Site Tasarım: Savaş Çekiç Uygulama: İkipixel

Bu sitede bulunan resimler ve dökümanlar M. Sinan Genim'e aittir ve izinsiz kullanılamazlar. Ancak gerekli izin alındıktan sonra ve kaynak gösterilmek kaydıyla kullanılabilir.

Köşe Yazıları

AVRUPA MERKEZLİ TARİH ANLAYIŞINDA SONA DOĞRU

 

Taraf al-Gharp / Tarf el-Garp’ın yani Batı’nın Ucu / Batı Burnu sözcüğünün Trafalgar’a dönüştüğü kimin aklına gelirdi? Hristiyan âleminin en simgeleşmiş isimlerinden biri olan, İspanyol komutan El Cid’in lakabının, Arapça’da efendi anlamına gelen El-Seyyid’den geldiğini? Dahası deyimlerin en İspanyolcası “Ole Ole”nin belki de Arapça “Allah Allah” teriminden türemiş olabileceği?

 

Her kültür, tarihi kendisiyle ilişkisi çerçevesinde ele alır, dolayısıyla on dokuzuncu yüzyıldan bu yana dünya tarihine yaklaşımın Avrupa merkezliliği şaşırtıcı değildir”. Warwick Ball, “Arabistan’dan Öteye Fenikeliler, Araplar ve Avrupa’nın Keşfi” isimli kitabına bu sözlerle başlıyor. Warwick Ball Avustralya doğumlu, Orta Doğu uzmanı bir arkeolog; Ürdün, İran, Irak, Suriye ve Afganistan’da çeşitli kazılara katılmış, pek çoğunu yönetmiş ve bu alanda pek çok yayın yapmış biri; “Asia in Europe and the Making of the West” adıyla yazdığı dört ciltlik dizinin ilk kitabı, “Arabistan’dan Öteye”. Bu dizinin tamamını yayınlama sözü veren Ayrıntı Yayınları ilk cildi, Ahmet Aybars Çağlayan’ın tercümesiyle Şubat 2014’te çıkardı. Sevgili dostum Muhittin Eren’in sahibi olduğu Eren Kitabevi’nin girişindeki setin üzerinde gördüğüm kitabı elime aldım. “... iki şahsiyeti, bir Arap Halifesiyle, bir Roma İmparatorunu düşünün; sarı saçlı mavi gözlü bir Halifeyle, Suriye’nin taşra kasabası şeyhinin oğlu bir Roma İmparatoru”. Kitabın önsözü bu cümle ile başlıyordu, birden bire farklı bir anlatı ile karşı karşıya olduğumu anladım. Bir Fenike ticaret kolonisi olarak kurulan daha sonra ise Roma topraklarına katılan ve günümüz Libya sınırları içinde yer alan Leptis Magna doğumlu Septimus Severus’un (145-211) Afrika kökeni nedeniyle Arabik bağlantısından kuşku duysam da, bu kadar net bir iddiaya hiç rastlamamıştım. Üstelik bu imparatorun Roma’nın bininci kuruluş yıldönümünü kutlayan Philippus olduğunu okuyunca hayretim bir kat daha arttı. Ball’ın da belirttiği gibi üç yüz yılı aşkın bir süredir dünya tarihine hakim olan Avrupa merkezli bakış açısı bizi yanıltmaya devam ediyor. Herkesin Avrupalı gibi düşünmesi, onun gibi yaşaması arzulandı. Bu kabullerin dışında kalan hemen herkes ötelendi, ötekileştirildi, geri kalmış ülkeler ve barbarlar olarak değerlendirildi.

 

KİM DAHA BATILI?

 

