Site Tasarım: Savaş Çekiç Uygulama: İkipixel

Bu sitede bulunan resimler ve dökümanlar M. Sinan Genim'e aittir ve izinsiz kullanılamazlar. Ancak gerekli izin alındıktan sonra ve kaynak gösterilmek kaydıyla kullanılabilir.

Yayımlar / Bildiriler

KORUMA KÜLTÜRÜ ÜZERİNE

quis custodiet ipsos custodes?
"bizi koruyuculardan kim koruyacak"

[Publius Gaius Cornelius Tacitus 56-120]

Ülkemiz binlerce yerleşme ve on binlerce tek yapı ölçeğinde korunması gerekli kültür varlığına, hemen hemen aynı sayıda da doğa varlığına sahiptir. Bu büyüklükteki bir mirasın yalnızca bizi ilgilendirmesi, tüm insanlığın ilgisi dışında kalması söz konusu değildir. Malik olduğumuz bu birikim yalnız bizim değil, tüm insanlığın vazgeçilemez mirasıdır ve gelecek oluşturmak için faydalanacağı en değerli bilgi ve belgeleri içermektedir. Bu nedenle giderek globalleşen dünyada kısa süre içinde önemli bir tehlike ile yüz yüze gelmemiz olasıdır. Ülkemiz coğrafyasında bulunan kültürel mirasın, bizim dışımızda korunmaya ve değerlendirilmeye alınması her an gündeme gelebilir. Yakın bir dönemde, Antik dünyanın yedi harikasını topraklarında barındıran bir ülkenin mirasçıları olduğumuzu, bugün gerek ülkemizde gerekse dünyada pek az kişi bilmektedir. Eğer bu yapılardan az da olsa birşeyler günümüze ulaşmışsa, beş yüz yıla yakın bir süre bizim korumamız altında bulundukları içindir [Herşeye kötümser açıdan bakan, pekçok kişi geçmişi kötülemek amacı ile Osmanlı’nın korunması gerekli kültür varlıklarını tahrip ettiğini, onların yurtdışına kaçırılmasına göz yumduğunu söylemektedir. Ancak, o yıllarda hemen hemen tüm dünyada ki anlayış günümüzden farklıdır. Aynı dönemde Victor Hugo şöyle demektedir; "Türk’ler sadece Helen devri anıtlarını satmaktadırlar; biz daha iyisini yapıyoruz, kendi anıtlarımızı satıyoruz". Hugo 1832: 607-622; Erder 1975: 136; Clayton 1998].

Ibn Haldun yaklaşık altı yüz yıl önce "Bedevilikte taassup ve şiddet, hadarilikte ise itidal ve incelik bulunur" demektedir [Ibn Haldun 1989: I. 308 vd]. Ülkemizde giderek nüfusun büyük bir kısmının şehirlerde yaşamasına rağmen bedevilikten yani şiddet ve taassuptan, herhangi bir gruba veya ideolojiye mensubiyettin mecburiyetinden kurtulamadık. Bu nedenle, korumak için öncelikle şehirli olmaya bağnazlık ve taassuptan kurtulmaya çaba göstermeliyiz. Koruma kavramı uygarlık ile ortaya çıkar. Şehirleşen ve bunun getirdiği yüksek uygarlık seviyesine ulaşan toplumlar giderek korumanın öneminin, gelecek yaratmak için gerekli olduğunun farkına varmışlardır. Şehirleşmenin erken örneklerinin görüldüğü Mezopotamya ve Mısır’da korumanın önemini açıkça görürüz. Örneğin Hammurabi’nin yazışmalarında bir ağacı kimlerin ve ne hakla kestikleri konusunda bir nota rastlanır. Aynı dönemde Mezopotamya’da yapıların kontrolü ile ilgili hukuki tedbirler alınır [Erder 1971: 17]. Bu düzenlemelerin binlerce yıllık birikimin sonucu olduğu görülmektedir. Mezopotamya’da olsun, Mısır’da olsun aynı alanların binlerce yıl boyunca yerleşme alanı, aynı yerlerin ise kutsal alan olarak kullanıldığı yapılan kazılar sonucu anlaşılmaktadır. Her ne kadar şehirler kat kat birbiri üstüne [höyük] teşekkül ederse de, alan kullanımları ve yol aksları binlerce yıl aynı kalmaktadır [Erder 1971: 24]. Helen Uygarlığı’da koruma kavramına bilinçle yaklaşır. Olimpia’daki Hera Tapınağı ve Thesesus’un gemisi gibi çalışmalar, anıtların korunması konusundaki ilk örneklerdir diyebiliriz [Erder 1971: 24]. M.Ö. 420 yıllarına ait bir kararda, Atina’da esas görevi kamuya ait yapıların bakımı ve gerektiğinde acil onarımı ile görevli bir mimara tahsis edilen kadro ayrıntıları ile izah edilmektedir [Erder 1971: 27]. Roma Uygarlığı’nın ise korumayı hukuksal tedbirler ile desteklediğini görmekteyiz. Hadrianus zamanında "Codex de aedificatis Privatise" ye giren hükümlere göre "bir evin değerli eşyalarını sökmek üzere almaya niyetli yıkıcılara satışı yasaktır. Satış durdurulduğu gibi satılan evin değerinin iki misli ceza da kesilir. Bu kanuna sütunlar, mermer süslemeler, kiremitler, kapılar, kütüphane rafları gibi alındıklarında evi çirkinleştirecek unsurlarla, yapıya bağlı olmayan heykel, resim, vazo gibi yapıyı süslemek için konulmuş ve yapının değerini arttıran sanat eserlerinin satışı ve nakli ile ilgili yasakta eklenmiştir. Bununla beraber mal sahibinin de bazı hakları vardır. Bunlardan biri taşınabilir eşyaları kendine ait bir diğer eve nakledebilmek, diğeri ise yapıyı ve tüm yapı elemanlarını olduğu gibi topluma bağışlamaktır" [Erder 1971: 52].

