Site Tasarım: Savaş Çekiç Uygulama: İkipixel

Bu sitede bulunan resimler ve dökümanlar M. Sinan Genim'e aittir ve izinsiz kullanılamazlar. Ancak gerekli izin alındıktan sonra ve kaynak gösterilmek kaydıyla kullanılabilir.

Yayımlar / Bildiriler

ANADOLU YAKASI'NIN ÖYKÜSÜ

Anadolu yakasının günümüzde bilinen en eski yerleşim alanı, bir kültürede adını veren Fikirtepe yerleşmesidir. Tüm İstanbul çevresindeki tarih öncesi dönemine ait en önemli yerleşme, yakın çevresinde de benzeri bazı yerleşmelerinyer aldığı ve kendi içine kapanık bir kültür olan Fikirtepe Kültürü’dür. 1907’de Bağdat demiryolunun yapımı sırasında ortaya çıkarılanbu yerleşmeye ait çok önemli bazı buluntular günümüzde Stockholm Müzesi’nde sergilenmektedir. Fikirtepe insanları yaşamlarını yanlızca çiftçiliğe bağlamamışlar, av hayvanları ve su ürünleri de beslenmelerinde önemli rol oynamıştır. Oldukça kaba çanak çömleğin yanısıra, önemli oranda kemik, boynuz ve çakmaktaşından yapılan aletlerin de bulunduğu bu yerleşmelerin oldukça uzak bölgeler ile ticaret yaptığı ortaya çıkan çakmaktaşı buluntulardan anlaşılmaktadır.

MÖ 1000 yıllarından başlayarak, Kurbağalıdere’nin bir haliç oluşturduğu noktada Fenekelilerin Halkidon veya Harhadon adıya bir ticaret kolonisi kudrukları çeşitli kaynaklarda belirtilmektedir. Özellikle Heybeliada’ da [Khalkis Ada] bulunan bakıryatklarının işletilmesi amacı ile oluşturulan bu ticaret kolonisi giderek büyümüş ve nihayet Megaralıların ilgisini çekerek, Herodotos’a göre Byzantion’un kolonize edilmesinden on yedi yıl önce bir Megara kolonisine dönüştürülmüştür. Kalkhedon veya Khalkedon adı ile anılan bu ilk Çağ kentinin Hellen ağzındaki adı, özellikle Khalkedon biçimi, Hellen dilindeki “Khalkos” [Bakır] sözcüğünden türetilmiş gibi görünse de, ismin aslında “Kalakada”, yani iskele yeri anlamındaki “Kala” [kıyı] sözcüğünden geliştirilmiş Luwi/Pelasgos dili kökenli bir sözcük olduğu son araştırmalara göre ağırlık kazanmaktadır. Bu görüşe göre Khalkedon’un bir Fenike kolonisi olarak değil, daha önce bu bölgelerde yerleştiğini bildiğimiz erken Anadolu toplulukları tarafından kurulduğu ileri sürülebilir.

Ticaret gemilerinin büyümesi, Karadeniz kıyılarında ilk ticaret hacminin kolonilerinin kurluması, ticaret hacminin genişlemesi ve en önemlisi Byzantion’un bir ticaret kolonisi olarak kısa sürede gelişmesi ile Khalkedon giderek gerilemiştir. Palamut Balığı denen yeni bir ticari meta da bu dönemde ortaya çıkar. Boğaz akıntıları ve Haliç’in oluşumu Boğaz’dan akan balık sürülerinin Kadıköy’e dönmesini önler. Akıntı ile gelen balıktan pay alan yalnızca Byzantion olur ve giderek zenginleşir. Yeni ortaya çıkan bu ticari ürün Khalkedon’un fakirleşmesine ve bunu takiben büyük oranda terk edilmesine yol açar.

Byzantion’un devamı süresince [MÖ 660-MS 192] Anadolu yakası yerleşmeleri konusunda yeterli bilgi sahibi değiliz. Ksenophon’dan başlayarak [Anabasis/Onbinlerin dönüşü] zaman zaman Üsküdar’ın [Khrysopolis/Altınkent] adı geçerse de, bu yerleşmenin Byzantion ile Khalkedon arasındaki geçişin olağan iskelesi olması dışında bir önemi yoktur. Anadolu yakasının büyük bir bölümü Byzantion’dan çok daha önce, Bergama Kralı III. Attalos’un ölümü ile birlikte Roma hakimiyetine geçmiştir. Roma imparatoru Septimus Severus ve Konstantinos’un çeşitli tarihlerde yaptıkları imar ve inşaat faaliyetlerine karşın Anadolu yakası her zaman şehrin [Byzantion/Konstantinopolis] gölgesinde kalmaya mahkûm olmuştur.

Bu dönemlerde Anadolu yakasının en önemli yapısı muhtemelen Fenerbahçesi’nde yer alan Apollon Tapınağı’dır. Bir dönem ünlü Delphoi Tapınağı’nın kahanetleri ile yarışan bu tapınaktan ne yazık ki günümüze hiçbir iz kalmamıştır. Anadolu yakası, şehrin Roma İmparatorluğunun merkezi olması ile birlikte rağbet görmeye başlar. Gerek Marmara gerekse Boğaz kıyılarına çeşitli yapılar ve Roma benzeri villalar yapılır. Bu dönemde yapılan en önemli dinsel yapı Konstantinos tarafından Kadıköy vadisi içlerinde inşa edilen Aya Euphemia Kilisesi’dir. Hıristiyanlık açısından çok önemli olan IV. Evrensel Konsil de 451 tarihinde bu kilisede toplanır. İlk konsillerin en iyi belgelenmişi olan Khalkedon Konsili’nde alınan bir karar ile Konstantinopolis ve Kudüs Patriklikleri kurulur. Gidecek bir Latin İmparatorluğu’ndan Hellen İmparatorluğu’na dönüşen devletin devamı süresince bir dizi manastır yapılır. İstanbul gibi surlarla çevrili olmayan ve sık sık düşman kuvvetlerin –Gotlar, Persler, Sasaniler, Araplar ve giderek Türkler- baskınına uğrayan ve zaman zaman kısa aralıklarla bu güçlerin hakimiyetine giren bölgede köklü ve gelişmiş yerleşmelerin varliğindan söz etmek zaten mümkün değildir.

