Site Tasarım: Savaş Çekiç Uygulama: İkipixel

Bu sitede bulunan resimler ve dökümanlar M. Sinan Genim'e aittir ve izinsiz kullanılamazlar. Ancak gerekli izin alındıktan sonra ve kaynak gösterilmek kaydıyla kullanılabilir.

Yayımlar / Bildiriler

BOĞAZİÇİ’NİN SANCAK KULELERİ

Türklerin tarih sahnesine çıkışlarından beri kullandıkları ve Divanü Lugâti-t Türk’de “batraq” olarak yazılan kelime, ucuna bir ipek parçası takılan mızrak olarak açıklanmaktadır [Kâşgarlı Mahmûd 2005, 177]. Aynı eserdeki bir şiirde bu kelime “bayrak” şeklinde kullanmakta ve Oğuzlarında aynı şekilde telâffuz edildiği belirtilmektedir. Daha eski devirlerde ise “yak” adı ile bilinen yaban öküzünün, bulunmadığı taktirde at kuyruğundan yapılmış ve son döneme kadar kullanılan sembollere “tuğ” denildiği de bilinmektedir [Köprülü 1970, II, 401-402; Pakalın 1983, III, 522].

Sancak ise orduların temsil ettikleri devletin sembolü olarak kullandıkları, bayrağın adıdır. Pakalın sancak yerine bayrak isminin de kullanıldığını ancak sancağın daha çok dini anlama haiz olduğunu belirtir [Pakalın 1983, III, 116-119].

İslamiyet öncesi çeşitli Türk devletlerinde tuğ veya bayrak gibi hükümdarlık alameti olan hukuki sembollerin mevcut olduğunu çeşitli kaynaklardan öğrenmekteyiz. Türklerin daha atlı göçebe hayatı sürerken, kurdukları siyasi birliktelikler de, bu birliklere katılan çeşitli boyların özel sembollere “damga” ve bu birliklerin başında bulunan hükümdarların hakimiyeti temsil eden muhtelif hukuki semboller arasında “tuğ”lar [bayrak] olduğu bilinmektedir.

İslamiyet öncesi Arap kabilelerinde de bayrak kullanılmaktadır. Hz. Muhammed ve ilk halifeler döneminden başlayarak bu gelenek giderek kuvvetlenmiş her türlü renk ve çeşitte bayraklar kullanılmaya başlanmıştır. Hükümdara, veliahda, üst düzey yöneticilere, kumandanlara, askeri birliklere ve donanmaya ait farklı bayraklar olduğu gibi, peygamber soyundan gelen seyyidlerin, çeşitli esnaf teşekküllerinin, tasavvuf esasına dayanan tarikatlarında kendilerine ait bayrakları bulunmaktadır.

İlk Osmanlı bayrağının, Osmanlı Gazi tarafından Karacahisar’ın fethi [1288] üzerine, Selçuklu Sultanının hükümdarlık alameti olarak gönderdiği beyaz sancak olduğu ve bu sancağın İlhanlıların kullandığı beyaz bayraktan esinlenerek hazırlandığı kabul edilmektedir [Âşık Paşazâde 2003, 117. Âşık Paşazâde bu sancağın Karacahisar’ın fethi üzerine [1288] Sultan Alâeddin tarafından gönderildiğini söylerse de bu konuda bir yanılgı mevcuttur. Çünkü bu tarihte Anadolu Selçuk Sultanı II. Gıyaseddin Mesud’dur [1284-1293]. Bkz. İnalcık 2009, 14]. Daha sonraları kullanılan bayrakların ise kırmızı renkli olduğu, Alaşehir’de dokunan kızıl renkli kumaşlardan yapıldığı da bilinmektedir [Âşık Paşazâde 2003, 117].