Koruma ve geçmişi muhafaza etme kaygısının erken örneklerinden birine de Ostrogot Kralı Teodorik’in davranışında rastlarız [Erder 1971: 76]. Bir dönem İstanbul’da kalan ve eğitim gören Teodorik’in otuz üç yıllık hükümdarlığı sırasındaki kültür faaliyetlerinin Helen-Roma Uygarlığı’nın Ortaçağ’a uzanmasını sağladığı ileri sürülür. Aynı davranışı yüzyıllar sonra, XII. yüzyıl Anadolu’sunda gördüğümüz şehirleşme ve anıtsal yapı faaliyetinin önemli bir kısmını gerçekleştiren ve yine İstanbul’da kalıp eğitim gören I. Alaattin Keykubat’da da rastlamaktayız [Turan 1967: VI. 646]. Görüldüğü gibi koruma şehirli insana, şehir eğitimi alan insana özgü bir davranıştır. Erken dönemlerde insanlığın en önemli eğitim merkezlerinden biri olan İstanbul’da eğitim gören bu iki insanın davranışı biz günümüz insanlarına örnek olmalıdır.

Bu nedenle korumak için önce şehirli olmaya, ideolojik bağnazlık ve bilimsel taassuplardan kurtulmaya çalışmalıyız. Herşeyi devletten ve onu oluşturan kurumlardan bekleyen anlayışı terk edip, yeni yöntemler araştırmalı, katılımcı ve bilimsel açıdan özgür ve özerk kurumlar yaratmalı, var olanlarını ise bu anlayış ile yapılandırmalı ve güçlendirmeliyiz.

Özellikle son yıllarda ülkemiz için korumanın bir lüks sayıldığı, gelişmekte olan toplumlar için önceliğin çağdaşlaşmak olduğu ve bunun için kimi zaman bazı şeylerin feda edilmesinin gerektiği gibi olumsuz bir düşüncenin yaygınlaştığını ve buna uygun kanuni düzenlemelerin yapıldığını ve de yapılmak istendiğini duymaktayız. İnsanlığın gelişmesi onu oluşturan bireylerin tutku ve heyacanları oranında olmuştur. Örneğin bir dönem insanlığın gelişiminde önemli katkıları olan İslami düşüncenin kaderi; El-Gazali’nin felsefi düşüncelerinin yanlış yorumlanmasıyla yeniliğe kapalı, düşünce üretemeyen bir kısır döngü içine girmesine sebep olmuştur [Çubukçu 1996]. Bu nedenle çok dikkatli olmak zorundayız, bugün ülkemizde birşey yaptırmamak için zaten yeteri kadar yasa var. Mevcudların üstüne yaptığımız yeni düzenlemeler ile kanunları ve kuralları içinden çıkılamaz hale getirip, toplumun düzenini bozduğumuz kanatindeyim. Örneğin, günümüzden yaklaşık üç yüz elli yıl önce ünlü düşünür Descartes bu konuda “Yasaların çok sayıda oluşu, çoğu zaman ahlak bozukluklarına özür teşkil eder; oysa sayıca pek az, ama sıkı sıkıya uygulanan yasalara sahip bir devletin yapısı daha düzenlidir” demektedir [Descartes 1984: 21].

İnsanlar değişimi algılayamaz, açıklayamaz hale geldiklerinde değişimden ürken, birşeyler yaratmaktan, yeni şeyler düşünmekten korkan canlılar haline gelirler. Bu nedenle; ülkemizdeki korunması gerekli kültür ve doğa varlıkları üzerindeki en büyük risk [zarar görme tehlikesi] bürokrasi ve bağnaz düşünce yapısıdır [Bu yazıda yer alan "Risk-Riziko" kelimesi ile zarar görme, yokolma tehlikesi, "Bürokrasi" kelimesi ile ise kırtasiyecilik, işleri bitmez tükenmez karar, onay, proje, rapor, vs ile uzatmak, karar verememek anlatılmak istenmiştir]. Bakanlıkların, Kurulların, Belediyelerin, Özel İdare ve diğer kamu kurum ve kuruluşlarının gerek malik oldukları gerekse koruma, bakım ve onarımları hakkında karar verme yetkisine sahip oldukları tüm kültürel miras yok olmak veya tahrip edilmek tehlikesi altındadır. Bunun en önemli nedeni yukarıda da belirtmeye çalıştığımız gibi yeniliğe kapalı, düşünce üretemeyen, yaptıkları işten dolayı heyecan duymayan, koruma çabalarına olsa da olur, olmasa da olur düşüncesiyle yaklaşılmasıdır. Özellikle son on yıldır giderek artan ve yaygınlaşan bir şekilde "bu işten birilerinin mutlaka bir çıkarı vardır, bu nedenle hiçbir şey yapmayalım herşey olduğu gibi kalsın" düşüncesi gelecek için çok tehlikeli boyutlara ulaşmış durumdadır. Pek tabidir ki, bu düşünce yapısının ağır bastığı bir ortamda yapılan işin başkalarını heyecanlandırması ve onların ilgisini çekmesi de mümkün olmamaktadır.