Bu olumsuz gelişmelere rağmen aralıklarla ortaya çıkan barış devrelerinde ve imparatorluğun güçlü olduğu dönemlerde Anadolu yakasının bazı noktalarına çeşitli saray ve manastırların yapıldığını da biliyoruz. Örneğin daha IV. yüzyılda günümüz Altıyol bölgesinde Konstantinos’un bir saray yaptırdığını bilmekteyiz. Yine aynı devirlerde Fenerbahçesi çevresinin gözde bir sayfiye yeri olarak adı geçmektedir. Daha ötede Küçükyalı’da 582’de inşasına başlanan Brias [Bryas] Sarayı ve bu sarayın hemen yakınındaki Satinos [Satyros] Manastırı bazı temel kalıntıları günümüze kadar ulaşan yapılardır. XII. yüzyılda Salacak’ta –daha sonraları Üaküdar/Kavak Sarayı’nın inşa edileceği alanda- bir yazlık saray olduğunu ve İmparator I. Manuel Komnenos’un son günlerini geçirdiğini bu sarayın Skutarion ismi ile anıldığını bilemteyiz. Yine bu bölgede 595 tarihinde Khrysopolis veya Philippikos’un kendisi için yaptırdığı saray ve geniş bir bahçe bulunduğu söylenmektedir. Ancak yine de bu dönemde Üsküdar bir iskele olmatan öteye gitmez; hâlâ Khalkedon’un ileri bir varoşu halindedir.

Üsküdar’dan bahsedilirken üzerinde önemle durulması gereken bir diğer yapıda kuşkusuz Kız Kulesi’dir. Hemen hergün önünden geçtiğimiz, hakkında öyküler anlatılan, Boğaziçi’nin güzelliğini müjdeleyen ve mitolojide kendine yer bulan bir yapı: “Bir zamanlar bu kulede bir kız yaşarmış derler, ona âşık bir delikanlı her gece Galata’dan kuleye yüzer, sevgilisine kavuşurmuş... Bir gece fırtına çıkmış, deniz delikanlıyı alıp götürmüş, ölü gövdesini ertesi sabah kulenin dibine atmış.” Bu masal Kız Kulesi için anlatılır; oysa Hero ile Leandros’un efsanesi aslında Boğaziçi’nde değil Çanakkale Boğazı’nda geçer.

XII. yüzyıla kadar su seviyesinde bir kayalık olan bu noktada ilk kez İmparator I. Manuel Komnenos devrinde bir kule/kale yapılır. Fatih Sultan Mehmet ise İstanbul’u fethettikten sonra buraya yeni bir kale yaptırır: “Ve İstanbul limunı ağzına mukabil, Anadolu yakasında, deniz içinde dökündi taş arasında bir muhkemkal’a yapturdı, ve toplar vaz’eyledi ki, atıldukça limun içinde gemi turgurmaz.” Üsküdar’dan sonra Boğaz’a doğru en önemli yerleşme, 553 yılında Meryem Ana veya Hagios Panteleimon adına çatı kiremitleri yaldızlı bir kilisenin yapıldığı Kuzguncuk’tur. Kheysokeramos [Altınkiremit] adı ile anılan bu bölgede aynı zamanda Hermalaos Manastırı da bulunmaktadır. Çengelköy koyu Bizans döneminde Sophıanai Limanı olarak bilinmekte olup, II. Iustinianos’un [565-578] karısı Sophia için 568 tarihinde burada yaptırmaya başladığı saray dolayısıyla bu adı almıştır. Daha sonra yanı bölgede bir saray daha yaptırılmış olup, I. Herakleios’un bu sarayı kullangığı anlaşılmaktadır. Vanıköy ile Kandilli arasında Brokhtoi’de I. Iustinianos’un yazlık bir sarayı olduğunu çeşitli kaynaklar belirtir. Göksu vadisinin içlerinde yamaçlara doğru bir diğer Bizans iskânının olduğu, fakat buradaki yapıların Anadoluhisarı’nın yapımı sırasında söküldüğü de ileri sürülmektedir.

Daha ileride Karadeniz’e doğru Boradion/Boraidion veya Borradion [Kanlıca] ve Çubuklu deresinin ağzında yer alan Eiranaion, ufak ölçekli bir manastır ile balıkçı kulubelerinin yer aldığı yerleşmelerdir. Antoine Galland, 13 Ağustos 1673 tarihli, bir notunda günümüz Paşabahçe semti içinde kalan İncirköy mevkiinde, İncirliköy Kasrı’nın temelinde gördüğü üç adam tarafından çiğnenen üzüm dolu bir fıçı ve fıçıdan şarap çeken adam figürüne işaret ederek, burada ilk Çağ kaynaklarında adı geçen muhteşem bir Bakkhos Mabedi olması gerektiğini söyler. Phiale adıyla anılan Beykoz’da bazı iskân izlerine rastlanırsa da, Anadolu yakasının en görkemli Bizans yapısı Yoros/Hieron Kalesi’dir. Boğazın girişine ve Karadeniz çıkışına en hâkim nokta olan bu alanda, İlk Çağ’da On İki Tanrı adına yapılmış bir mabet bulunduğu geçen yüzyılda ortaya çıkan kalıntılardan anlaşılmaktadır. Son Bizans devrinde yapılan kale ise 1305’te Türklerin eline geçmesine takiben 1348’den sonra kısa bir süre Cenovalıların hakimiyetinde kalır ve XIV. yüzyılın sonlarından itibaren kesin olarak Osmanlılar tarafından fethedilerek günümüze kadar varlığını devam ettirir.

