Site Tasarım: Savaş Çekiç Uygulama: İkipixel

Bu sitede bulunan resimler ve dökümanlar M. Sinan Genim'e aittir ve izinsiz kullanılamazlar. Ancak gerekli izin alındıktan sonra ve kaynak gösterilmek kaydıyla kullanılabilir.

Köşe Yazıları

YARIMBURGAZ MAĞARASI

 

Yakın zamanlardaki bir yazımda İstanbul’un geçmişinin günümüzden 8500 yıl öncesine ulaştığı konusunda edinilen bazı yeni bilgilerden bahsetmiştim. İstanbul suriçine ait bilgimiz şimdilik bu kadar, dilerim yakın bir gelecekte daha kapsamlı kazılar yapılarak, yeni buluntularla bu tarihin daha öncelerine ulaşılır. Ancak suriçinde olmasa bile çok yakın bir bölge olan Küçükçekmece ilçesi sınırları içinde yer alan Yarımburgaz Mağarası’nda yapılan kazılar bizi çok daha eski bir tarihe götürüyor.

 

Yaklaşık iki milyon yıl kadar önce Afrika’dan ayrılan ilk insan toplulukları “Homo Erectus”, iki yüz bin yıl önce kıtadan ayrılan Neandertal, ardından Homo Sapiens, henüz boğazların oluşmadığı tarihlerde bu bölgeden geçerek dünyaya yayılırlar. Bu göçlerin yaşandığı dönemlerde, göç eden topluluklar Yarımburgaz Mağarası’nı kısa veya uzun süreli olarak kullanmışlardır. Günümüzden yaklaşık 1.000.000 yıl öncesine ulaşan iskan izlerini içeren bu mağara, tarihöncesi bakımından çok önemli bilgiler taşımaktadır. Elde edilen veriler ışığında Orta Pleistosen dönemine tarihlenen alt katmanları, insan gelişimi ile ilgili ülkemizdeki en eski buluntu yerlerinden biridir. Acaba bu şehirde yaşayanların yüzde kaçı İstanbul’un yaklaşık 20 km batısında, Küçükçekmece Gölü’nün 1,5 km kadar kuzeyinde yer alan Yarımburgaz Mağarası’nın Türkiye’nin bugün için bilinen en eski yerleşim yeri olduğunu bilmektedir.

 

Bugün dünyada, özellikle de üçüncü dünya ülkelerinde Küçükçekmece gibi çok sayıda yerleşim yerine rastlamak mümkündür. Küçükçekmece’nin İstanbul için ilgi çekici bir özelliğini hatırlayamıyorum; kültür varlığı niteliğindeki yapı birikimi birkaç Osmanlı dönemi yapısı ile bir-iki adet sivil mimarlık örneğinden ibaret. Bu “Kültürel miras” da meraklısının dışında hiç kimseyi alakadar etmiyor zannediyorum. 1. Derece Arkeolojik-Sit Alanı statüsündeki Yarımburgaz Mağarası, 400 bin yıllık geçmişi ile dünyanın en eski yerleşim yerlerinden biri. Avrupa’da çok daha yakın dönemlere ait turizme açık mağaralar ile karşılaştırıldığında ise sonuç üzüntü verici. Halbuki Yarımburgaz Mağarası araştırmaları ve hemen yakınındaki İstanbul çevresindeki erken dönem yerleşmelerinden biri olan Botania kazıları sonrası ulaşılan şehir kalıntıları, çevresinin bütününü kapsayacak bir çevre düzenlemesi projesi ile ziyarete açılırsa, İstanbul için büyük bir kazanım gerçekleştirilmiş olacak.

 

Sermayenin nakit para olması gerekmez, özellikle günümüz dünyasında bilgi, likiditeden çok daha önemli bir sermayeye dönüşmektedir. Korunması gerekli kültür varlıkları da birer sermayedir; bunu görmezden gelen, hiçe sayan bir anlayış elbette kabul edilemez. Bir sermayenin işletilmesinde ve büyümesinde başarılı olunamıyorsa, bunun suçu sermayenin değil, sermaye sahibinin beceriksizliğidir.