Çeşitli minyatür ve gravürlerde Osmanlı donanmasında çok sayıda farklı bayrak kullanıldığı görülmektedir. Örneğin Barbaros Hayreddin Paşa’nın kadırgasında Zülfikar ve üç hilalli ve uçları çatal kesilmiş yeşil bayraklar kullanılmıştır [Bostan 2005, 63]. 1543 tarihinde Toulon limanında kışlayan donanmada, bazılarında hilaller bulunan sarı, kırmızı ve yeşil bayraklar görülmektedir [Matrakçı Nasuh 1543, 22b-23a]. Taşlıcalı Yahya Bey’de Kanûni Sultan Süleyman’ın, ak, alaca, kızıl ve yeşil bayraklarından bahseder [Köprülü 1970, II, 417]. 18 Haziran 1826 günü Yeniçeriliğin kaldırılmasından kısa bir süre yayınlanan bir imparatorluk emri ile bundan böyle bayrak yerine sancak kelimesinin kullanılması tembih edilir [Ahmet Lûtfî 1999, I, 177]. Ahmet Lûtfî Efendi’nin de belirttiği gibi bayrak kelimesi, yeniçerilere ait bir unvan olan “bayraktar” kelimesini hatırlatmaktadır. Bu nedenle yazımızda Sultan II. Mahmud [1808-1839] tarafından yapımına başlanan kuleleri bayrak kuleleri ismiyle belirtmeyi tercih ettik. Günümüzde de sancak kelimesi kullanılmaya devam edilmekte ve halen alaylarda bulunan sembolik bayraklar “alay sancağı” adı ile anılmaktadırlar.

1776 yılında Jean-Baptiste Hilair tarafından yapılan 62x82 cm. ebadındaki bir suluboya resimde; Tophane İskelesinde biri yüksek ahşap kaide üzerine dikilmiş, çift kademeli iki ahşap direkte dalgalanan biri yeşil, diğeri siyah iki büyük bayrak görülmektedir [Boppe 1998, 161]. Benzer iki kademeli bir diğer bayrak direğine Pietro Luchini tarafından 1855 tarihinde çekilmiş bir Yenimahalle rastlamaktayız [Öztuncay 2003, 85]. Hemen hemen aynı tarihlerde Dolmabahçe [Genim 2006, I, 177-181-183 ve 185] ve Beylerbeyi [Genim 2006, I, 287 ve 291; Genim 2012, IV, 775 ve 777]. Sarayları’nda da, her ne kadar üzerlerinde bayrak olmasa da, çok sayıda yüksek bayrak direkleri olduğu görülmektedir.

Sultan III. Selim [1789-1807] döneminde kurulan Nizam-ı Cedid ordusunda ortasında sarı sırma ile işlenmiş kırmızı renkli bayrak kullanılmaya başlanır. Muhtemelen aynı dönemde özellikle Boğaziçi kıyılarında yazlıkları bulunan büyükelçilikler kendi arazilerine diktikleri yüksek direkler üzerinde kendi bayraklarını dalgalandırmaya başlarlar. 5 Mayıs 1841 günü Boğaziçi’nden geçerek Varna’ya doğru yola çıkan ünlü masal yazarı Hans Christian Andersen bu olayı: “Pek çok millete ait dalgalanan bayraklar arasında gözlerim vatanımınkini aradı ve buldu da! Kırmızı zemin üzerine çizilmiş beyaz haçı gördüm; Danimarka, Türk topraklarına Hıristiyan haçını dikmişti; rüzgarda dalgalan bayrak sanki memleketimden selam getiriyordu bana” sözleri ile anlatmaktadır [Hamsun Andersen 1995, 134].

Ahmet Lûtfî Efendi H. 1243/1827-1828 tarihinde vuku bulan olaylar arasında; “O tarihte Memalik’i Şahane’de henüz telgraf bulunmadığı için giderek artan hızlı haberleşme ihtiyacını karşılamak için Dersaadet’ten Silistre’ye kadar birer saatlik ara ile kuleler inşasına karar verildiği, bu nedenle örnek olması için Ortaköy, Kuzguncuk, Rumelihisarı, Çakalburnu ve Yuşa tepesinde birer kule yapılması için emir verildiğini” kayıt eder [Ahmed Lûtfi 1999, I, 213-214]. 5 Eylül 1836 tarihli mektubunda Moltke; “Padişah yapıya meraklıdır. Boğaz kenarında Çırağan’da, ne Avrupa ne de Asya üslubunda olmamakla beraber bulunduğu şirin muhitte sahiden güzel bir tesir yapan yeni bir saray inşa ettirdi. Padişah benim sarayı görmemi emretmişti ve benden bu binanın neresine bir kule yaptırabileceğini öğrenmek istiyordu. Ben gayet ciddi olarak evvela bu işten anlamadığımı, saniyen de bence kule yaptırmamanın daha münasip görüldüğünü. Çünkü bir kulenin, binanın öbür taraflarına uymayacağını söyledim” demekte [Moltke 1960, 62].