Anadolu yakasının ilk Türk devri eseri Anadoluhisar/Güzelce Hisar Kalesi’dir. Âşıkpaşazade’ye göre 1390-1391, Nişancı Mehmed Paşa’ya göre ise 1394-1395 yılları arasında Yıldırım Bayezid tarafından yaptırılır. Yoros ve Şile Kaleleri’nin alınmasını takiben yaptırılan Güzelce Hisar, Osmanlıların İstanbul’un fethi için attıkları ilk adımlardan biridir. Boğaziçi’ndeki Karadeniz trafiğini denetim altına almak ve Bizans İmparatorluğu nezdinde bazı ayrıcalıklar elde etmek için yapılan bu inşaat sonrasında kaleiçine bir grup asker ile Türk nüfus yerleştirilir. Daha sonra 1452 yılında Rumelihisar’ın yapımı sırasında Fatih Sultan Mehmet tarafından ilave edilen hisarpeçe ise 1880 yılında açılan yol nedeniyle ikiye ayrılmıştır. Kalenin deniz tarafında oldukça büyük bir namazgâh yer alır. XVII. yüzyılda yapılan bu namazgâh, cami ve mescidler dışında, açık havada ibadet için yapılan dinsel amaçlı bir alan düzenlemesidir.

Osmanlı Devleti’nin ilmiye teşkilatında, müderrislikten başka, kadılık adı verilen görevlerde hâkimler bulunmuştur. Fatih’in İstanbul’u fethi ile birlikte şehir dört kadılığa ayrılır: İstanbul ve Bilad-ı Selase denen Eyüp, Galata ve Üsküdar kadılıkları. Üsküdar kadılığı, Üsküdar merkez olmaz üzere beş naip [vekil] ile idare edilir. Kartal, Pendik, Gebze, Şile ve Anadolukavağı’nda birer naip bulunur. Anadolu yakasının Beykoz haricindeki tüm dini ve idari işleri Üsküdar Kadılılığı’na bağlıdır. Beykoz kazası ise müneccimbaşıları bağlı olduğundan, onun tarafından bir vekil ie yönetilir. Görüldüğü üzere Kadıköy’den söz edilmemekte olup, artık Üsküdar Osmanlı şehrinin önem kazanan bir yerleşmesi ve Anadolu üzerine yapılacak her türlü hareket ve seyhatin başlangıç noktası olmaktadır.

Bir bölgenin iskân tarihini belirlemek açısından, o bölgede yer alan cami, mescid ve çeşmelerin yapım tarihleri ve sıklıkları özel bir önem taşımaktadır. Osmanlı şehrinde mahallelerin çekirdeğini mescid ve hemen yakınında yer alan çeşme oluşturmakta ve çoğunlukla mahalle orada yer alan cami veya mescidin ismini almaktadır. Anadolu yakasının bilinen ilk camii, 1393 yılında Anadoluhisarı’nda Yıldırım Bayezid tarafından yaptırılan ve fethitten hemen sonra Fatih Sultan Mehmet tarafından yeniden fevkani [iki katlı veya yüksekçe] olarak inşa edilen, 1880’li yıllarda ise yol açılması nedeniyle yıkılan Fatih Camii’dir. Hemen hemen aynı tarihlerde Fatih Sultan Mehmet’in Salacak sırtlarında da bir mescid inşa ettirdiğini bilmekteyiz. XV. yüzyıldan günümüze kalan bir diğer cami ise Üsküdar yamaçlarında yapılan, tüm siluete hâkim, 1471-1472 tarihli Rum Mehmed Paşa Camii’dir. XV. yüzyıldan günümüze ulaşan herhangi bir çeşme yoktur. Tarihi bilinen ilk çeşme, Kadıköy’de iskele civarında bulunan Bâbüssaâde Ağası Mehmed Ağa’nın 1506 tarihli çeşmesidir.

XVI. yüzyıl, Anadolu yakasının merkezi konumundaki Üsküdar için tam bir gelişim yüzyılı olmuştur. 1547-1548 tarihli Mihrimah Sultan, 1580-1581 tarihli Şemsi Akmed Paşa Camileri ile 1583 tarihli Atik Valide [Nurbanu] Sultan Camii, Üsküdar iskânının giderek yoğunlaştığının ve vadi tabanından tepelere doğru tırmandığının bir göstergesidir. Her üçü de Mimar Sinan tarafından yapılan bu yapılar içinde, caminin yanı sıra medrese, darülhadis, imaret, mektep, darüşşifa, hamam gibi ek yapılar da içeren Atik Valide Külliyesi özel bir öneme sahiptir. Mimar Sinan bu yapılar haricinde Anadolu yakasında üç dini yapı daha yapmıştır: Kanlıca Gazi İskender Paşa Camii [1559-1560], Üsküdar Mevlana Efendi Camii [1560] ve Hacı Paşa Mescidi. Şehrin Türk devri sarayları içinde en önemli saraylardan biri olarak kabul edilen Üsküdar Kavak Sarayı da önemli ölçüde Sinan tarafından inşa edilmiştir. Mustafa Sai Çelebi, Tuhfetü’l-Mi’marin’de sarayın 1551’de Kanuni Sultan Süleyman döneminde yapıldığını söylerse de, Kavak Sarayı’nın kimi yapıların bu tarihten daha önceki bir döneme ait olduklarını sanmaktayız. XVI. yüzyılda içinde Kavak Sarayı’nın da yer aldığı Üsküdar Bahçesi, Ayazma Bahçesi, günümüz Tunusbağı’nda yer alan Piyale Paşa Bahçesi, Haydarpaşa Bahçesi, Fener Bahçesi, İstavroz Bahçesi, Kule Bahçesi, Kandilli Bahçesi, Göksu Bahçesi, Çubuklu Bahçesi, İncirli Bahçesi, Sultaniye Bahçesi ve Tokat Bahçesi gibi on üç adet has bahçe bulunmaktadır. Bu hasbahçelerin ikisinde Mimar Sinan’ın yaptığı Fenerbahçe Sarayı ile Kandilli Sarayı yer almaktadır. Bunların yanısıra Mimar Sinan’ın Üsküdar ve yakın çevresinde dört saray daha yaptığını biliyoruz.