“Amerika’yı gerçekten kimin ‘keşfettiğine’ dair -Vikingler mi, İtalyanlar mı, İspanyollar mı, Galliler mi, Mısırlılar mı yoksa Çinliler mi? gibi- sorular; Avrupa’yı kim keşfetti sorusunun yanında anlamsız kalır. Arabistan ve Yakındoğu’dan gelen topluluklar, Avrupalı güçlerin dünyanın her tarafına nüfuz ettikleri bir çağdan çok önceleri Avrupa’ya girmiş, burada daha uzun bir süre kalmış ve Avrupa’nın çeşitli bölgelerini fethedip sömürgeleştirmişlerdi. Örneğin Araplar, onuncu yüzyılın başlarında Fransa ve İsviçre’ye kadar ilerlemişler, hatta Hindistan Yarımadası’ndaki son Arap sömürgesi Avrupalı sömürge güçleri bölgeyi tamamen terk ettikten sonra dahi varlığını korumuştu (s. 20). Gerçekten şaşırtıcı söylemler; Avrupa kökenli dünya görüşümüz geçmişi görmezden gelmemize neden olmuş. Ball’un Malta ile ilgili yorumu gerçeği anlamamıza daha da yardımcı oluyor. “Malta’nın durumu, belki yüzeysel ama böylesi tanımların doğasındaki çelişkileri göstermesi bakımından kısa ve öz bir örnektir. Ada Afrika sahilinden uzakta Cezayir ve Tunus’un kuzeyinde yer alır, Maltalılar antik Finike diline yakın bir Sami dili konuşurlar. Üstelik bu dil Fenike dili kendi anayurdunda sırasıyla Aramice ve Arapça tarafından silip süpürüldükten çok uzun bir zaman sonra burada ayakta kalmıştır. Ada sakinleri bir Doğu dinini benimsemişlerdir (Hıristiyanlık) ama Allah’a yakarırlar. Peki bu nedenlerle Malta Avrupalı mı, Afrikalı mı, Asyalı mıdır? Elbette çok az insan Malta’nın “Batılı” sayılmamasından şüphe eder: Örneğin Malta, Avrupa Birliği’ne katılım başvurusunda (önemli ölçüde, bizzat Maltalıların çektirdikleri dışında) Türkiye’ninkini niteleyen hiçbir eziyet çekmemiştir. Akdeniz’in karşı ucundan epeyi uzakta, Türkiye’nin doğusunda, başkentleri de Bağdat’la kabaca aynı boylamda bulunan iki ülke her zaman “Batılı” addedilmektedir: Gürcistan ve Ermenistan; oysa bunların iki yanındaki Türkiye ve Azerbaycan içinse nadiren böyle düşünülmektedir” (s. 26 ve 163). Peki aynı algı dünyanın pek çok ülkesi için geçerli değil mi? Örneğin Yeni Dünya’da “Batı” veya “Batının” uzantısı olarak nitelenen yalnızca Kanada ve Amerika Birleşik Devletleridir. Orta ve Güney Amerika ülkeleri gerek kültür gerekse inanç (Hıristiyan) bakımından aynı ölçüde Batı kökenli olsalar da açıkça Avrupalı olarak nitelenecek kadar zengin değildirler. Dünyayı sarıp sarmalayan globalizm, günümüze kadar alternatifi yok sayılan pek çok düşünce ve eylemin sonsuz alternatifi olduğunu bize hatırlatmakta. Avrupa merkezli dünya, çok uzun bir süredir Truva Savaşlarına kendi görüşü doğrultusunda Avrupa kimliğinin bir parçası gözüyle bakmaktadır. Bir dönem Doğu-Batı çekişmesini somutlaştıran bu düşüncenin yerini, daha sonraları Soğuk Savaş tehdidi ve komünizm korkusu doldurur. Komünist tehdidin ortadan kalkması yeni bir tehdidin varlığını gerektirmiş ve “Medeniyetler Çatışması” terimi ortaya çıkmıştır. Çünkü, “Kişinin kendisini, dışarıdakiyle kendi arasındaki algıladığı farklara göre, tanımlayıp onunla buna bağlı mücadeleye girişmesi yaygın bir özelliktir. Avrupa düşüncesi de benzer bir şekilde bir karşıt ‘Öteki’ üzerine inşa edilmiştir. Buradaki ‘Öteki’ farklı dilleri konuşan yapay bir Asya kurgusudur. Ancak Avrupa’yı Doğu-Batı ayrımı üzerinden tanımlamak tehlikeli olabilir” (s. 33). İngiltere hahambaşısı Jonathan Sacks’ın bir açıklamasını hatırlayalım, “bütün kültürler farklılıklarıyla yücelirler”.Avrupalıların dünyaya yayılışını “Keşifler Çağı” olarak tanımlamak ne derece doğru? Afrika’dan yola çıkan insanın dünyaya yayılışı, 40.000 yıl önce Yeni Gine ve Avustralya’yı keşfedip koloniler kurması veya 20.000 yıl önce Bering Boğazı yoluyla Amerika Kıtası’na geçişi ve orada büyük uygarlıklar yaratması keşif olarak değeri olmayan yolculuklar mıdır? Benzer bir macerayı, özellikle de denizlerin keşfi konusunda Fenikeliler başlatır. Günümüz Suriye, Lübnan, İsrail ve Filistin’in bulunduğu kıyı şeridinin halkı olan Fenikeliler, tarihin ilk gerçek donanmasının sahipleridir. Yerleşim alanlarının gerisinde, Doğu’ya doğru çoğu çöllerle kaplı büyük alanda yaşayan çeşitli uluslar nedeniyle Fenikeliler -iki bin yılı aşkın bir süre sonra tıpkı Portekiz’in yapacağı gibi- gözlerini önlerinde uzanan uçsuz bucaksız denize çevirirler. Güçlü ticaret filoları oluştururlar ve öncelikle Kıbrıs olmak üzere Akdeniz’in gerek kuzey gerekse güney kıyılarında çeşitli ticaret kolonileri kurarlar. Bu şehirlerin en ünlüsü hiç şüphesiz Roma’ya kafa tutan Kartaca’dır. Fenikeliler çok daha sonra Cebelitarık adıyla anılacak olan boğazı geçip Atlantik Okyanusu’na açılarak Fas’ın Atlantik sahilindeki Liksos’u, günümüzdeki El-Araiş şehrini kurarlar. Fenikelilerin bu seferlerinin iki bin yılı aşkın süre sonra Afrika, Amerika ve Pasifik Okyanusu kıyılarını keşfe çıkan Avrupalılardan ne farkı vardır? Üstelik onlar daha zor şartlarda ve çok daha ilkel bir teknoloji ile bu yolculukları yapma cesaretini göstermişlerdir. İnsanlığın geçmişindeki bu olağanüstü başarıların, dünyayı tanıma çabalarının üstünü örtme düşüncesinin kime faydası var, gerçekten anlaması zor. Bu atılım, Fenikelilerin dünyanın ilk denizaşırı koloni imparatorluğunu kurmalarını sağlar. Aynı zamanda daha sonraları Avrupa olarak nitelenecek bölgede koloni kuran ilk Asya kökenli güçtürler. Akdeniz çevresinde ve Atlantik kıyılarında kurdukları koloniler üzerinde daha çok araştırma yapılması gereken yerleşmelerdir. Örneğin, şehir planlaması ile ilgili ızgara sisteminin MÖ. 479’da Milet kentinin yeniden inşası sırasında Miletli Hippodamos tarafından uygulandığı kabul edilerek, bu tür planlama yönteminden “Hippodamos tarzı şehir planı” olarak söz edilir ve genelde Helen dolayısıyla da Avrupa düşüncesi sayılır. Halbuki Milet’in Asya’da yer alması bir yana, Hippodamos yaşadığı dönemde bir Pers yurttaşıdır ve yaptığı düzenleme Milet’in Pers hakimiyeti döneminde yapılır. Diğer yandan ilk ızgara planlı şehirler, Anadolu’da değil Güney İtalya ve Sicilya’da görülür ve bunlar birer Fenike kolonisidir (s. 58).