Genelde korumanın yalnızca tespit ve tescil etmek veya onarmak olduğu düşünülmektedir. II. Dünya Savaşı sonrası büyük ölçüde tahrip olan Avrupa şehirlerinin hemen hemen tümü [Varşova, Berlin, Dresten, vs...] bir dönem yoğun çalışma ile oluşturulan belge ve bilgilerin değerlendirilmesi ile yeniden inşa edilmiş ve nerede ise bin yıllık Avrupa şehirleri günümüzde hiç dokunulmamış, bir dönem tümden yok edilmemiş gibi, içinde mutlu bir şekilde yaşanır hale getirilmişlerdir. İşte, laf yerine iş yapmanın, çalışmanın, belgelemenin ve tespitin önemi bu örneklerde somut bir şekilde görülmektedir.

Geçen yıllarda Zeugma konusu ülkemiz gündeminde önemli bir yer kapladı, sanki Zeugma bilinmiyordu ve yapılmakta olan Birecik Barajı nedeni ile yeni keşfedilmişti. Zeugma yerleşmesinin varlığı ve önemi uzun yıllardır, konuya ilgisi olanlar, bilgi ve bilime değer verenler tarafından bilinmekteydi. Zeugma örenyeri uzun yıllardır koruma altındaydı ve pekçok örenyerine karşın kaçak kazılara mani olmak için bir bekçisi bile vardı. Popüler olmadan önce "Seleukeia am Euphrat" veya "Kommagene Seleukeia" sı adı ile anılırdı ve Fırat’ın doğu yakasındaki "Apameia" kenti ile birlikte önemli bir yerleşme alanı olarak bilim dünyasında adı geçerdi [Başgelen-Ergeç 2000]. 1999 yılında popülarizm egemen oldu, hiçbir araştırma, bilgi toplama çabalarına girişilmeksizin toplumumuza baraj yapımı sırasında hiç kimsenin bilmediği yeni bir yerleşme bulunmuş gibi tanıtıldı. Tartışmalara ve nerede ise bir barajın kullanımına/su tutmasına mani olacak girişimlere yol açıldı. Bu kıyamet neden koptu, ülkemiz elektrik enerjisinin % 2.5’u yani 1/40’ını üretecek olan bu barajın su tutmasına neden engel olunmaya çalışıldı? Bu iş salt bir koruma/kurtarma anlayışı, tarihe sahip çıkma düşüncesi miydi? yoksa söylenmeyen bazı gerçekler mi vardı? Birecik Barajı, dünyanın en büyük Yap-İşlet-Devret Modeli ile yapılmış hidroelektrik santralıdır. Yapımına 1996 Nisan ayında başlanmış olup, Ekim 2000’de su tutma maksimum seviyeye ulaşıp üretime başlanacaktı. Nerede ise kırk yıldır burada bir hidroelektrik santralı yapılacağı bilinmektedir. O halde niçin daha önce Keban’da örneğini gördüğümüz bir kurtarma projesi hazırlanmamış, son günlere kadar beklenmiş ve iş su tutmaya gelince çözüm arayışına kalkılmıştır? Fırat’ın batı yakasında yer alan "Seleukeia / Zeugma" için bunca yayın ve çalışma yapılırken, doğu yakasında yeralan ve uzun yıllardır kaçak kazı ve soygunlara maruz kalan ve tümü su ile örtülen "Apemeia" Antik Kenti için niçin tek kelime bile edilmemektedir [Özden 2000]?

Elbette bunca hataya ve adam sendeciliğe rağmen kollarımızı kavuşturup olaya seyirci kalmak mümkün değildir. Birşeyler yapmanın, kamuoyunu bu konuda uyarıp konuyu gündeme taşımanın sonsuz faydaları vardır. Ancak, olaya ideolojik açıdan yaklaşmamak koruma çabalarını ideolojinin önünde ve üstünde tutmak gerekir. Zeugma ile bir ölçüde adam sendeciligimizin ve tembelliğimizin bedelini ödedik. Başlangıçtan itibaren konuya ciddi bir kamuoyu desteği ve bilimsel çaba ile yaklaşılsaydı çok daha faydalı araştırmalar ve kurtarma kazıları yapılabilirdi. Zeugma konusu devlet bürokrasisi ile ideolojik bakış arasına sıkışıp kaldığı için erken bir çözüme kavuşturulamadı. Amaç bu ve benzeri korunması gerekli kültür ve doğa varlıklarını kurtarmak ise, daha bilinçli ve bilimsel yaklaşımlarla konuları gündeme getirmek gerekir. Zeugma’nın bu geç kalmış yükselişinin ülkemizin diğer korunması gerekli kültür ve doğa varlıkları için gelecekte örnek olmasını ve geç kalınmadan benzeri pekçok örnek için şimdiden tedbir alınması gereğini ortaya koyması açısından faydalı olacağını umarım derken, Hasankeyf’i de aynı yaparım, yapamazsın tartışmaları ile kayıp etme anlayışı içinde olduğumuzu belirtmek isterim. Çağdaş toplumlar kavga ederek sonuca ulaşamazlar, sanırım öncelikle ülkemizin aydın geçinen insanlarının uzlaşma kültürüne sahip olması gerekiyor. Her konunun bir çözümü vardır, akıl bize çözüm üretmede yardımcı olur, önce aklımızı kullanmayı öğrenelim, sanırım çözüm bulmada geçikmeyiz.