XVI. yüzyılda Üsküdar vadisi ve yamaçlarında bir dizi küçük cami ve mescid de yapılmıştır: Davut Paşa Camii [1505], Bâbüssaâde Ağası [Selman Ağa/Horhor] Camii [1506], Takkeci Mescidi [1537], Arakiyeci [Kapıağası] Mescidi [1543], Taşcılar Camii [1548], Çakırcıbaşı [Doğancılar] Camii [1558], Mirahur Mescidi [1597] gibi... Anadolu yakasının diğer yerlesşim bölgelerinden Anadolukavağı Ali Reis Mescidi [1592], Alemdağ Sarıkadı [Sarıgazi] Mescidi, Anadoluhisar Sinan Efendi [Muhşi Sinan] Mescidi, Kanlıca Sinan Efendi Mescidi [1566], Haydarpaşa Tazıcılar Ocağı Mescidi, Kadıköy Cafer Ağa Mescidi de bu yüzyılda yapılan yapılardan bazılarıdır. XVI. yüzyılda biri Beykoz’da olmak üzere tarihi bilinen yedi çeşmenin altısı ise Üsküdar’da bulunmaktadır.

XVII. yüzyıldan günümüze tek bir sivil mimarlık örneği ulaşmıştır; ülkemizin en eski konutu olan bu yapı 1699 tarihli Amcazade Hüseyin Paşa Yalısı Divanhanesi’dir. Günümüze ulaşan yapı, Köprülü Yalısı’nın Selamlık Köşkü olarak kullanılmıştır. Divanhane’nin planı “T” şeklindedir. Orta Asya’dan beri büyük açıklıklar elde etmek için kullandığımız bu plan tipi, erken dönem anıtsal yapılarında da görülür. Divanhane’nin yalnızca ana mekânı orjinal haliyle kalmıştır. Kara tarafından olması gereken sofa, dinlenme odası, hela gibi mahaller yıkılarak, 1870’lerde bugün ki iki katlı ek bina yapılmıştır. Gerek mekân planlaması, gerekse Lale Devri öncesi kalemişi nakışları ile mimarlık tarihimizin bu en özgün yapısı uzun süredir kaderine terk edilmiş, yok olmayı beklerken, yeni bir gelişim belki de onun kurtuluşu olacaktır. Divanhane’nin güney bahçesinde yer alan ve 1880’li yıllarda çekilen bir fotoğraftan varlığını öğrendigimiz Harem binası ise 1900’lü yılların başında yanmış veya yıktırılmış olmalıdır.
 

XVIII. yüzyıl, Osmanlılar için karmaşa ile başlar. 1683 Viyana bozgununun ardından gelen 1699 tarihli Karlofça Antlaşması ile küçülmeye başlayan İmparatorluk, 1703’te Sultan III. Ahmed’in Edirne’de tahta geçmesiyle yaralarını sarmaya başlamıştır. 1718 Pasarofça Antlaşması’nın imzalanması ve Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın sadrazmalığa getirilmesi ile birlikte, İstanbul’da III. Akmed’in şenlendirme politikası gereği pek çok saray ve köşk yapımına başlanır. Osmanlı toplumu ile Batı dünyası arasındaki ilişkiler, sarayın gerek diplomatik gerekse askeri amaçlarla Avrupa’ya yönelmesi sonucu yeni bir boyut kazanır. 1721 yılında elçi olarak Paris’e giden Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi’nin yaşadıkları, devrin sultanı III. Ahmed’i etkilemiş ve yeni bir anlayışın doğmasına hız kazandırmıştır. Daha sonraları Lale Devri adı ile anılacak olan ve 1730 yılı Eylül ayında Patrona Halil Ayaklanması ile son bulan bu on yıllık zaman dilimi içerisinde Anadolu Yakasında da bazı yapılar inşa edilir veya yenilenir. Kandilli Sarayı bu dönemde yenilenen yapıların en önemlisidir. Şemsi Paşa semtinde ise eski Şerefâbâd Kasrı inşa edilmiştir. Lale Devri yapıları ve bahçeleri ayaklanma sırasında büyük ölçüde tahrip edildiğinden, elimizde ne yazık ki onlara dair yeterli bilgi bulunmamaktadır.

XVIII. yüzyılda Anadolu yakasında yapılan ilk anıtsal yapı 1708 tarihli Üsküdar Yeni Valide Camii’dir. III. Akmed’in annesi, Gülnuş [Gülfem] Emetullah Valide Sultan adına yaptırılan kare planlı, biraz basıkçatek kubbeli, çifte şerefeli iki zarif minareli caminin sebili, mektebi, türbesi, muvakkithanesi ve imareti vardır. Daha sonraları inşa edilen ahşap Hünkâr Dairesi ise sivil mimarlık yapılarını hatırlatan kurgusu ile dikkat çeker. 1760 tarihinde daha önceleri Ayazma Bahçesi’nin yer aldığı Salacak sırtlarında, Sultan III. Mustafa tarafından yaptırılan Ayazma Camii, özellikle Hünkar Köşkü ile tanınır. Mimari kurgusu, pencere içlikleri, kalemişleri ve tavan süslemeleri ile devrinin tipik bir örneği olan bu yapı, bize devrin sivil mimari yapılarının iç mekân oluşumları hakkında ipuçları vermektedir. Türk Baroku üslubunda kare planlı, tek kubbeli ve tek minareli olan caminin hemen yanında 40 adet yastık dokuma karhanesi ile Lonca Binası’nın yanısıra bükücü kârhanesi yapılmıştır. III. Mustafa’nın Anadolu yakasına ilgisi bir hayli fazladır. Ayama Camii’nin inşa sırasında Kadıköy İskelesi yakınını da ikinci bir cami yaptırılır. 24 Mart 1761 tarihinde yapımı biten bu yapı daha sonraları yandığı için Sultan Abdülmecid tarafından yeniden inşa edilir [1858] . Caminin bir Hünkâr Manfili ile Sübyan Mektebi vardır.

