Site Tasarım: Savaş Çekiç Uygulama: İkipixel

Bu sitede bulunan resimler ve dökümanlar M. Sinan Genim'e aittir ve izinsiz kullanılamazlar. Ancak gerekli izin alındıktan sonra ve kaynak gösterilmek kaydıyla kullanılabilir.

Köşe Yazıları

SPİNOZA PROBLEMİ

 

Bazı düşüncelerin doğmadan ölmesi, tıpkı ana rahmindeki cenin gibi hayata ulaşmadan kayıp gitmesi veya bir başkasınca bulunduğu yerden vahşice koparılıp çıkarılması ne acıdır. İki yüz yılı aşkın süre sonra Nietzsche ve Schopenhauer gibi düşünürlerce baş tacı edilmesine karşın, Spinoza yaşadığı dönemde, yalnız bir insandır. Düşünceleri nedeniyle çektiklerini ve mensup olduğu toplumdan yaşadığı uzak hayatı düşünmek günümüzde bile azap vericidir.

 

Son iki aydır, canımı sıkan ve beni her zamanki çalışma tempomdan uzaklaştıran bir dizi olayla karşılaştım. Hazırlamakta olduğumuz bir yapı projesi ile ilgili olarak inanılması güç bürokratik sorunlarla uğraşmak zorunda kaldık. Hala da uğraşmaya devam ediyoruz. İster istemez bu çarpık durum benim kitap okuma alışkanlığımı etkiledi ve çok sayıda yeni kitap okumama rağmen gerçekte iyi bir okuma yapamadığımın farkına vardım. Bu nedenle sizlere bir süre önce okuduğum ve oldukça etkilendiğim, fakat bir fırsatını bulup yazamadığım bir kitabı tanıtmayı istedim. Bento, Benedictus veya bir başka deyişle Baruch Spinoza, 24 Kasım 1632’de Amsterdam’da doğar. İberya yarımadasında Musevilere yapılan eziyetten dolayı Hollanda’ya göç eden bir tüccar ailenin ikisi kız, ikisi erkek dört çocuğundan biridir. 6 yaşında Amsterdam’daki Musevi erkek okulunda eğitim görmeye başlar. Zeki ve eğitime cevap veren bir öğrenci olarak kısa süre içinde yaşıtları arasında sivrilir. Eğitimini tamamladıktan sonra haham olarak Amsterdam’daki Musevi cemaatine hizmet vermeye başlar. Ancak daha öğrencilik döneminden itibaren giderek Museviliğin geleneksel öğretilerinden ve kutsal metin yorumlarından uzaklaşmaya başlar. Eylemleri ve inancı nedeniyle çeşitli uyarılar alır ancak düşüncelerinden vazgeçmez. 1656’da henüz 24 yaşında iken geleneksel Musevi inancına olan karşı çıkışları nedeniyle “cherem” yani aforoz edilir. Hemen hemen aynı tarihlerde döneminin önemli bir ilkçağ araştırmacısı olan Cizvit tarikatına mensup bir Katolik olan Franciscus van den Enden’in Amsterdam’daki okuluna devam ederek Yunanca öğrenir ve Latincesini ilerletir.

 

AKIL YÜRÜTME YETENEĞİ
 

 

Franciscus van den Enden bir gün öğrencilerine; “daha öncede bahis ettiğim gibi Aristo ‘Bizi diğer canlılardan ayıran nedir?’ diye sorar; ben de bu soruyu size yöneltiyorum” der. Sınıftan hemen bir cevap gelmez, bir süre sonra bir öğrenci “Biz gülebiliyoruz ama diğer hayvanlar gülemiyor ”, bir diğeri ise “İki ayak üstünde yürüyoruz” diyerek soruyu yanıtlarlar. Franciscus, “Soruyu sana yöneltiyorum Bento Spinoza ” diye seslenir. Spinoza: “Bize özgü olan akıl yürütme yeteneğimizdir”. “Kesinlikle” diye yanıtlar Van den Enden: “Aristoteles en mutlu insanın akıl yürütme yetisini kullanan insan olduğunu ileri sürer.” (s. 115). Akıl yürütme yetisini kullanan insan gerçekten de en mutlu insan mıdır? Yüzyıllardır akıl yürütme yetisini kullanan binlerce insanın başına neler gelmiştir, tarih severler hatırlayacaklardır. Aynı tarihlerde bu kere Doğu’da bir başka Musevi akıl kullanma yetisini alabildiğine kullanarak büyük bir cemaat oluşturur. 1626’da İzmir’de doğan Sabetay Sevi de din eğitimi alarak 18 yaşındayken haham olur. 1648’den itibaren halka açık yerlerde kendisinin uzun zamandır gelmesi beklenen mesih olduğunu Tanrı’nın adıyla ileri sürerek harekete geçer. Özellikle Musevi cemaati içinde büyük beklentilere ve çalkantılara yol açan bu iddiasını Trakya’ya taşır ve bir süre Selanik’te yaşar. Musevi şeriatına aykırı davranışları nedeniyle Selanik’ten kovulur. İstanbul’a yerleşir; kısa süre sonra İstanbul hahamları kendisinden şikâyetçi olarak şehirden sürülmesine neden olurlar. Önce İzmir’e sonra da peşi sıra Kudüs ve Kahire’ye göçer. 31 Mayıs 1665’te mesihliğini ilan eder. Aynı yıl İzmir’e geri döner ve binlerce insan onun müridi haline gelir. Din adamlarının şikâyeti üzerine tutuklanır ve bir süre hapis edilir. 16 Eylül 1666’da Sultan IV. Mehmed’in huzurunda yargılanır ve kendisinden ya ihtida edip hayatını kurtarma ya da ihtida etmeyip idam edilme arasında tercih yapması istenir. Sabetay Sevi ihtida edip Müslüman olur; aynı şekilde müritlerinin büyük bir bölümü de ihtida edip Müslüman olurlar. Ancak günümüze kadar Sabetay Sevi’nin gerçekte ihtida edip Müslümanlığı kabul etmediği, gizli olarak Musevi inancını sürdürdüğü görüşü hakimdir, benzer şekilde müritlerinin de çifte kimlikle hayata devam ettikleri düşünülür. Üzerinden dört yüz yıla yakın zaman geçmesine rağmen Sabetay Sevi, Sabetayist denilen çifti kimlikli bir grup insanın lideri olarak görülmeye devam edilir.