Kültürel ve doğal miras yok oluyor. Bu olguyu kişisel itibar veya ideolojik gruplaşmanın birleştirici bir faktörü olarak kullanmakda konuya büyük zarar vermiştir ve vermektedir. Kültürel ve doğal miras hiç kimsenin tek başına veya grup olarak sahip çıkacağı ve sorumluluğunu üstleneceği bir konu değildir. Kendimize ve çevremize yalan söylemek, bilerek veya bilmeden, gerçeklere tam vakıf olmadan, yeterli bilgi birikimine sahip olmaksızın fikir sahibi olmak, olayların gerçek nedenleri üzerinde yeteri kadar düşünmemek ve en önemlisi tembel olmak fikri ve bedeni olarak tembel olmak...! Bizim toplumumuzda çalışmaya, Batı liberal ekonomi geleneğinin de etkisi ile, ilke olarak ihtiyaçların karşılanması ve acı çekmekten kurtulmak için yapılan nahoş bir etkinlik olarak bakılmaktadır [Lafarque 1999]. Ancak, Avrupa kapitalizmini yaratan Protestan girişimciler ile Meici dönemi sonrası Japonya’yı modernleştiren seçkinlerde olduğu gibi, sıkı bir çalışma ahlakına sahip bazı kültürlerde çalışma aynı zamanda toplumda bir kabul görme aracıdır. Ne yazık ki bizim kültürümüzde çalışma değil, popülarizm ve ideolojik olarak bir gruba mensubiyet kabul görme aracı olmaktadır. Temel farklılığımız budur, çalışma yerine, şikayet etmek ve şikayet ettiğimiz her ne olursa olsun, bu sorunlara dair bireysel alternatifler sunmamak. Bunun bedelini hemen hemen herşeyi başkalarından bekleyen, heyecansız ve bilgisiz bir toplum olarak ödüyoruz. 1991 sonrası oluşan DYP-SHP iktidarı sonrasında konuya ve kurumlara siyaseten egemen olan bir grup kendilerinden başka herkesi bilgisiz ve namussuz addeten ideolojik bir bağnazlıkla, korunması gerekli taşınmaz kültür varlıkları konusunda bilimi ve bilgiyi ideolojik gruplaşmaya ve bir gruba mensubiyete kurban etti. Bazı insanlar namussuzluğu yasa dışı yollarla değil, kendi mensup oldukları gruptan veya çevreden olmayanları düşünceleri ve mesleki çalışmaları nedeni ile karalayarak, onları yok farzederek ve dışlayarak yaparlar. Ekonomi teorisinde kabul edilen kötü paranın iyi parayı kovması gibi, bu dönemde de siyasal ortamın değişmesiyle konu üzerinde iyi niyetle çalışan bir grup insanın tasfiye edildiğini gördük.

Tartışılan ve üzerinde çeşitli spekülasyonların yapıldığı ana olgu "korumadan", bilgi ve bilimin çoğunlukla gözardı edildiği imar planı yolsuzluklarına, arsa spekülasyonlarına ve köşe dönücülük felsefesinin egemen olduğu yap-satçılığı gündeme taşıyan , reytingi fazla, kişisel prim kazanılan bir ortama çekildi.

1993 yılında, Taksim Eresin Otel’de yapılan ICOMOS Genel Kurulu’nda bir öneride bulundum. Türkiye’de kazı, koruma, onarım ve restorasyon konusunda söz sahibi olan yüz kişi bir araya gelelim, bir grup oluşturalım ve inanmadığımız kararlara ve uygulamalara karşı çıkalım, kendi içinde konsensüs sahibi ve gerçekten ülkesi için iyi şeyler yapmak isteyen bir gruba, üstelik bilim ve bilgi ile donanmış bir gruba hiçbir politikacının,hiçbir bakanın veya kurumun karşı çıkamayacağını dile getirdim. Ancak, o sırada ideolojik bağnazlar siyaseten güçlü idiler, tüm demokratik görüntülerine rağmen [inançlarının doğası gereği] hiçbir zaman politik gücün el değiştirebileceğine inanmıyorlardı ve bu önerinin güçlü oldukları bir dönemde gelecek için değil de kendilerine karşı yapıldığını sandılar ve gündem dışı bıraktılar. Çünkü bilgi ve bilimlerine güven duymuyorlardı, farklı düşünce ve rekabete kapalı idiler. İnsanlar inandıkları düşünceleri ve bu doğrultudaki atılımlarını ancak siyasal gücü ellerinde bulundurdukları zaman yürürlüğe koyabilir, gerçeğe dönüştürebilirler. Siyaseten güçlü oldukları dönemde geleceğe dönük köklü ve radikal kararlar üretmeyenlerin, üretemeyenlerin gelecek dönemlerde şikayet etmeye hakları yoktur.

Bu satırların yazarı olarak farklı ideolojik gruplara ve düşüncelere eşit mesafede durmaya çaba gösterdim. Her zaman özgür düşüncenin ve rekabetin içinde olmaya çalıştım. Dinamizmin, öğrenmenin ve çalışmanın kutsallığına inandım. Toplumu çukurlarda toplamak yerine, doruklarda birleştirmek için uğraştım. Buna karşın iyiniyetle yaptığım tüm önerilerimin reddi ile karşılaştım.

1967 yılından beri konunun içindeyim, bu süre içinde pek çok insan, pek çok düşünce ve pek çok uygulama ile karşılaştım. Konunun nereden nerelere geldiğini gördüm. Eksik olan neydi, niçin sonuç alamıyorduk, doğrusu çok net bir şekilde cevap vermek güçtü. Taa ki Michael Porter’in "Rekabet Stratejisi" kitabını okuyuncaya kadar [Porter 2000].