XVIII. yüzyıldan günümüze ulaşan en güzel mescidlerden biri de 1720 tarihli Kule Bahçe [Kuleli Ocağı] Mescidi’dir. Nişancı Kaymak Mustafa Paşa tarafından yaptırılan bu mescid bir Boğaz yalısını andırır. Benzerleri sayıca oldukça azalan bu yapı, anıtsal özelliklerinden ziyade sivil mimari karakteri ile gözümüzü okşamaktadır. Yine bu tarihlerde XVII. yüzyıl gezginlerince adı anılmayan Maltepe’de, 1728’de Kazasker Feyzullah Efendi tarafından yaptırılan cami, bize Marmara kıyılarında eski yerleşmelerin yanı sıra Türklerin öncülüğünde yeni köylerin de kurulduğunu gösterir. III. Mustafa’dan [1757-1774] sonra tahta geçen I. Abdülhamid de [1774-1789] Anadolu yakasına ilgiyi sürdürmüş ve bukez Beylerbey’inde, eski İstavroz Saray’ının Hırka-i Şerif Diresi’nin bulunduğu yerde bir selatin camii yaptırmıştır [1778]. Türk barako üslubunda tek kubbeli ve tek minareli olarak inşa edilen yapıya daha sonra II. Mahmud 1811’de bir minare daha ilave ettirir. İç mekânı XVI. yüzyıldan başlamak üzere çeşitli çiniler ile süslenir. Yıkılan İstavroz Saray’ından sökülen bu çinilerin yanısıra, kürsü ve dolap kapaklarındaki ağaç ve marküteri işleri de çok güzeldir.

Anadolu yakasında XVIII. yüzyıldan günümüze ulaşan bir saray yapısı bulunmaktadır. Ancak, 1753 tarihinde yapımı tamamlanan Eski Küçüksu Kasrı’na ait bazı bilgiler günümüze dek ulaşmıştır. 1699 tarihli Amcazade Hüseyin Paşa Divanhanesi’ni andıran bir divanhane ile denize açılan dikdörtgen şemalı bir yapı olan ahşap Küçüksu Kasrı, bir orta sofaya eklemlenen daha küçük bir sofa ve bu sofalardan girilen bol pencereli, aydınlık mekânlardan oluşmaktadır. XVIII. yüzyılda yapıldığını bildiğimiz altı yapının beşi yalıdır. Çengelköy Köçeoğlu yalısı [1780] Harem ve Selamlık Binası olmak üzere iki ayrı binadan oluşur. XVII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren uygulamaya konulan planlama anlayışı bu yapıda da görülür. Bahçe ile zemin katı aynı kottadır. Düzayak girilen zemin katı üzerine bir kattan oluşan yapı, orta sofalı plan tipindedir. Orta sofa oda köşeleri pahlanmak suretiyle genişletilmiş olup, sofaya açılan tüm mekânlar ve orta sofa, büyük pencereler ile ışık almaktadır. Üst katta denize doğru uzanmış, ocaklı bir baş oda vardır.

Yine Çengelköy ‘de bulunan Bostancıbaşı Abdullah Ağa ve Sadullah Paşa Yalısı Harem Binası da geç XVIII. yüzyıl yalılarındandır. Dikdörtgen şemalı bir orta sofaya sahip olan Abdullah Ağa Yalısı’ndan farklı olarak zemin katı oda köşeleri pahlanmış bir dikdötgen, üst katı ise eliptik bir orta sofaya sahip olan Sadullah Paşa Yalısı, Köprülü Divanhanesi’nden sonra özgün karakterini koruyan en eski Boğaz yalısıdır. Bir çadır formunda düzenlenen sofa tavanının özgün kalemişleri ile deniz yönündeki odaların nişleri içinde yer alan kalemişi manzara resimleri, devrinin mimari anlayışı özellikle de bahçe düzenleri hakkında bize önemli bilgiler sağlamaktadır. Tüm odaların iç mekân düzenlemeleri, merdiven kurgusu ve pencere düzeni bize Batı etkili yeni bir mimari anlayışı sergiler.

XVIII. yüzyıl sonlarına tarihleyeceğimiz diğer iki yapı ise Anadoluhisarı/Kanlıca arasında yer alan Zarif Musatafa Paşa ve Yasinci yalılarıdır. Günümüze ulaşmayan Yasinci Yalısı’nın aksine çeşitli onarımlarla özgün yapısına yapılan müdahalelere karşın Zarif Mustafa Paşa Yalısı bugün varlığını sürdürmektedir. İki katlı orta sofalı olan yalının en ilgi çekici bölümü orjinal planlamasına ve dekorasyon özelliklerini koruyan hamam kısmıdır. Saray yapıları dışında günümüze ulaşan sivil mimarlık örnekleri içindeki tek özgün örnek olan hamam bölümü, bize yazılı kaynaklarda çok sık bahsedilen yalı ve konak hamalarına dair görsel bir sunum yapmaktadır. Mermer panolar üzerine yapılan ve bölüm bölüm boyanan Lâle Devri motifleri, vazolar içindeki çiçek ve kaseler içindeki meyveler, Topkapı Sarayı III. Ahmed Odası kalemişlerini hatırlatır. XVIII. yüzyılda yapıldığı söylenen eliptik sofalı bir diğer yapı ise Acıbadem Hünkâr İmamı Köşkü’dür. Orta Sofası yassı bir kubbe ile örtülü olan yapının, bir baş odası ile orta sofaya açılan üç eyvanı vardır. Daha küçük ölçekli sivil mimarlık örneklerinin de 1960’lara kadar varlığını sürdürdüğü XVIII. yüzyıl mimarlık mirasımızdan, yukarıda da anlatmaya çalıştığımız üzere günümüze ne yazıkkı çok az özgün örnek ulaşmıştır.