 

KALABALIĞIN ORTASINDA YALNIZ
 

 

Spinoza ise daha farklı bir yol seçer. Sabetay Sevi’nin yürüdüğü şaşaalı yükselişin bir süre sonra azap verici bir yola dönüşeceğinin farkındadır. Yaklaşık iki yüz yıl önce Erasmus’un seçtiği yolu seçer; kendini diğer insanlardan mümkün olduğu kadar soyutlar ve Amsterdam’ı terk ederek 1660’da Leiden yakınlarında bir köy olan Rijnsburg’a yerleşir. Bu arada tüccarlığı kısmen de iflas etmesi nedeniyle bırakmış ve mercek yontuculuğunda uzmanlaşmıştır. Bundan böyle ölümüne kadar hayatını mercek yontuculuğu ile kazanacaktır. Tıpkı Erasmus gibi Spinoza da yaşadığı hayattan huzursuzdur. Üç yıl sonra 1663’de Lahey yakınlarındaki Voorburg’a taşınır. 1670’de ise ömrünün sonuna kadar yaşayacağı Lahey’e yerleşir. Şubat 1677’deki ölümüne kadar “Kalabalığın orta yerinde bile yalnız bir hayat sürecektir.” (s. 260). Bazı düşüncelerin doğmadan ölmesi, tıpkı ana rahmindeki bir cenin gibi hayata ulaşmadan kayıp gitmesi veya bir başkasınca bulunduğu yerden vahşice koparılıp çıkarılması ne acıdır. İki yüz yılı aşkın süre sonra Nietzsche ve Schopenhauer gibi düşünürlerce baş tacı edilmesine karşın, Spinoza yaşadığı günler içinde, büyük acılar çeken, yalnız bir insandır. Düşünceleri nedeniyle çektiklerini ve mensup olduğu toplumdan yaşadığı uzak hayatı düşünmek günümüzde bile azap vericidir. İki binli yılların başında, İrvin D. Yalom, Amsterdam’dan yaklaşık kırk beş dakika uzaklıktaki Rijnburg’da Spinoza Müzesi’ni gezerken, rehberin ona aktardığı bir olay nedeniyle, bir dönem Nazilerin dikkatini çeken “Spinoza Problemi ” ile tanışır. Uzun zamandır ilgi duyduğu Spinoza ve bu olay üzerine araştırma yapmaya başlar. İkinci Dünya savaşında yağmalanan Spinoza kütüphanesinden arta kalanların bulunduğu tuz madeninden çıkarılarak Rijnburg’daki müzeye geri iade edilen kitaplardan biri olan İlyada’nın 16. yüzyıldan kalma baskılarından birini eline alır ve “Demek ki bu eski hikâye kitabının da anlatacak bir hikâyesi var diye düşünür.” (s.13). 1600’lü yılların ortasında Hollanda’da yaşayan Benedictus Spinoza ile 1900’lü yılların başlarından ortasına kadar Almanya’da yaşayan Nazi yandaşı Alfred Rosenberg’in yazgısı nasıl olur da çakışır? Belki fark etmeden geçersiniz diye belirtmek isterim ki, Spinoza gibi tüm aykırı düşünce ve eylemlerine rağmen Rosenberg de Musevi kökenli bir insan. Yalom, “Yaşanmış olabilecek olaylara dair bir roman yazmaya çalıştım. Tarihsel olaylara mümkün olduğunca sadık kalarak ve psikiyatr olarak birikimlerime dayanarak ana karakterlerimin, Bento Spinoza ve Alfred Rosenberg’in iç dünyasını hayal etmeye çalıştım ” demekte.