Boğaziçi’nin her iki yakasına yaptırılmasına karar verilen bu kuleler gerçekten haberleşme ihtiyacını gidermek amacıyla mı, yoksa herhangi bir işgale karşı hazırlıklı olmak için tedbir almak amacıyla mı yapılmışlardır. Bu görüş bir ihtimal olarak kabul edilebilir, çünkü Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın isyanı üzerine yardım istenen Rusya’dan on gemilik bir filo 20 Şubat 1833 tarihinde İstanbul’a gelerek Büyükdere önlerinde demirlemiş ve Rus askerleri Hünkar İskelesi civarına kurulan çadırlara yerleşmişlerdir [Danişmend 1972, 118]. Bu olaylar sonrası 8 Temmuz 1833 tarihinde Osmanlı Devleti ile Rusya arasında imzalanan sekiz sene süreli Hünkar İskelesi Antlaşması bir anlamda imparatorluğu Rus himayesine sokmuştur. Bundan böyle Boğaziçi ve İstanbul her zaman için Rus istilasına açık hale gelmektedir. Boğaziçi’nin başlangıç noktasından itibaren yapılan bu kuleler ile herhangi bir istilaya karşı hazırlıklı olmak için tedbir alınmaktadır. H. 1242/1827-1828 yılında karar verildiği yazılsa da, Moltke’nin 1836 tarihli mektubunda Ortaköy’deki kulenin yapımına daha başlanmadığını öğrenmekteyiz.

Sözü edilen kulelerin Ahmet Lûtfî Efendi’nde belirttiği gibi haberleşme amacıyla mı yapıldığı yoksa bizim değerlendirmemize göre sancak kuleleri mi olduğu konusunda bazı tereddütler vardır. Ancak “Semafor” [1794’de Claude Chappe tarafından Fransa’da geliştirilen bu haberleşme sistemi daha çok demiryolu ve denizcilikte kullanılmaktadır. Bkz. AB 1986-1990, XIX, 228] denilen hareketli bir düzenek üzerinde yer alan bayrak ve plakalarla yapılan bu haberleşme sistemi için yüksek noktalarda yapılan kulelerin üzerlerinde haberleşmeyi sağlayan sistem ve bu sistemi çalıştıran kişilerin bulunduğu genişçe platformlara ihtiyaç vardır. Gerek varlığını günümüzde de sürdüren Tophane Kulesi, gerekse günümüze erişen çizili belgeler ve fotoğraflardan anlaşılacağı üzere söz konusu Boğaziçi kulelerinde bu tür bir platform olmadığı gibi, üst bölümleri genelde küçük bir kubbe ile örtülüdür. Bu nedenle, başlangıçta haberleşme kuleleri olarak yapılması düşünülen bu sistemin daha sonra sancak kulelerine dönüştüğü düşüncesindeyiz. Ancak, bu kulelerin üzerlerine çekilecek sancak veya bayraklarla Karadeniz üzerinden Boğaziçi’ne doğru yapılacak bir askeri hareket girişimin bir an önce İstanbul’a haber verilmesi amacını da taşıdıkları düşünülebilir.

Ahmet Lûtfî Efendi’nin belirttiği noktalara karşı bu kulelerin Tophane, Ortaköy, Kireçburnu, Garipçe, Rumeli Feneri, Kuzguncuk, Çakalburnu, Yuşa Tepesi, Anadolu Kavağı ve Anadolu Feneri gibi karşılıklı olarak Boğaziçi’nin her noktasını kontrol altına alan ve birbirini gören, saray ve askeri tesisler içinde kalan noktalarda yapılması da bu görüşümüzü desteklemektedir.