Anadolu yakasının tarihinde XIX. yüzyılın büyük önemi vardır; büyük anıtsal yapılar, kışlalar, okullar ve ilk sanayi tesisleri bu yıllarda yapılır. Anıtsal nitelikli ilk yapı III. Selim tarafından 1800 tarihinde inşasına başlanan Selimiye Kışlası’dır. Bodrum ve zemin katı kâgir, üst katları ise ahşap olan bu kışla 1807 Kabakçı Mustafa Ayaklanması sırasında tahrip edilir. Daha sonra 1826-1827 tarihleri arasında yeniden yapılır. Tümüyle tamamlanması ve günümüzdeki görünümüne kavuşması ise 1850’lere kadar uzanmaktadır. 1804-1805 tarihleri arasında ise Anadolu yakasının son anıtsal camii olan Selimiye Camii tamamlanır. Geniş bir avlunun ortasında yer alan, kare planlı, tek kubbeli, Barok stildeki caminin tek şerefeli iki minaresi vardır. Hemen bitişiğinde Hünkâr Dairesi yer alır. Muvakkithanesi, sübyan mektebi ve hizmetli odaları bulunur. Osmanlı İmparatorluğu’nun yenileşme hamlelerinde önemli bir rol oynayan III. Selim’in sanayileşme yönündeki bir diğer girişimi ise 1803’te Beykoz Çayırı’nda kurdurduğu Kağıt Fabrikası’dır. Kısa süren faaliyeti sonrasında fabrika kapanır ve hemen yakınında, 1810 tarihinde üretime geçen Dabakhane-i Klevehane-i Amire -1816’da Techizat-ı Askeriye Fabrikası adını almıştır- açılır. Bu fabrika, daha sonraları Beykoz Deri ve Kundura Fabrikası olarak 1990’lara kadar üretimini sürdürmüştür. 1807 Kabakçı Ayaklanması ile tahta geçen II. Mahmud’un saltanatının ilk yıllarında önemli yapı ve iskân hareketleri görülmez. 1826 yazında Vak’a-i Hayriyye olayı ile Yeniçeri Ocağı ortadan kaldırılır. Bu tarihten itibaren büyük bir hızla yenileşme dönemi başlar.

İlk buharlı gemi 20 Mayıs 1828 günü Boğaz’a ulaşır. Swift adlı bu gemi İngiliz yapımı olup, şehirli tarafından “Buğu Gemisi” olarak adlandırılır. Bu sıralarda gerek Boğaz köyleri gerekse Kadıköy ile şehir arasındaki ulaşım piyade denen hızlı yolcu kayıklarının yanısıra, pereme adı ile anılan dolmuş kayıkları ya da hemen her yerleşmenin ortak malı olan pazar kayıkları ile sağlanmaktadır. Pazar kayıkları aşağı yukarı 13 metre uzunluğunda, 2,5 metre genişliğinde ahşap, denize dayanıklı teknelerdir. Her yerleşmenin bir, iki hatta üç Pazar kayığı bulunur. Bunlar yolcu ve yük taşırlar; sağlanan gelirle hem kayık hemde köyün çeşitli olarak ihtiyaçlari görülür. 1880’lerin ilk çeyreğinde Beykoz, Anadoluhisarı ve Kanlıca’nın büyük pazar kayıkları vardır. Beykoz’dan sepetçi çubuğu, Kanlıca’dan kaynak suyu taşıyan pazar kayıkları en fazla gelire sahip olanlardır. Daha az geliri olan Anadolukavağı, Paşabahçe, Çubuklu, Çengelköy, Beylerbeyi ve Kuzguncuk’un ise dört çifte birer pazar kayığı bulunmaktadır. Bu da bize göstermektedir ki, özellikle Boğaz köyleri gelişmekte ve şehir ile organik bağları güçlenmektedir. Bu gelişim öylesine hızlıdır ki, 1800’lerde 4.000 olan kayıtlı kayık sayısı, 1845’te 19.000’e ulaşır.

1828’de Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye’nin Batı tarzı eğitimi için eski Kule Bahçesi’nde Kuleli Kışlası inşa edilir. Kışla, 1839’a kadar süvariler tarafından kullanılır, daha sonraları ise çeşitli amaçlara tahsis edilir. 1856 yangını dışında önemli bir tahribe uğramayan yapı, günümüze kadar ulaşmıştır. XIX. yüzyılın önemli bir saray yapısı da geleneksel anlayıştaki Şerefâbâd Kasrı’dır. Şemsipaşa’da, Rum Mehmed Paşa Camii ile sahil arasında, Anadolu yakasının en güzel manzarasına hakim noktada yapılan bu kasır iki katlıdır. Daha önce burda bulunan eski Şerefâbâd Kasrı’nın, II. Mahmud tarafından 1816’da esaslı bir şekilde yenilenmesi ile oluşan kasra ait çeşitli görüntüler günümüze ulaşmıştır.

