Site Tasarım: Savaş Çekiç Uygulama: İkipixel

Bu sitede bulunan resimler ve dökümanlar M. Sinan Genim'e aittir ve izinsiz kullanılamazlar. Ancak gerekli izin alındıktan sonra ve kaynak gösterilmek kaydıyla kullanılabilir.

Yayımlar / Bildiriler

İSTANBUL KÜLTÜRÜ

Daha XVI. yüzyıl ortalarında Latifi isimli bir şairin, Evsâf-ı İstanbul isimli şiirinde

İrem bağ budur dir her görenler
Ki çıkmaz istemez ana girenler

...........................

Öğme ey hâce bize Hind ü Hıtâ vü Hoten’i
Bundadur lutf ü şeref buna Stanbul dirler.

diyerek anlattığı İstanbul çok uzun yüzyıllar boyu gerçekleştirdiği kültürel gelişimle hem ülkemizin, hem de dünyanın ilgi ve beğenisini toplamıştır. Şehirler değişir ve gelişirken ilk önce etkilenen kültür, soyut kültürdür. Gözle görülür, elle tutulur kültürel varlıklara karşı soyut kültürü korumak ve geliştirmek çok daha güçtür.

Hiç şüphesiz İstanbul’un devamlılığını sürdüren en önemli kültürel başarısı İstanbul Türkçesi’dir. Günümüzde Türkçe konuşan tüm insanların özlemle duymaya çalıştıkları yüzyılların süzgecinden geçerek oluşan ve kulağa hoş gelen bu konuşma üslubu radyo ve televizyonun yaygınlaşmasıyla tüm dünyaya yayılmakta ve gelecekte Türkçe’nin konuşma tarzını belirlemektedir. Zaman zaman, yazım kurallarının değişmesi sonucu alfabemizden aksan işaretlerinin kaldırılması gerçek hayatta Türkçe’nin telafuz şeklini de değiştirmektedir. Daha çocukluğundan başlayarak aile içi iyi bir eğitim almış, düzgün konuşma becerisini kazanmış kişiler ile öğrenim görmüş ama iyi bir eğitim almamış kişiler arasındaki konuşma farklılıklarını hep birlikte göreceğiz. İstanbul’un örf ve adetleri içinde giderek etkinliğini kaybeden çok önemli iki kültür birikimi ise mimari ve mutfak kültürüdür. Anıtsal mimarinin yanı sıra, tüm dünyada bilinen üç ana konut mimarisinden birinin, “Türk Evi” doğuşuna tanıklık eden İstanbul günümüzde ne yazık ki bu özelliğini kaybetmiştir. Unutmamak gerekir ki “yalı” adıyla tanınan su kenarı mimarisinin dünyada var olan tek örnekleri İstanbul’dadır. İstanbul’un Osmanlı coğrafyasının çeşitli bölgelerinden etkilenerek oluşan “Mutfak Kültürü” nün ise bir benzeri bulunmamaktadır. Çorbalar, zeytinyağlı yemekler, et ve balık ürünleri, tatlılar, reçeller, şerbet ve şuruplar... Sanırım tüm dünyada içinde hayvansal ürün bulunmadan çorbasından tatlısına kadar bir sofrayı donatabilen başka bir kültür yoktur. Paçadan çorba, balıktan dolma, tavuğun göğsünden tatlı yapmak ve yüzyıllar boyunca bu geleneği geliştirmek çok büyük bir başarıdır. Mutfak kültürü içinde yer alan ve günümüzde unutulan bir diğer gelenek ise içme suyu kültürüdür. İstanbul ve çevresi çok sayıda menba suyuna kaynaklık eder. Bir dönem şehirde 40 kadar menba suyu satılmaktadır ve konunun uzmanı kişiler bu suları tadarak hangi kaynağa ait olduğunu söyleyebilmektedirler. Bugün tüm dünyada moda haline gelmeye başlayan “Su Barları” XIX. yüzyıl İstanbul’unda yaygın olarak bulunan sucu dükkanlarının birer modern kopyasıdır.