Bu dönemde yapılan ve günümüzde varlığını sürdüren tek sancak kulesi Tophane Kulesi’dir. Her ne kadar çeşitli yayınlarda bu kuleden saat kulesi olarak söz edilse de [Okçuoğlu 1994, VII, 278; Acun 1994, 18-19] erken tarihli gravür ve fotoğraflarda üzerinde saat olmadığı, halen saat bulunan yerde çift kanatlı, muhtemelen metal bir kepenk ve üzerinde 15 metreye yakın bir yükseklikte ucunda mızrağa benzer bir alem olan sancak direği görülmektedir [Genim 2006 , I, 84-86 ve 88]. Üzerindeki kitabeye göre H. 1264/1848-1849 tarihinde Sultan Abdülmecid döneminde yapıldığı bilinen bu kule, Sultan II. Mahmud döneminde inşa edilen ilk kulenin yerine yapılmıştır. Flandin’in 1844 tarihli gravüründe, muhtemelen üç katlı gövdesi kagir, katları birbirinden ayıran saçakları ahşap olan bir kule görülmekte olup, kulenin üzerinde yüksek bir direğin tepesinde sancak dalgalanmaktadır [Flandin 2010, 40]. Üzerinde sancak dalgalanan benzer bir kule Thomas Allom’un 1840 tarihli gravüründe de görülmektedir [Allom-Walsh 2013, 141]. 1854 tarihinde yayımlanan bir diğer gravürde de, Sultan Abdülmecid döneminde yapılan kulenin üzerinde dalgalanan ay yıldızlı sancak yer almaktadır [Joubert-Mornand 1854, 52].

Moltke’nin, padişahın yapım isteğinden bahsettiği Ortaköy’deki kulenin bugüne kadar herhangi bir fotoğrafına rastlamadık, ancak dört adet görüntüsüne erişebildik. Bu görüntülerden birincisi Kaptan Paşa’nın 15 Mayıs 1851 tarihli tezkeresinde yaz mevsimi geldiği için görevli olarak sefere gidecek on dokuz adet geminin filo usulüne uygun olarak Beşiktaş önlerine çıkarılmasına dair izin isteğinin ekindeki çizimdir [Doğan Tunç 2011, 5]. Bu çizimin en sağında üç katlı, yukarı doğru incelen, silindirik gövdeli bir kule ve üzerinde dalgalanan ortasında büyük, dört köşesinde büyük birer şemse olan kırmızı renkli sancak görülmektedir. Aynı kulenin Flandin ve Brindesi tarafından çizilen gravürlerinde üç katlı olarak çizilmelerine karşın, en altta kare kaideli bir bölümün daha olduğu görülmektedir. Tophane Kulesi’ne nazaran çok daha farklı bir mimarisi olan bu kulenin pencereleri yoktur [Flandin 2010, 25]. Bu kulenin en çarpıcı görüntüsüne ise Mıgırdıç Melkon tarafından yapılan bir çekmecenin üzerinde rastlamaktayız [Melkon TKSM C.Y. 454].

Ahmet Lûtfî Efendi’nin bahsettiği Kuzguncuk kulesinden bir görüntü bulşamadık, ancak 1845 tarihli Mühendishane-i Hümayun haritasında Nakkaşburnu civarında bir kule olduğu kayıtlıdır [Mühendishane 1845]. Kireçburnu Tabya’sında bulunan kule ile ilgili iki çizim ve bir fotoğraf bulunmaktadır. Schranz’ın 1850 öncesi çizdiği büyük panorama da Kireçburnu tabyasının kuzeye doğru köşesinde üç kademeli bir kuşe görülmektedir [Genim 2006, 54]. Bu kule ilgili olarak Ernest Caranza tarafından çekilmiş 1854 tarihli bir fotoğraf bulunmaktadır [Genim 2006, II, 697]. Bu karede alt bölümü görülmeyen üç katlı, Sultan Abdülmecid tarafından yaptırılan Tophane Kulesi’ne benzer, muhtemelen kagir, bol pencereli, üstünde küçük bir düzlük ve yüksek bir sancak direği bulunan bir kule görülmektedir. Bu kuleye ait bir diğer görüntü ise Preziosi’nin bir suluboya çalışmasında karşımıza çıkmaktadır [Preziosi 1876]. Schranz’ın panoramasında karşımıza çıkan ikinci kule ise, sahilde Anadolu Kavağı Kalesi önündeki üç katlı kuledir [Genim 2016, 56].