 

Ülkemiz ve özellikle de İstanbul ve yakın çevresi geçmişten günümüze ulaşan pek çok sermayeye sahip olmasına karşı, büyük çoğunluğu aymazlığımız nedeniyle çağdaş yöntemlerle değerlendirilememekte ve yöre insanının zenginleşmesine katkıda bulunamamaktadır. Bu görmezden gelme çabası kültür turizmi açısından büyük bir kayıptır. Fikirtepe, İçerenköy, Pendik gibi erken dönem yerleşmelerine ait yoğun izlerin bulunduğu alanlar, vurdumduymazlığımız, hatta belki de cehaletimiz sonucu yok oldular. Ören yerleri, müzeler kültürel ve ticari ögeleri bünyesinde dengeli bir şekilde barındırması gereken işletmeler olmalıdır; bu yerleri koruma zemininde salt saklama ve depolama yerleri olarak görmek eski bir anlayışın ve hatta kötü bir alışkanlığın sonucudur. Ören yerleri ve müzeler geçmişi günümüze taşıyan, insanlığın var oluşundan beri sağlanan gelişimi görsel olarak aktaran ve geleceğe ışık tutması gereken kurumlar olarak yeniden düzenlenmelidir. Özellikle gelişmiş ülkelerde benzeri yerler aynı zamanda dinleneceğiniz, günlük dertlerinizden kurtulacağınız, huzur içinde kitabınızı okuyacağınız, keyifle bir kahve içebileceğiniz mekanlarla donatılmıştır. Farklı ekonomik bütçelere hitap eden lokantaları, çok çeşitli hediyelik objeler ile dolu mağazaları vardır. Hatta öylesine akılcı bir düzenleme ile yapılmışlardır ki, alışveriş ve yeme-içme ünitelerinin içinden geçmeden ne müzeye veya ören yerine girebilir, ne de oradan çıkabilirsiniz.

 

Türkiye’nin bu tür sermaye açısından bir eksiği yok, hatta içinde bulunduğumuz durumu gördükçe anlaşılan fazlamız var ki bunca yıldır görmezden gelerek, binlerce yıllık sermayenin ziyanına neden oluyoruz diye düşünmeden edemiyorum. Bu sermayeyi dünyanın beğenisine sunacak akıl ve çalışma enerjisini nasıl tesis edeceğiz? Bunu gerçekleştirmesi için bugüne kadar ısrarcı olduğumuz bürokrasi başarılı olamadı; dünyada uygulanan yol ve yöntemlerden habersiz yöneticilerimiz ise hala karar mekanizmalarında yer alıyor. Artık koruma-kullanma dengesi içinde farklı yol ve yöntemler geliştirmeli, yüzyılların kültürel birikimi olan bu değerlerin ülkemizin ve insanımızın zenginleşmesi için kullanılmasını sağlamalıyız. Bu işin öncülüğünü Kültür Bakanlığı’nın yapabileceği konusunda maalesef (şahsi deneyimlerim sonucu) hiç bir umudum kalmadı. Kültür varlıklarımızın korunması ve kullanılması için yeni karar vericilere ihtiyaç olduğu aşikar. Devletin karar verici üst organları, korunması gerekli kültür varlıklarını bir müzenin deposuna tıkarak, gözler önünden kaçıran, ihmal ve bakımsızlık nedeniyle çok sayıda kültür varlığının yok olmasına sebep olan bürokrasinin önüne geçip, bu konudaki karar vericileri bağımsız mekanizmalar kurarak desteklemeli, bu konuda yeni yol ve yöntemler denemelidir.

 

İnanılması güç bir büyüklükte olan bu sermayenin, yalnızca bürokrasinin hantal yapısına ve hiç bir şey yapmamanın en iyi yöntem olduğuna inanan/inandırılan bir avuç insanın kararına bırakılamayacak kadar önemli olduğunu unutmamamız gerekir.