 

MUTLU ARABİSTAN

 

Kitabın 3. bölümü “İslamiyet Öncesi Arap Devletleri” ne ayrılmış, erken dönemlerde “Arabia Felix-Mutlu Arabistan” olarak bilinen Güney Arabistan, günümüz Yemen ve Umman’ı yamaçlardan aşağılara doğru inen taraçalar halinde düzenlenmiş yemyeşil tarlalardan oluşmaktadır. Bu karmaşık tarımsal sistem dünyanın en önemli ihracat ürünlerinden birini yetiştirmeye yaramaktadır: kahve. Eski zamanlarda bölge çok daha kıymetli bir ürünü de tekelinde barındırmaktadır: akgünlük. Sadece bu bölgede yetişen ağaçlardan elde edilen hoş kokulu reçine, Hıristiyanlık öncesi pagan törenlerinin vazgeçilmez ihtiyacıdır. Ancak Hıristiyanlık Roma devletinin resmi dini haline gelince, pagan törenleri yasaklanır ve buhur ticareti neredeyse bir gecede çöker. Bu ekonomik darbe, Güney Arabistan’a büyük zarar verir. Bu zararı telafi amacı ile Hint Okyanusu’na açılan Araplar, Madagaskar’dan, Çin Denizi’ne kadar uzanan geniş bir coğrafyada ticaret yoluyla tekrar eski günlerine kavuşurlar. Ama ne yazık ki 16. yüzyılın başlarından itibaren bu kere önce Portekiz, daha sonra diğer Avrupalı devletler büyük bir vahşetle bu bölgedeki ticareti ele geçirir ve Arabistan’ın -petrol ticareti dışında- günümüze kadar dünya sahnesinden çekilmesine yol açar. Kuzey Arabistan krallıkları ise Roma İmparatorluğu’nun kaderini etkileyen oluşumlardır. “Romalılar Doğu’ya vardıklarında doğrudan doğruya krallarla temas kurdular. Başka bir deyişle, küçük ama göz kamaştırıcı çok parçalı bir emirlik yapısıyla karşılaştılar. Bu temas Batının kıyısından köşesinden gelen cumhuriyetçi Romalılar için sersemleticiydi. Hiçbir veya çok az kraliyet tecrübesine sahip olmaları yüzünden krallar ve kraliçeler (Mısır örneği) tarafından körleştirildiler ve baştan çıkarıldılar. Dahası bu krallar Romalıları sergiledikleri zenginlik ve lüks bolluğuyla büyülediler. Hem sersemletici hem de nihayetinde bağımlılık yapan bir temastı bu, Cumhuriyetçi Roma’nın karşı koyamayacağı bir temas. Nitekim Roma daha sonra bir monarşi haline almıştı” (s. 90). “Alexander tebaasına dokunduğu kadarıyla, on dört yıl boyunca kimseyi incitmeden ve kan dökmeden hüküm sürmüştü. Vahşet, cinayet ve kanunsuzluktan uzak durmuş, hayırseverliği ve iyilikleriyle dikkat çekmişti” (s. 124). İlk çağa ait bu övgü dolu satırlar, Makedonya imparatoru Büyük İskender için değil, Roma’nın Arap imparatoru Alexander Severus için yazılmıştır. Septimus Severus’un oğlu Caracalla’nın vahşiliği ve kan dökücülüğüne karşı, annesi Iulia Mamaea’nın gölgesinde hüküm süren Suriyeli Alexander gerçek bir Roma imparatoru olarak tarihe geçer.