SPİNOZA VE ALFRED
 

 

“Spinoza Problemi - Nazi Subayının Paradoksu” isimli kitap Nisan 1656’da Amsterdam’da yaşayan Bento Spinoza’nın hikayesi ile başlıyor. İkinci bölüm ise 3 Mayıs 1910’da Estonya Reval’de bir okulun koridorunda beklemekte olan on altı yaşındaki Alfred Rosenberg’in hikâyesini anlatmaya başlıyor.
Kitabın ileriki safhalarında bir Bento Spinoza’nın, bir Alfred Rosenberg’in hayatına dâhil oluyorsunuz. Ustalıkla birbirine bağlanan iki yüz elli yıllık ara sizi etkilemiyor, bölümlerin yumuşak geçişleri kitabın okunmasını kolaylaştırıyor. “ - Senin adın ne delikanlı? - Bento Spinoza. İbranicede adım Baruch. - Ve Latincede Benedictus. Güzel, kutsal bir isim. Ben de Franciscus van den Enden. Klasiklere dair bir Akademi’nin kurucusuyum. Demek Spinoza ... hımm, Latince’de ‘diken’ ve ‘dikenli’ anlamlarına gelen ‘spina’ ve ‘spinosus’ kelimelerinden geliyor. - Portekizcede ise ‘d’espinhosa’ diyor Bento, başıyla onaylayarak, ‘dikenli bir yerden anlamında’. - Sorduğunuz türde sorular Ortodoks, dogmacı hocalara dikenli gelebilir. Van den Enden’in dudakları hınzır bir sırıtış içinde kıvrılıyor. - Söyle bakalım delikanlı, hocalarının nezdinde bir diken miydin? Bento da sırıtıyor. - Evet, bir zamanlar öyleydim. Ama artık kendimi hocalarımdan uzaklaştırdım. Dikenli yanlarımı defterimle sınırlı tutuyorum. Benim sorduğum türde sorular hurafelere inanan bir toplumda hoş karşılanmıyor.” (s. 35).

 

Sanırım bu diyalog size kitabın satır araları hakkında bir fikir verecektir. 1600’lü yılların ortalarında bir hoca ile ona öğrenci olmak isteyen genç bir insan arasında geçen bu konuşmanın günümüzde geçerliğini koruduğunu görmek gerçekten şaşkınlık verici. İnsanlığın büyük bir kısmı hala hurafelere inanmayı, aklın yol göstericiliğe rağbet etmemeyi yeğliyor. Çünkü aklın yol göstericiliği aynı zamanda eziyetli ve yorucu bir yolculuğa başlamayı gerekli kılıyor. Hâlbuki çoğunluğun yanında olmak ve sürünün içinde yer almak daha emniyetli. “Okul müdürü Herr Schafer sorar. - Yani Chamberlain Kuzu İsa’yı değil Aslan İsa’yı görüyor öyle mi? - “Evet”, dedi cesareti yerine gelmiş olan Rosenberg.- Chamberlain İsa’nın ortaya çıktığı yer ve zamanda ortaya çıkmasının bir trajedi olduğunu söylüyor. Eğer İsa Germen ya da Hindu halklara vaaz verseydi sözlerinin çok farklı etkisi olurdu.” (s. 49). Ahlaki öğretilerin ve inançların temel nedeni insan sevgisi ve hayatın kutsallığıdır. Yalnız insan hayatına değil, tüm canlıların hayat hakkına saygı duymak ve onun yaşam alanını korumak. Bu saygıyı Kuzu İsa olarak değerlendirmek ne derece doğrudur? Peygamberler ve onların insanlığa kurtuluş müjdeleri olarak çizdikleri yol, hep iyi insan olmak, canı korumak üzerine değil mi? Nereden çıkar bu Aslan İsa düşüncesi, acaba içimizdeki vahşeti, birbirimize karşı duyduğumuz hırs ve kini dini bir öğreti ardına saklamak bir başka sapkınlık mıdır? İrvin D. Yalom’un kurgusal diyalogları bizi yepyeni düşüncelere götürüyor. Bu kitabı okuduktan sonra arka sayfasına bazı notlar almışım; biri kendime bir öğüt , “Direnişe azgın bir boğa gibi saldırma”, diğeri ise bir hüküm “Bir hakimiyet alanı içinde başka bir hakimiyet alanı olamaz”. Bu notların üzerinden iki seneyi aşkın zaman geçmiş, ancak arada vuku bulan bazı olaylar aldığım notları desteklemiş. Dilerim siz de “Spinoza Problemi”ni okuduktan sonra bazı notlar alır, zaman içinde onların ne kadarının gerçekleştiğini gözlemlemek imkanına sahip olursunuz.