yol, merak ediyorum acaba benzer kaç insan yolculuğuna İstanbul’dan başlayıp nerelere kadar yükselmiştir? “Caddenin bu kısmında (Markiz Pastanesi karşısı) meşhur erkek giyim mağazası Collaro bulunurdu. Burası kendi başına hakiki bir kurumdu. Vitrininde her hafta değişen tek bir giysi bulunurdu. Bazen bir gömlek, bazen bir çift eldiven, bir kravat veya bir çift ayakkabı olurdu sergilenen”. 50’li yıllar için ne büyük bir tasarım anlayışı, günümüzde dünyanın önde gelen mağazalarında veya sergilerde sunulan benzeri çalışmaların yıllar önce İstiklal Caddesi’ne renk veren bir vitrinde sunulduğu bilmek büyük bir övünç (s. 33).

 

Fortunato Bey, kitabının sonunda çocukluğundan gelme bir alışkanlıkla Taksim’den Yeni Mahalle’ye döneminin otobüs duraklarını sıralıyor. Taksim, Dolmabahçe, Beşiktaş, Ortaköy, Kuruçeşme, Arnavutköy, Bebek, Rumeli Hisarı, Emirgân, İstinye, Yeniköy, Tarabya, Kireçburun, Büyükdere, Sarıyer Yeni Mahalle... O dönemde birer durağa sahip idiler mi bilmem ama sanırım bu sıralamada Kefeliköy veya Çayırbaşı da olmalı. O bu durakları sıralar da ben iskeleleri sıralamam mı? Köprü, Üsküdar, Kuzguncuk, Beylerbeyi, Çengelköy, Vaniköy, Kandilli, Küçüksu, Anadolu Hisarı, Kanlıca, Çubuklu, Paşabahçe, Beykoz. Her ne kadar Anadolu Kavağı bir Anadolu yakası iskelesi olsa da, daha çok Rumeli yakası ile irtibatı olduğu için, şehir hatları vapurları, Boğaz’ın şamandıralara bağlı olarak ağzına gerilmiş ağları geçerek Rumeli Kavağı’nı takiben Anadolu Kavağı’na uğrarlardı. Bir kitabımda vapurların kalkış ve yanaşış iskelelerini sıralarken Köprü yazdığım için eleştiriye uğradım. Hangi köprü, köprüye vapur yanaşır mı, diye sorulduğunu unutamıyorum. Nereden nereye Fortunato Maresia’nın anılarının yanı sıra bugünleri çocukta olsa yaşayanlar, onları yetiştiren bu şehre borçlarını anılarını kaleme alarak ödemeye çalışmalıdırlar.

 

Günümüzde İstanbul nostaljisi yaşayan, Beyoğlu’nun her türlü kültürü ile korunması gerektiği konusunda çalışma yapanlar Fortunato Maresia’ın bu kitabını mutlaka okumalılar. Bir kültürün yaşaması ve devamı için en önemli değer, her şeyden önce insandır. Hepimizin bilmesi gerekir ki taşı, toprağı, yapıları, yolları korumanın öncesinde o şehrin insanını korumak gelmektedir. O şehrin insanları ve onların yaşam sevinçleri...

 

BEYOĞLU KÜLTÜRÜ

 

İnsanını ve onun yarattığı renkleri ve onların oluşturduğu büyülü atmosferi koruyamayan bir şehrin, yalnızca yapıları koruması ne derece mümkündür. Ne yazık ki, bir şehri oluşturan insanları ve kültürel birikimini görmezden gelen bir anlayışın sonucunu yaşamaktayız. Umarım Fortunato Bey ve benzeri kişilerin anıları bizi yeni düşüncelere götürür. Yoksa bu şehir yeni bir kültürün sonuçlarına razı olur, tıpkı bu kitaptaki anılar gibi onu da geçmişte kalmış bir değer olarak hatırlar, nostaljik duygularla efkarlanırız! Son olarak uzun yıllardır, dostluğu ile sevindiğim, istediğim her türlü kitabı bulup buluşturup bana yollayan sevgili Muhittin Eren’e ve Eren Yayıncılık’a bu kıymetli kitabı yayımladığı için teşekkür ederim. Ancak bir de uyarım var, belki fotoğraflar daha kaliteli görünsün diye baskıda parlak bir kağıt kullanmışlar ama, bu tür kağıtlarda okumak zor oluyor, hele hele sayfaların yanına not almak imkansız gibi, bundan böyle fotoğrafların parlak kağıtlara metinlerin ise mat kağıtlara basılmasını öneririm. Elbette en büyük teşekkür ile aklına ve elini sağlık dileği Fortunato Maresia’ya... Dilerim Tanrı size uzun ve sağlıklı bir yaşam bahşeder. Sizden daha çok anı ve öneri bekliyoruz, hepimizin ve özellikle de bu şehrin sizlere ihtiyacı var. Giderek sayımız azalsa da, İstanbul için daha yapmamız gereken çok şey olduğunu, bizi biz yapan bu şehre karşı çok borçlu olduğumuzu unutmamız gerek.

 

NOT : Fortunato Bey’e bir bilgi aktarmak isterim. Foto Sabah stüdyosu (s. 98), Pascal Sebah tarafından 1857’de kurulan stüdyonun devamıdır. Pascal Sebah’ın 1886’daki ölümü üzerine stüdyoyu kardeşi Cosmi Sebah ile Pascal’ın oğlu Jean ile birlikte devam ettirmeye çalışırlar, kısa süre sonra, 1888 yılında Policarpe Joaillier ile ortak olarak stüdyonun ismini Sebah&Joaillier olarak değiştirirler. 1934’de stüdyo bu kere Bedros İskender ve ortağı İsmail İnsel’e devredilir. Bir süre de Foto Sabah adıyla çalışan fotoğrafhane, Bedros İskender’in 1952’de Paris’e yerleşmesi üzerine faaliyetine son verir. Bu konuda sevgili dostum Engin Özdenses’in “Sebah&Joaillier’den Foto Sabah’a” isimli bir kitabı var.