Ahmet Lûtfî Efendi’nin bize aktardığı kayıt arasında yer almamakla birlikte Barlett ve Flandin’in çizimlerinde Garipçe, Anadolu ve Rumeli Feneri bölgelerinde de kuleler yapıldığı anlaşılmaktadır. Barlett’in gravüründe Garipçe Kalesi’nin sağ ucunda görülen kule, silindirik gövdeli ve üç katlıdır, üzerinde yüksek bir sancak direği bulunmakta ve kırmızı bir sancak dalgalanmaktadır [Mühendishane 1845]. 1845 tarihli Mühendishane-i Hümayun haritasında, kalenin üzerindeki yamaçta Hasan Paşa Kulesi adı verilen bir kulenin bulunduğunu görmekteyiz. Boğazın Karadeniz girişinin sağlı sollu her iki yakasında; Rumeli yakasındaki sahilde, Anadolu yakasındaki ise yamacın orta bölümlerinde birinin üzerinde sancak dalgalanan ve yüksek sancak direkleri olan üç katlı iki kule daha bulunduğu görülmektedir [Flandin 2010, 15]. İlginç bir kule ise Allom’un 1840 tarihli bir gravüründe karşımıza çıkmaktadır. Yedikule Hisarları’nın bir kulesi üzerine yapılmış olarak görülen silindirik gövdeli, üç katlı bu kulenin de yüksek bir sancak direği vardır [Allom-Walsh 2013, 100].

Bu kulelerin yanı sıra İstanbul’un bazı yapılarında da, bugün bayrak asmak için kullanılmayan, ancak bir dönem üzerinde sancakların dalgalandığı benzer sancak direklerine rastlamaktayız. Kız Kulesi üzerinde varlığını sürdüren ve bazı gravürlerde üzerinde dalgalanan sancağımızı gördüğümüz direk bunlardan biridir. Ucunda benzer bir âlemin bulunduğu Bayezıd Yangın Kulesi ve Flandin’in gravüründe gördüğümüz gibi Selimiye Kışlası’nın ön kısımdaki iki kulesi [Flandin 2010, 127]. Fossati’nin 1852 tarihinde basılan bir gravüründe Ayasofya’nın hemen arkasında bulunan ve 3-4 Aralık 1993 gecesi yanan Adliye Sarayı çatısındaki bir kulede [Fossati 1852, Planj 20], Brindesi’nin tarihsiz gravüründe Kasımpaşa Deniz Hastanesi önündeki kulede de benzer bayrak direkleri olduğunu hatırlatmak isteriz [Say 2016, 86].

Daha sonraları üzerine saat takıldığı için Sultan Abdühamid tarafından, 1890 yılında bitirilen yaptırılan Dolmabahçe Sarayı Saat Kulesi ve H. 1308/1892-1893 tarihli Yıldız Sarayı Saat Kulesi ile karıştırılan ve saat kulesi olarak yapıldığı düşünülen Tophane Sancak Kulesi’ni birbirlerinden ayrı değerlendirmek gerekir. Günümüze kadar pek farkına varılmayan İstanbul’a, özellikle de Boğaziçi’ne özgü bu yapı tipinin daha detaylı olarak araştırılması, bizim ulaşamadığımız görsel ve yazılı kaynaklara ulaşılması gerekmektedir.