Bu yüzyılın bir diğer saray yapısı ise eski İstavroz Sarayı arazisinin elde kalan bölümüne 1832 yılında yapılan Bağ-ı Ferah Sarayı’dır. Çeşitli bölümlerde –Mabeyn, Harem, vs.- oluşan sarayın çevresinde Mermer Köşk, Şevketabad Kasrı, Büyük ve Küçük Yalı gibi binalar vardır. II. Mahmud’un bu ahşap sarayından günümüze ulaşan tek yapı 1826 tarihli Mermer Köşkü’dür. Ortasında İki yan duvardaki selsebillerden beslenen bir havuzun yer aldığı ana sofa ve onun iki yanındaki birer odadan oluşan çok sade bir planı vardır. Bina derinliğinin yarısı arazi eğiminin verdiği imkân ile toprağa gömülmüş olup, arkada bir iç bahçe teşekkül ettirilmiştir. Helalar ve servis hacimleri iç bahçeye açılır. Günümüzde başka bir örneği olmayan bu kâgir yapının çatısı mermer kaplı, düz bir terastır.

1837 yılında biri İngiliz, diğeri Rus iki şirket Boğaz köylerine birer vapur çalıştırmaya başlar. Bir müddet sonra Hazine-i Hassa Vapurları İdaresi kurulur ve saraya ait Hümapervaz vapurunu devralarak Boğaz seferlerine katılır. Artan talebi karşılamak amacı ile Mesir-i Bahri adlı ikinci bir vapur daha yapılır. 1 Mayıs 1851 günü o devrin Resmi Gazete’si olan Takvim-i Vekayi’de bir ilan yayımlanır: Sabahları İstanbul’a, Akşamları ise Boğaz köylerine düzenli seferler yapacak olan Şirket-i Hayriyye İdaresi kurulmuştur. İlk düzenli seferler Üsküdar’la Beşiktaş arasında Vesile-i Ticaret ve Girit vapurları ile günde karşılıklı dört sefer olarak yapılmaya başlar. Düzenli olmamakla birlikte Fevaid-i Osmaniye Şirketi de 1846’dan itibaren Kadıköy ve Adalar’a sefer düzenlemektedir. Giderek artan yolcu ve özellikle de taşıt trafiğini güvenli bir şekilde iki yaka arasında taşımak amacıyla dünyada ilk defa bir arabalı vapur yaptırılır. 1872’de sefere alınan Suhûlet bu gemilerin ilk örneğidir. Hemen sonrasında ise 1969’a kadar hizmet veren, yandan çarklı Sahilbent arabalı vapuru seferlere başlar.

Artık hızla Boğaz kıyıları ve yamaçlarının, Üsküdar’ın Bağlarbaşı, Altunizade, Acıbadem gibi semtlerinin yoğunluğu artmaktadır. Validebağı Adile Sultan Kasrı [1853], Beykoz Kasrı [1854] ve eski Küçüksu Kasrı yerine yapılan Göksu Kasrı [1856], kullanıma alınan yapılardır. 1864 yılında yakanın en önemli yapılarından biri olan Beylerbeyi Sarayı tamalanır. Ana Bina, Sarı Köşk, Mermer Köşkü, Yalı Köşkleri, Ahır Köşkü gibi yapılardan oluşan saray topluluğu, Batılı görünüşlü, Doğu etkili bir yapıdır 1876 yılında ise Eski Kandilli Sarayı’nın olduğu hasbahçede, Adile Sultan daha sonraları bir dönem Kandilli Kız Lisesi olarak kullanılacak olan bir saray yaptırır.

Anadolu yakasının Boğaz bölümü şenlenmekte, çeşitli yapılarla kullanıma açılan alan büyümektedir. Boğaziçi’nin günümüzdeki hemen tüm yeşil alanları da bu sıralarda oluşmaya başlar. Saray tarafından devrin üst düzey yöneticilerine bağışlanan alanlar, Beykoz Abraham Paşa, Çubuklu Hıdiv, Kuzguncuk Fethi Ahmed Paşa, Paşalimanı Hüseyin Avni Paşa koruları 1850’li yılları takiben ağaçlanmaya başlamıştır. Giderek küçülen saraya ait hasbahçelere karşın, özel mülkiyete ait alanlar büyümekte ve korumaya alınmaktadır.

1857’de yayımlanan bir Nizamname ile İstanbul 14 Belediye Dairesi’ne ayrılır; fakat yalnızca 6. Daire [Beyoğlu] çalışmalara başlar. 1877’de yayımlanan ikinci Nizamname ile Daire sayısı 20’ye çıkarılır ve Anadolu Yakası, 13. Daire Beykoz, 14. Daire Anadoluhisarı, 15. Daire Beylerbeyi, 16. Daire Üsküdar Yenimahalle, 17. Daire Üsküdar Doğancılar ve 18. Daire Kadıköy olarak yeniden belirlenir. Görüldüğü gibi yoğunluk Üsküdar ve Boğaziçi’ndedir.

XIX. yüzyılın son anıtsal yapısı, yapımına 1893 yılında başlayan Mekteb-i Tıbbi-ye-i Şâhâne [Askerî Tıp Okulu] Binası’dır. A. Vallaury ve D’Aronco tarafından tasarımı üstleninen yapı, 11 Şubat 1895 günü hizmete girer. Selimiye Kışlası ile birlikte Anadolu yakasının siluetinde varlığını öncelikle duyuran bir yapıdır. Yalnızca boyutları ile değil, mimarisinin özgün biçimiyle de dikkat çeker. Kadıköy’e doğru hemen yanında, günümüzde ağaçlarla örtülmüş olan bir diğer büyük yapı, Haydarpaşa Askeri Hastanesi [1846] yer almaktadır.