İstanbul’un örf ve adetleri ülkemizin diğer yörelerinden farklı olarak iki ana grubta toplanır. Birinci grupta saray ve saray çevresinde gelişen ve yaygınlaşan örf ve adetler, ikinci grupta ise halk arasındaki örf ve adetler. Unutmamak gerekir ki, İstanbul çok uzun bir süre (330-1923) imparatorluk başkentidir. Ulus devletlerden farklı olarak imparatorluklarda dinin, dilin, ırkın ve rengin önemi yoktur. Devlete sadakatle bağlı herkes kökeni ve inanışı ne olursa olsun, gerek devlet, gerekse toplum içinde kendine bir yer bulur. Bu nedenle İstanbul’un örf ve adetlerinden bahsederken, artık büyük oranda kaybolmuş olsa da, Rum, Ermeni ve Yahudi gibi topluluk ve milletlerin yanı sıra daha küçük toplulukların da örf ve adetlerinden bahsetmek gerekir.

Toplumları evrensel yapan en önemli özellik, farklılıkları ayrılık olarak değil, bir arada yaşamanın getirdiği bir gelişim, zenginlik olarak kabul etmeleridir. Toplumlar ve kültürler var oluşlarından bu yana karşılıklı etkileşim içindedirler, bugün var olan her kültür olmazsa olmaz şekilde diğer kültürlerden etkilenerek varlığını sürdürmüştür. Kendi içine kapalı, çevre ile teması olmayan bir kültürün gelişmesi ve varlığını devam ettirmesi mümkün değildir. Farklı örf ve adetlerden karşılıklı olarak etkilenmek aynı zamanda var olan bilgiyi paylaşmak demektir. Hepimiz bilmekteyiz ki, insanlığın var oluşundan günümüze tek bir şey paylaşıldıkça, müştereken kullanıldıkça büyümekte, büyüyerek ve zenginleşerek geri dönmektedir. Bu bilgidir. Bilgi örftür, adettir, toplumların zenginliğidir, insanlığın vazgeçilmez özelliğidir. İnsan olmanın temel özelliğidir.

İstanbul’un örf ve adetlerinin büyük çoğunluğu imparatorluk döneminde oluşmuş olup, günümüzde artan göç ve nüfus hareketleri nedeniyle büyük oranda kaybolmuş veya erozyona uğramıştır. Bilmekteyiz ki, kültürler birbirleriyle karşılaştıkları taktirde narin yapıları sarsılmakta, ince dalları kırılmaktadır. Zaman zaman üzüntüyle karşıladığımız bu durum yeni bir kültürün ortaya çıkmasına, yeni örf ve adetlerin oluşmasına neden olduğu için faydalıdır da. Geçen zaman içinde dünyanın gelişimine paralel olarak örf ve adetler de değişir, gelişir veya yok olur. Dünyaya kapalı, günümüzün hareketliliğinden uzak bir toplumun örf ve adetleriyle, çağdaş toplumunun örf ve adetleri önemli farklılıklar taşımaktadır. Belki de geçmişin o sakin topluluğundan, hareketli bir topluma geçmenin en büyük bedeli budur. Ama giderek globalleşen, hemen her noktadan bilgi bombardımanı altında kalan bir toplumun sakin ve hareketsiz kalması mümkün müdür? Artık, yeni bir dünya ile karşı karşıyayız. Elli yıl önce üzerinden bir hafta, bir ay geçtikten sonra duyduğumuz haberler, anlık bir süre içinde bize ulaşıyor. Geçmişin sabırla beklediği gelecek bizim için çok hızla değişiyor. İnsanlığın aya gidişinin üzerinden 40 yıl geçti, şimdi Mars’a gitmek için uğraşıyoruz. Radyolardan duyduğumuz aya inişe karşı, uzay mekiğinin Mars’a inişini evimizde televizyonlardan izledik.

Sosyal Antropoloji biliminin önemli bir tespiti vardır. Avcılık ve toplayıcılıkla geçinen toplumlar çocuklarını, özellikle de erkek çocuklarını korkutmaz, dövmezler. Çocukları pasifize etmek için yapılan her tür girişim yasaktır. Eğer çocuklar pasifize olursa avlanmak için gereken cesareti bulamazlar, uzak bölgelere gidip toplayıcılık yapamazlar, korkarlar. Çocuklar ve yaşlılar açlığa düşer, sıkıntı çekerler. Buna karşı tarım topluluklarında çocuklar korkutulur ve dövülür, onları pasifize etmek toplumsal bir gelenektir. Eğer çocuklar pasifize edilmezse yaşadıkları yeri terk ederler, içlerindeki cesaret ve güven duygusu onları maceraya sürükler. Giderek toprağı işleyecek insan kalmaz, çocuklar ve yaşlılar açlığa düşer, sıkıntı yaşarlar.