 

HIRİSTİYANLIĞIN ETKİSİ

 

Kitabın 5. bölümü “Soyut’un Etkisi” başlığını taşımakta ve erken dönemden Hıristiyanlığın yayılışına kadar olan süreyi irdelemektedir. “Günümüz Avrupa’sının kökeninde Latinlerin Hıristiyan Avrupa’sı yatar... Avrupa’nın dünyanın geri kalanına göre üstünlüğünü ilan etmekte her şeyden çok Hıristiyanlığı kullanmasıdır: Hıristiyanlık Müslümanları, Afrikalıları, Amerika Kızılderililerini, Asyalıları dövmekte kullanılan bir sopa işlevi görmüştür” (s. 162). Tarihe karışan ötekiler yerine yeni ötekiler üretmek için uğraşan Huntington veya benzeri düşüncedeki kişilere, en güzel örnek şu satırlarda karşımıza çıkıyor. “İslamiyet’le Hıristiyanlık birbirlerine, söz gelişi Hıristiyanlıkla Budizm’den çok daha yakındır. Huntington veya başkalarının yorumladığı gibi, Hinduizm’le Budizm’e tek bir grup gözüyle bakılabilirse, o halde Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet’te çarpışan fay hatları değil bir başka gruptur” (s. 178). Ya “hiç” konusu, İslâm dünyasında duvarları süsleyen “hiç” yazısının ardında yatan “0” kavramının Müslümanlar vasıtasıyla Avrupa’ya geçtiğini ve insanlığın bugün vardığı yüksek kültür düzeyine yaptığı hizmeti acaba kim hatırlamakta? “Hiçsiz Ay’a inmek kimsenin hatır ve hayalinden geçmezdi” (s. 261). “Bir Müslüman açısından seyahat zevkin ötesinde bir şeydir: Allah’ın emridir. Her Müslüman’ın mümkünse ömründe en az bir kere Mekke’ye hacca gitmesinin farz olmasıyla vücuda gelen İslamiyet’in beş şartından biridir. Dolayısıyla İslamiyet’in başından itibaren seyahat fikrini zihinlere yerleştiren hacdır” (s. 263). Son zamanlarda yayımlanan İan Halmond’un “İki Din Tek Bayrak” ve Nigel Cliff’in “Son Haçlılar” isimli kitapları artık Avrupa merkezli bakış açısının sonuna gelindiğini, insanlık tarihinin çok daha farklı açılardan değerlendirilmesi gerektiğini gündeme getiren kitaplar olarak mutlaka okunmalı. Bu arada, Warvick Ball’ın yazdığı, “Tek Dünyaya Doğru: Antik İran ve Batı”; “Roma’nın Sultanları: Türklerin Dünyaya Yayılışı” ve “Avrupa’nın Geçitleri: Avrasya Stepleri ve Avrupa’nın Sınırı” isimli diğer üç cildin, bir an önce Türk okurlarıyla buluşmasını sabırsızlıkla beklediğimi hatırlatmak isterim. Son olarak kitabı yayına hazırlayan Emrah Arıcılar’a eklediği dizin için benzeri kitaplarda diğer yayınevlerine örnek olması dileğiyle özellikle büyük bir teşekkürüm var.