İşte başarılı olmamız için gerekenler:

1. Yeterince dinamik değiliz, bürokrasi dinamizmin önünde büyük bir engel,
2. Yöneticiler ve konunun içinde yer alan insanlar yeterince yüreklendirilmiyor, başarıları ödüllendirilmiyor,
3. Rekabet yoğunluğu yok ve rekabet teşvik edilmiyor,
4. Hâlâ ne yapmamız gerektiği konusunda ideolojik ikilemler içerisindeyiz.

Giderek konumuzun dışına çıktık gibi görülse de önemli olan sorunların temeline inmektir. Nasıl koruyacağız? Çalışarak, çözüm yolları üreterek. Bilim ve bilginin ışığında sonuca ulaşılmaması mümkün değildir. Tespit ve belgeleme çalışma gerektirir, bunun getirdiği bilgi birikimi, bize mutlaka bir çözüm üretecektir.

Restorasyonun bir mimarlık faaliyeti olmadığı, bunun yalnızca bir onarım olduğu konusunda fikir birliği etmiş bir grubun varlığı da konuya çözüm getirilmesini zorlaştırmaktadır. Gerçekten başarılı mimarinin kanıtlarından birisi de yapının mimarın amaçladığı gibi kullanılmasıdır. Eğer geçmişten günümüze kalan bir mimarlık örneği salt yukarıda belirtilen düşünce yapısı ile geleceğe taşınmak istenirse; o artık bir mimarlık ürünü değil, geometrik şekillerle sınırlandırılmış bir heykeldir. Çünkü en önemli öğesi eksiktir. İçinde yaşanmamaktadır. Mimarinin geçmişte ve günümüzde insanlar için meydana getirdiği biçimler, sadece dışardan ve içerden seyretmek için değil, aynı zamanda içinde yaşamak için oluşturulmuşlardır. Ülkemiz sınırları içinde bulunan tüm korunması gerekli kültür varlıklarını bir heykel anlayışı içinde korumamız mümkün değildir. Zaten toplumumuzda yeterince kamusal alanları koruma ve heykelleri sahiplenme sıkıntısı vardır.

Mimariyi anlayabilmek için görmek yetmez, aynı zamanda onunla yaşamak gerekir. Mimari bir düşünce, bir yaşam tarzıdır, bir gönül işidir. Bu düşünce bir anlamda çok sıkça gündeme gelen Venedik Tüzüğü ile karşıtlık gösterir. Çünkü, Venedik Tüzüğü genelde restoratörler tarafından düzenlenmiş olup giderek gelişen insan yaşantısını ve çağın gerektirdiği konfor ihtiyacını görmezden gelmeye çalışan bir düşünceyi yansıtır. Mimari Restorasyon bir bilim olduğu kadar, hiç unutulmamalıdır ki bir tasarım sorunu, bir sanattır. Mimar bütün verileri değerlendirdikten sonra yaratıcı gücünü hiçbir kısıtlamayla sınırlamaksızın özgürce kullanır ve kendine özgü bir yapı yaratır [Vitruvius 1990; Rasmussen 1994; Genim 1998: 313-320]. Restoratör ise kimliğini ve yaptığı işi ne kadar gizli tutarsa o kadar başarılıdır. Bu görüşümü daha kesin bir anlatım ile Mimari Koruma/Arkeolojik Koruma olmak üzere iki ayrı kavram olarak belirtmek isterim. Mimari Koruma bir dinamik koruma sorunudur. İnsan yaşantısının devamını, onun çağdaş ve güncel isteklerini karşılayan bir koruma yöntemi. Arkeolojik Koruma ise statik bir koruma yöntemidir. Herşeyi olduğu gibi dondurmak, zamanın ve her türlü tahribin önüne geçmek. Elbette bazı yapılara kesin olarak Arkeolojik Koruma yönteminin uygulanması gerekir, ancak bunların sayısını sınırlı tutmak, ekonomik dengeleri gözetmek gerekir. Aksi taktirde, ülkemiz gibi çok yoğun korunması gerekli doğa ve kültür varlığının bulunduğu ve sermaye açısından oldukça sıkıntılı bir ülkede teorik bir koruma yöntemi ile, tüm kültürel mirasın tahrip edilmesine seyirci kalabiliriz. Anadolu coğrafyası çok sayıda doğa ve kültür varlıklarını bünyesinde barındırmaktadır. Dünyanın varoluşundan günümüze değin ülkemiz toprakları üzerinde, bizim gelecek oluşturmamız için pek çok belge ve bilgi oluşmuştur. Geçmişin yalnızca mit ve efsanelerden oluşmadığını, yazılı ve görsel belgelerin, içinde dolaşılan ve yaşanan mekanların yaratıldığı, bilgi ve becerinin üst üste, katlanarak büyüdüğü, gelişimin izlendiği elle tutulur, gözle görülür belgeler olduğunu kanıtlamak için korumalıyız. Uygar toplumlar insanlığa sundukları belgeleri somut gerçekler ve matematik formüller ile ikna edici bir tarzda arzetmektedirler. Az gelişmiş ülkeler ise daha çok hikaye ve efsanelere inanırlar. Konu bir çalışma sorunudur. Gerçekleri araştırmak ve sonuca ulaşmak için elbette eleştirel bir bakış açısı gerekir. Ancak, eleştiri yapmak için çalışmaya, gerçek ve karşılaştırmalı bir bilgi birikimine şiddetle ihtiyaç olduğu da unutulmamalıdır.