1990’lı yılların sonuna doğru Çanakkale ve Boğaziçi’ndeki gemi trafiğini denetlemek ve gerektiğinde uyarılarda bulunmak için 16 adet 40 metre yüksekliğinde radar kulesi yapımı gündeme geldiğinde, bir vesile ile bu işten haberim oldu. Yaklaşık 20 milyon dolara inşa edilmesi planlanan bu inşaatlarda her kulenin farklı bir mimaride yapılmasını ve geleceğe bir belge olmasını önerdim. Dinleyen kim!. Daha sonraki bir tarihte Paris gezim sırasında Defans bölgesine yeni yapılan La Defense Grand Arche çevresini gezerken birbirinden farklı ve hemen hepsi estetik özelliklerle bezenen havalandırma kulelerini gördüğümde doğrusu çok üzüldüm. İki yüz yıla yaklaşan bir süre önce İstanbul’un farklı noktalarında yapılan ve çoğu farklı mimari özelliklere sahip olan sancak kulelerini hatırladım. Acaba biz bu inceliklere tekrar ne zaman ulaşabileceğiz, teknik gerekliliğin yanı sıra mimari ve estetik özelliklerin de yer alması gerektiğini ne zaman fark edebileceğiz diye hayıflandım.

KAYNAKÇA

Ahmet Lûtfî Efendi, Vak’anüvis Ahmet Lûtfî Efendi Tarihi, İstanbul 1999.

Amedeo Preziosi, Boğaziçi Yalıları, 24x34 cm. Suluboya, Dağhan Özil Koleksiyonu.

Anonim, Mühendishane-i Hümayun Haritası, M. Sinan Genim Arşivi.

Anonim, Semafor, Ana Britannica, XIX, İstanbul 1986-1990, s. 228.

Âşık Paşazâde, Osmanoğulları’nın Tarihi, Haz. Kemal Yavuz-M. A. Yekta Saraç, İstanbul 2003.

Auguste Boppe, XVIII. Yüzyıl Boğaziçi Ressamları, Çev. Nevin Yücel-Celbiş, İstanbul 1998.

Bahattin Öztuncay, Derssaadet’in Fotoğrafçıları, İstanbul 2005.

Eugene Flandin, İstanbul, Çev. Orhan Koloğlu, İstanbul 2010.

Gaspare Fossati, Ayasofya Constantinople, London 1852.

Hakkı Acun, Anadolu Saat Kuleleri, Ankara 1994.

Halil İnalcık, Devlet-i Aliyye-Osmanlı İmparatorluğu Üzerine Araştırmalar I, İstanbul 2009.

Helmuth von Moltke, Türkiye’deki Durum ve Olaylar Üzerine Mektuplar, Çev. Hayrullah Örs, Ankara 1960.

İdris Bostan, Kürekli ve Yelkenli Osmanlı Gemileri, İstanbul 2005.

Kaşgarlı Mahmud, Divanü Lügati’t Türk, Haz. Seçkin Erdi-Serap Tuğba Yurteser, İstanbul 2005.

Knut Hamsun- Hans Christian Andersen, İstanbul’da İki İskandinav Seyyah, Çev. Banu
Gürsaler Syvertsen, İstanbul 1995.

M. Fuat Köprülü, “Bayrak”, İslam Ansiklopedisi, II, İstanbul 1970, s. 401-420.

M. M. Joubert-F. Mornand, Tableau Turquie et de la Russie, Paris 1854.

M. Sinan Genim, Konstantiniyye’den İstanbul’a XIX. Yüzyıl Ortalarından XX. Yüzyıla Boğaziçi’nin Rumeli Yakası Fotoğrafları, İstanbul 2006.

M. Sinan Genim, Pitoresk İstanbul, İstanbul 2016.

M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1983.

Matrakçı Nasuh, Süleymannâme, TSMK, h. 1608.

Mıgırdıç Melkon, Karışık Teknikle Yapılmış Yazı Kutusu, TSMK, C.Y.454.

Osman Doğan-Sabit Tunç, Bir zamanlar Boğaziçi-1851, İstanbul 2011.

Robert Walsh-Thomas Allom, İstanbul Manzaraları, Çev. Şeniz Türkömer, İstanbul 2013.

Seda Kula Say, Kasımpaşa Deniz Hastanesi, Sultan Abdülmecid’in Bir Mimarı William James Smithi, İstanbul 2016, s. 85-97.

Tarkan Okçuoğlu, “Tophane Saat Kulesi”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, VIII, İstanbul 1994, s. 278.