Bu yüzyıldan günümüze az sayıda da olsa önemli sivil mimarlık örnekleri kalmıştır. Çeşitli kötü onarım ve bozulmalara rağmen Çubuklu Halil Ethem Yalısı, Körfe Prenses Rukiye Yalısı, Anadoluhisarı Hekimbaşı Salih Efendi Yalısı, Kandilli Kıbrıslılar, Abut Efendi ve Kont Ostrorog Yalıları, Kuzguncuk Fethi Ahmed Paşa Yalısı ile Salacak Çürüksulu Ahmed Paşa Konağı günümüze ulaşmıstır. Bu örnekler arasında sayılması gereken bir diğer yapı da Bağlarbaşı Abdülmecid Efendi Köşkü’dür; 1880’li yıllarda A. Vallaury tarafından yapılan bu yapı, klasik Orta Sofalı plan tipinin en güzel örneklerinden biridir. Geniş saçakları, XVI. ve XVII. yüzyıl gravürlerinde gördüğümüz kepenk örnekleri ile bir benzeri günümüzde olmayan binanın, bizce en önemli özelliği kalemişiyle süslü olan cepheleri ve saçak altlarıdır. XIX. yüzyıl motifleri ile süslenen bu renkli cephelerin bir başka örneğine rastlamamaktayız.

1890 yılı İstanbul için büyük projeler yılıdır. Bu projelerin en önemli ikisi Fransız mühendis Arnodin tarafından önerilen Sarayburnu-Üsküdar ve Kandilli-Rumelihisar körü projeleridir. Artık iki yakanın bir araya getirilmesi için öneriler gündeme gelmeye başlamıştır. Yine aynı yıl Fransız mimar Joseph Antoine Bouvard şehir için çok sayıda meydan düzenleme projesi hazırlar, fakat ne yazık ki ya düzenleyecek meydan bulamaz ya da Anadolu yakası bu tür projeler önerilecek kadar önemli değildir. Bu arada Raimando D’Aronco Harem İskelesi için büyük bir proje hazırlarsa da, bu yapı hayata geçirilemez. D’Aronco bu proje dışında 1903-1906 yılları arasında Anadoluhisarı’ndan Erenköy’e kadar çeşitli semtlerde hemen hiçbiri uygulanmayan bir dizi konut projesi çizer.

Anadolu yakasının son anıtsal yapısı, 1906’da inşaatına başlanan ve 1908’de hizmete açılan Haydarpaşa Garı’dır. Otto Ritler ve Helmuth Cuno isimli iki Alman mimar tarafından hazırlanan proje eklektik bir anlayışın ürünüdür. Ülkemizin en büyük garı olan bu yapı siluete etkin bir şekilde kayılmayı –çevresinde oluşan tüm kötü yapılanmaya karşın- günümüzde de sürdürmektedir.

1789 Fransız Devrimi ile gündeme gelen ve giderek yükselen milliyetçilik akımları ve bunun doğurduğu savaşlar artık imparatorlukların zayıflamalarına neden olmaktadır. Bu nedenle, İstanbul giderek dünya ticaretinden pay alan, çok renkli ve çok milletli evrensel bir şehir olmaktan uzaklaşmakta, tekdüze, rekbete kapalı, kendi içine çekilen sıradan bir şehre dönüşmektedir.

23 Mart 1930’da Kadıköy kaza merkezi olur. Bu sıralarda Kadıköy’ün, Merkez, Kızıltoprak ve Erenköy olmak üzere üç bucağı vardır. 1934 tarihli İstanbul Şehir Rehberin’de, Anadolu yakasında, Kadıköy’ün dışında iki ilçe daha, Beykoz ve Üsküdar 28, Kadıköy ise 31 mahalleden oluşmaktadır. 1950’li yıllara kadar Anadolu Sahili yerleşmelerinde önemli bir değişim gözlenmez. Hem üst sosyal tabakanın hem de mütevazi halk tabakasının birlikte yaşadığı, komşuluk ilişkilerinin yoğun olduğu bir görünüm egemendir. Kadıköy ötesindeyse bağlar ve bahçeler içindeki köşklerin oluşturduğu sayfiye karakteri devam etmektedir. Ancak 1945’ten itibaren ahşap köşkler yıkılarak yerine çok katlı betorerme apartmanlar yapılmaya başlanır. 1950 sonrası, önce Fikirtepe çevresinde ilk gecekondular ortaya çıkmaya başlar. Artık Anadolu yakasında anıtsal nitelikli yapı faaliyetlerine rastlanmamaktadır. Üsküdar, Kadıköy, özellikle Haydarpaşa Köprüsü ve Bağdat Caddesi gibi yol düzenlemeleri dışında hemen her düzenleme neredeyse kendi kendine oluşmakta, daha doğrusu hızla oluşan iskânı takip eden bir planlama politikası hâkim olmaktadır.

Yine de 1930 ile 1980’li yıllar arasında Sedad Hakkı Eldem [Kandilli Komili Yalısı, Çolakoğlu Evi, İkbal Sultan Yalısı, Vanıköy Kıraç Yalısı, Topbaş Evi, Beylerbeyi Ayaşlı Yalısı], Zeki Sayar [Mühürdar Dr. Sami Yanar Evi], Abidin Mortaş [Erenköy Evi] gibi mimarlar çeşitli yapılar inşa etme cesaret ve kararlılığını gösterebilmişlerdir.

XXI. yüzyılın bu ilk yıllarında Anadolu yakası iskânının bir bölümü –Boğaziçi-, tüm bozulmalara karşın geleneksel dokusunu belirli ölçüde muhafaza etmeye çalışsa da, Üsküdar iskânı kesintisiz olarak Alemdağ’a Kadıköy iskânı ise İstanbul il hudutlarını aşarak Gebze’ye kadar ulaşmıştır. Tüm bu alanda evrensel boyutta çağdaş bir mimari yapıya rastlamak nerdeyse mümkün değildir. Ülkemizin giderek globalleşen dünyada, geçmişte olduğu gibi, mimari olarak da varolduğu günleri göreceğimizi umarım.