Koruma, niçin, neyi ve nasıl koruyacağımız konusu, tek başına Kültür Bakanlığı ve bürokratik kurumların yapacağı bir iş değildir. Öncelikle niçin korumalıyız sorusuna toplumca kabul görecek bir şekilde cevap vermeliyiz. İnsanlığın gelişimi için korumalıyız. Geçmiş bilgi ve bilimin elle tutulur, gözle görülür kültürel mirasını ve varoluşumuzun temelini oluşturan doğayı korumaya mecburuz. Yok etmek, doğal ve kültürel çevreyi tahrip barbarizmdir. İlk insandan günümüze hiçbir barbar toplumun süregiden bir şekilde varlığını devam ettirdiğini göremeyiz. Barbarizm devlet ve toplum geleneğinden yoksundur. Bin yıla yakın süredir bu topraklarda yaşayan ve binlerce yıldır bu topraklarda yaşamaya devam eden insanlarla karışarak ve kaynaşarak oluşturduğumuz devletimizin devamı için korumalıyız. Koruma bir uygarlık sorunudur, uygar olmak korumayı gerektirir. Anlamadığı ve bunun sonucu korktuğu için direnen insanlara rağmen, giderek globalleşen dünyada varlığımızı sürdürebilmek ve toplumumuza bir gelecek oluşturabilmek için korumalıyız. Uygar toplumlar içinde yer almak için korumalıyız. Korumak bir durağanlık, çağdaşı yakalamak için gereken çabalara muhalefet değil, bir çalışma ve çözüm bulma sonucudur. Giderek artan gereksinimlerimiz sonucu gelişerek yaşamaya mecburuz. Ancak bu gelişme hiçbir zaman korunması gerekli doğa ve kültür varlıkları aleyhine olmamalıdır. Bu bilinçe nasıl ulaşabiliriz, sorun burada yatmaktadır?

O halde ne yapmalıyız? Nelere sahibiz, kültürel ve doğal mirasımızı neler oluşturuyor? Uzun yıllardır tespit ve tescili tamamlanamamış ve dolayısıyla tanımlanamamış bir mirasın sahibiyiz. Kültürel mirasımızın tam bir envanteri bunca yıldır yapılamamıştır. Tekil çabalar sonucu sözde bir koruma faaliyeti içindeyiz. Ancak, son on yıldır bu koruma faaliyeti giderek yalnızca özel mülkiyetteki taşınmazlar için bir yapım ve yıkım kararları ile sınırlı hale gelmiştir. Kültür Bakanlığı’nın 1983 yılında Korunması Gerekli Kültür ve Tabiat Varlıkları Kanunu’nda yaptığı değişiklikler sonucu ana fikir ortadan yok olmuş, yalnızca bürokratik bir bakış açısının egemen olduğu, devletin ihsan ve bağışlarından faydalanmak isteyen bir avuç insanın çıkarları doğrultusunda birleştiği bir kurullar dizisi konuya çözüm getirmeye çalıştığını söylemeye başlamıştır.

Halbuki 2.7.1951 tarih ve 5805 sayılı kanunla kurulan Gayrımenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu "Yurt içinde korunması gerekli mimari ve tarihi anıtların koruma, bakım, onarım, restorasyon işlerinde riayet edilecek prensipleri ve bunlarla ilgili programları tespit, tatbikatını genel takip ve murakebe etmek anıtlarla ilgili olarak tevdi olunacak veya kendi vasıta ve tetkikleri ile ıttıla kesbedilecek her türlü konu ve ihtilaflar üzerinde ilmi mütalaa bildirmek üzere" kurulur [Akozan 1977: 45].

Konunun geçmişi çok daha eskilere gider, 17 Mayıs 1917’de Heyet-i Vükela kararı ile İstanbul’da sekiz üyeli bir "Muhafaza-i Asar-ı Atika Encümeni" kurulur. 1924 yılında Maarif Vekaleti tarafından yayınlanan on yedi maddelik bir talimatname ile devlet mevzuatı içine alınan Encümen faaliyetine 1951 yılına kadar devam eder. Bu arada Cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte ve özellikle "Harf Devrimi" sonrası, geçmişte ve günümüzde pekçok örneğini gördüğümüz, toplumların ulusal ve kültürel kimlik kargaşasına girdikleri dönemlerde kendi kimliklerinin maddi görüntülerini kolaylıkla yok edebildikleri gerçeği karşımıza çıkar. [Fransız Devrimi-Kızıl Devrim vs] Örneğin 10.8.1936 ve 31.1.1938 tarihli ve Başvekil İsmet İnönü imzalı iki tamimde tüm uyarılara rağmen özellikle Anadolu’da pek çok korunması gerekli yapının yıktırıldığını ve enkazının satıldığını görürüz [Ülgen 1943: XI, XII]. Bunun üzerine Ankara’da 1946 yılında bir "Anıtları Koruma Komisyonu" kurulur ve de buna bağlı olarak İstanbul’da bir "Rölöve Bürosu" faaliyete geçirilir [Arseven 1958: 534]. Anlaşılacağı üzere günümüz koruma kurulları laf ola kurulmuş, imar planı onayı, imar tadilatları ve bir anlamda imar uygulaması yapan, kimseye hesap verme gereği duymayan, kararlarını net ve açık bir şekilde, çözüm önermek için değil, zevahiri kurtarmak için -olumlu veya olumsuz- kısaltmaları ile açıklayan [Bakanlık Makamının 18.1.1990 tarih ve 142 sayılı olurları ile yürürlüğe giren: Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurullarının Çalışma Esaslarına İlişkin Yönerge’nin, II. 4-Kararlara İlişkin Esaslar Maddesinin, II. 4.5- Fıkrası]. Belediye İmar ve Planlama Müdürlüğü görevleri ile uğraşan kurumlar değil, gerçekten çözüm üreten, korumayı ve çağdaş kullanıma ön plana alan kuruluşlar olmak zorundadır.