Yukardaki tespitten de görüldüğü gibi, örf ve adetler toplumun içinde bulunduğu şartlar çerçevesinde değişir ve gelişir. XX. yüzyılda tarım toplumundan sanayi ve bilgi toplumuna geçme çabaları içinde olduğumuz bir yüzyıldır. Milletimiz büyük bir çaba ile yüzyıllar boyu yaşadığı tarım toplumu hüviyetinden, sanayi, giderek bilgi toplumu hüviyetine geçme çabası vermektedir. Artık bizim içimizden de insanlar dağlara tırmanıyor, okyanusları aşarak dünyayı dolaşıyor. Giderek korkusuz, girişimci bir toplum olmaya çalışıyoruz. Ama içimizden bir grup hala korkuyor ve hepimizi de korkutmaya çalışıyor. Korkalım ve dünyaya kapalı kalalım. Nereye ve ne zamana kadar?

Hacı Bektaş-ı Veli XV. yüzyılın ilk yarısında;

Nağihan ol şara vardım
Ol şarı yapılır gördüm
Ben dahi bile yapıldım
Taş u toprak arasında

............... demekte.

Bu sözler şehrin, şehirlerin önemi göstermek açısından çok dikkate değer bir tespittir. İstanbul bir şehirdir, herhangi bir şehir değil. İsmi bile “eis tin Poli” (=Poli’ye, Poli’de) şehire, şehirde şeklindeki Rumca bir sözcüğün, Türkçeye uyarlanması ile oluşmuştur. Şehir insanlığın var oluşundan beri oluşturduğu en önemli keşiftir. İnsanlığın bir diğer önemli buluşu olan yazı şehirli insanın buluşudur. O güne kadar kulaktan kulağa ulaşan bilgi, yazının bulunuşu ile kayda geçer, daha geniş topluluklara ulaşır, gelişir ve büyür. İnsanlık varoluşunu ve gelişimini şehre borçludur. Elbetteki bir şehrin, böylesi büyük ve önemli bir şehrin örf ve adetleri farklı olacaktır. Ancak bugün içinde yaşadığımız zamanda yüzyıların bu önemli şehri yeni bir karmaşa içindedir. Kısa zaman içinde yeniden farklı kültürler birbirleriyle bir araya gelmekte, eskisinden farklı yeni bir kültür, örf ve adetler oluşmaktadır. Eskiye öykünerek, üzülmek ve neleri kaybettik diyerek karamsarlığa düşmek, insanlığın var oluşundan beri zaman zaman yapıldığı gibi imkansız bir çabayla geçmişi getirmeye uğraşmak yerine, yeni bir kültür oluşuyor, bunu nasıl olumlu bir gelişim haline getiririz diyerek çalışmamız gerekir.

Artık geçmişin Ramazan eğlenceleri, kayık kültürü, Boğaziçi mehtapları, hamam sefaları birer hayaldir. Kimsenin bu tür bir faaliyete ayıracak vakti yoktur. Zaman zaman özlem duyarak, nostaljik bir duygu ile onları hatırlarız. Ama toplum olarak, hep birlikte bu tür bir yaşantı mümkün değildir. Devir değişmiş farklı anlayışlar ortaya çıkmıştır. Abdülhak Şinasi Hisar Boğaziçi anılarını anlattığı yazılarında, artık hemen hiç kimsenin farkına varmadığı gurup sefalarından bahseder. Güneş batarken Anadolu sahilinde yaşayanlar, güneşin batışının getirdiği o rengarenk cümbüşü seyrederek, hayallere dalarlar. Nüfusu 700.000 bini aşmayan sakin ve sessiz bir şehirdeki bu yaşantıyı bugün hangimizin yaşama lüksü vardır. Belki bir akşam, belki iki, üçüncü akşam sıkılırız. Televizyonu açıp gerçek dünyaya dönünce hayaller yok olur. Belki de içinde yaşadığımız zaman fazla gerçekçi bir zamandır. Ne yapalım, insanlık ister istemez bu aşamaya geldi, artık hep birlikte adına dünya denilen çok büyük bir şehirde yaşıyoruz. Onun gereklerini yerine getirir, farklılıklarımızı hepimizin zenginleşmesi için kullanmayı başarabilirsek mesele yok. Hepimiz şenlenir geleceğe doğru güvenle yol alabiliriz. Yok eğer hala geçmişe hayranlığımızı gelişime dur diyen bir anlayış içinde muhafaza etmeye çalışıyorsak gelecekte önemli sıkıntılar yaşayacağız demektir.