Günümüzde kurullarda görev alan insanların pek çoğununun bilim ve bilgi zafiyeti ve tüm ünvanlarına rağmen kendi gözlerinde kabul edilmemişlikleri, illa birşeyler yapmak, birşeyler söylemek istekleri, mimarların konuyu bir bütün olarak ele almak, yol göstermek yerine kolaycılığı seçip, proje tashihine girişmeleri, sanat tarihçisi ve arkeologların ise mimari projeler üzerinde fikir ileri sürmeleri konuları saptırmakta ve gündemlerin içinden çıkılamaz boyutlara sürüklenmesine yol açmaktadır. Koruma sorunu bilgi ve bilimle çözülebilir. Spekülatif çözüm istekleri kısa süreli şahsi çözümler içersede, her zaman başarısız olacaktır. Gerçekte şu veya bu şekilde yok edilen, yalnızca kültür ve doğal mirasımız değil, bir anlamda toplumumuzun geleceğidir.

24 Mart 1873’den beri kanuni teminat altına alınan korunması gerekli kültür mirasının ve yüzyılı aşkın süredir üzerinde emek sarfedilen koruma çabalarının bu kadar hovardaca ve bilinçsizce tüketilmesine bir son verilmelidir [Can 1948: 1-5]. Bugünkü bürokrasinin ve özellikle Kültür Bakanlığı bürokrasisinin konuları ve sorunları emir komuta zinciri içinde çözmek isteği, korumaktan ve yapmaktan çok yok etmeye yönelik politikası acilen değiştirilmelidir.

Koruma Kurulları üyeleri şunu bilmelidirler ki verdikleri kararlara saygı duyan insanlar, Gayrimenkul Anıtlar ve Eski Eserler Yüksek Kurulu’nun otuz yılı aşkın süre içinde oluşturduğu bilimsel mirasa ve saygınlığa hürmetlerinden dolayı, yapılan işler ve verilen kararlar üzerinde tartışmaya girmemektedirler.

Yapılacak olan çok basittir, yeni bir kanuni düzenlemeye gerek kalmaksızın konu üzerinde ideolojik görüş ve bilimsel taassuptan uzak bir özerk kurum oluşturmak yeterli olacaktır. Uygulama deneyimi olan, kazı yapan, restorasyon faaliyeti içinde yer alan teorik bilgi yanında uygulama deneyimi ile donanmış bir grup insan konunun saptırılmasını, çıkar konusu olmasını önleyebilir. Yanlızca özel mülkiyetin değil, kamu faaliyetlerininde denetim ve gözetim altına alınacağı, gerçekten çalışan ciddi bir kurum bu yanlış gidişe ve yok oluşa dur diyebilir.

Koruma aynı zamanda ekonomik bir olgudur. Yaşayan kültürler sahip oldukları kültürel mirası aynı zamanda gelir getirici olarak görmüyorlarsa ve bu doğrultuda kullanmıyorlarsa korumaları da mümkün olamamaktadır. Vatandaşların daha iyi bir gelecek, sağlık, eğitim, korunma, vs. amaçlarla ödedikleri vergilerden sonu gelmez bir şekilde gelir getirici olmayan ve geleceği oluşturmak için faydalanılmayan bir kaynağa para aktarmak mümkün değildir. O halde korunması gerekli kültür ve doğa varlıklarını ekonomik değer açısından da ele almalı ve bu alana sermaye transferi yapmalıyız.

Gelişmişliğin yeni bir tarifi oluşuyor: ne kadar çok birey, bireysel olarak kendini mutlu addederse, devlet ve toplum önünde kabul edilmiş hissederse, mensubu olduğu toplum o oranda uygarlaşmış sayılır [Fukuyama 1999]. Hatta bu kavram reklamlarda üzerinde çokça durulan popüler bir slogan oluyor. "... yeni yüzyılda başarı, bireyi mutlu edenlere ait olacaktır" [Ford / Otosan Fabrikası’nın verdiği ilanın son cümlesi, Sabah Gazetesi, 21 Ocak 2001].

Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanlar, öğrenmek için herhangi bir çaba sarfetmeden bilinçsizce yüz yıllardan beri oluşturulan kültüre karşı çıkanlar, mensubu oldukları topluma ve kültüre en büyük kötülüğü yapmaktadırlar.

Jason Goodwin 1998 yılında İngiltere’de yayınlanan Ufukların Efendisi Osmanlılar [Lords of The Horizons] adlı kitabının giriş bölümünde şöyle demektedir: "... Bu kitap, mevcut olmayan bir halk hakkındadır. "Osmanlı" sözcüğü bir yer tanımlamaz. Günümüzde Osmanlıca konuşan yoktur. Sadece birkaç profesör onların şiirini anlar. 1964’te Sofya’da yapılan bir şiir sempozyumunda, bazı kişiler klasik Osmanlı şiirini tanıtmasını istediklerinde, bir Türk şair ters bir şekilde, "Bizim klasiğimiz yoktur" diye yanıt vermişti..." [Goodwin 1999: x]. İşte geçmiş ve gelecek düşünülmeden söylenmiş bir söz nice zaman sonra bir kitabın giriş bölümünde karşımıza çıkıyor. Çalışarak, öğrenerek, yanlış yapılanları tespit ederek ve üreterek, gelecek oluşturmak yerine, geçmişle tüm bağlarını kopararak geleceğe çaba sarfetmeksizin kavuşacağını sanan, çalışmanın erdemi yerine, laf söylemenin, ideolojik söylemlerin ardına sığınan kimlik sorunları içindeki bir toplumun sıkıntılarını yaşıyoruz.

Yazımı son günlerde duyduğum ve beni çok etkileyen bir anekdotla bitirmek istedim. II. Dünya Savaşı’nın sona erdiği günlerde yapılan bir basın toplantısında Başbakan Churchill’e sormuşlar.

- En vatansever İngiliz kimdir?

İngiltere Başbakanı şöyle cevap vermiş.

- En vatansever İngiliz ayakkabıyı en iyi boyayan İngilizdir.

Toplumlar ancak işine saygı duyan ve onu en iyi şekilde yapmak için uğraşan bireyler sayesinde gelişebilirler. İşine saygı duymayan, işini yaparken heyecanlanmayan, en iyiyi, en güzeli, en doğruyu yapmak için çaba sarfetmeyenler, kendilerine de saygı duymazlar. Vatansever olmak için ölmek gerekmez, insanüstü işler yapmak vatanseverlik için bir kıstas değildir. Herkes yaptığı işin kahramanı olabilir ve bunun için gereken tekşey kişinin yaptığı işe duyması gereken saygıdır.

Bu nedenle acilen yeni yollar, yeni yöntemler denemeye başlamalıyız. Öncelikle sivil toplum kuruluşlarının konuya ilgisini arttırmalı, koruma kavramını kişisel çıkar ve ideolojik bağnazlık düzeyinin üstüne çıkartmalıyız. Gerçekten uygar dünya içinde yer almak istiyorsak, yaptıklarımızı eleştirecek mekanizmalara, uygulama ile deney sahibi olmuş eleştirmenlere, gerçekleri doğru olarak dile getirecek insanlara şiddetle ihtiyacımız var. Amacımız kavga ve yok edici eleştirilerle içinden çıkılmaz bir kaos ortamı yaratmak değil, ülkemizi geleceğe mutlu bir şekilde taşıyacak bir uzlaşma kültürüne sahip olmaktır.

KAYNAKÇA

Akozan 1977
Feridun Akozan, Türkiye’de Tarihi Anıtları Koruma Teşkilatı ve Kanunlar, 47, İstanbul 1977

Arseven 1958
Celal Esat Arseven, Sanat Ansiklopedisi, İstanbul 1958, s. 534

Başgelen-Ergeç 2000
Nezih Başgelen-Rıfat Ergeç, Belkıs / Zeugma. Halfeti. Rumkale. Tarihe Son Bakış, İstanbul 2000

Can 1948
Nurettin Can, Eski Eserler ve Müzelerle İlgili Kanun Nizamname ve Emirler, Ankara 1948

Clayton 1998
Peter Clayton, Antik Dünyanın Yedi Harikası, İstanbul 1998

Çubukçu 1996
İbrahim Ağah Çubukçu, Gazzali ve Şüphecilik, İstanbul 1996

Descartes 1984
Descartes [Çev. K. Sahir Sel], Metot Üzerine Konuşmalar, İstanbul 1984

Erder 1971
Cevat Erder, Tarihi Çevre Kaygısı, 18, Ankara 1971, s. 17

Erder 1975
Cevat Erder, Tarihi Çevre Bilinci, 24, Ankara 1975, s. 136

Fukuyama 1999
Francis Fukuyama [Çev. Zülfü Dicleli], Tarihin Sonu ve Son İnsan, İstanbul 1999

Genim 1998
M. Sinan Genim, "Günümüz Mimarisinde Kalite", Mimarlar Odası Bursa Şubesi, Yapı ve Yaşam Kongre Kitabı, Bursa 1998, s. 313-320

Goodwin 1999
Jason Goodwin [Çev. Armağan Anlar], Ufukların Efendisi Osmanlılar, İstanbul 1999

Hugo 1832
Victor Hugo, Guerre aux Démolisseurs, Revue des Deux Mondes, Paris 1832

Ibn Haldun 1989
Ibn Haldun, Mukaddime, I, İstanbul 1989

Lafarque 1999
Paul Lafarque [Çev. Vedat Günyol], "Tembellik Hakkı", Cumhuriyet Gazetesi Eki, İstanbul 1999

Özden 2000
Esra Fanuscu Özden [Haz], Zeugma Yalnız Değil "Türkiye’de Barajlar ve Kültürel Miras", İstanbul 2000

Porter 2000
Michael E. Porter [Çev. Gülen Ulubilgin], Rekabet Stratejisi, İstanbul 2000

Rasmussen 1994
Steen Eıler Rasmussen [Çev. Ömer Erduran], Yaşanan Mimari, İstanbul 1994

Turan 1967
Osman Turan, "Keykubad I", İslam Ansiklopedisi, VI, İstanbul 1967, s. 646

Ülgen 1943
Ali Saim Ülgen, Anıtların Korunması ve Onarılması, I, Ankara 1943

Vitruvius 1990
Vitruvius [Çev. Suna Güven], Mimarlık Üzerine On Kitap, Ankara 1990