Site Tasarım: Savaş Çekiç Uygulama: İkipixel

Bu sitede bulunan resimler ve dökümanlar M. Sinan Genim'e aittir ve izinsiz kullanılamazlar. Ancak gerekli izin alındıktan sonra ve kaynak gösterilmek kaydıyla kullanılabilir.

Yayımlar / Bildiriler

ÇAĞDAŞ MÜZELER İÇİN ÜÇ DENEME

Bugünkü konuşmama sitem ile başlıyorum. Zannediyorum ki biz bize dertleşiyoruz, yapmak istediğimizi kısır çekişmeler içinde çok az kişinin ilgisini çekiyor.

Benim ülkemde, benim güzel ülkemde, geleceğe kalacak, ufacık da olsa onun insanlarını mutlu edecek, onları yüceltecek ve kültürleri ile övünmelerini sağlayacak şeyler yapmak zordur. Hem de çok zor. Benim ülkemin çalışan, çabalayan, olumlu birşeyler yapmak isteyen insanları teşvik edilmez; tekdir edilir, eleştirilir, yok edilmeye çalışılır. Uzun yıllardır birşeyler yapmak için uğraştığım ve hatta savaş verdiğim şeyler... Yok edici eleştiriler, şikayetler ve olumsuz davranışlar nedeni ile yoruldum. Enerjimin ve zamanımın çoğu olumlu şeyler, yapılar, onarımlar, düzenlemeler ve sergilerden ziyade olumsuz davranışları aşmak için ziyan oldu.

Her zaman için, amacım insanları çukurlarda toplamak değil, doruklarda birleştirmek olmuştur. Üzgünüm hem de çok üzgünüm, geçen zamanı ve olumsuzlukları aşmak için harcanan çabaları gördükçe utanıyorum. Bir avuç aklı evvel, bilgi sahibi olmadan sonsuz fikir sahibi bir grup zavallı, birşeyler yapıyorum sanarak ülkemin insanının geleceğini yok etmeye uğraşıyor.

Sözlerime bu cümlelerle başlamak istemezdim. Ancak, pek çok olumsuzluğun üstüne özellikle geçen hafta yaşadıklarım beni bu sözleri söylemeye mecbur etti. Bu sözlerimin kayıtlara geçmesini, yazı olarak geleceğe kalmasını arzu ediyorum. Gelecek kuşakların bu olumsuzluklardan kurtulmasını ve hep birlikte ülkemiz için iyi şeyler yaratmak için çaba göstermesini dilerim.

Bugün sizlere üç yeni müze denememi sunmak istiyorum. Bunlardan birinci Suna ve İnan Kıraç Kaleiçi Müzesi -ki bu müze- hayata kavuştu. Bence bu düzenlemeye müze demek aşırıya kaçıyor. Üç oda, bir düşünce demek daha doğru, gücüm ancak buna yetti. Giderek yok olan bir Geleneksel Antalya Evi’nin birileri tarafından kötü bir kopya da dense bir şekilde yaşaması amacıyla elime geçen şansı beklemeksizin değerlendirdim. Benim yeteneğim ve bilgi birikimim bu kadarına elverdi. İnanıyorum ki bu toplum, kendi içinden gelecekte çok daha iyi ve güzellerini yapacak insanlar çıkacaktır.

Kaleiçi Müzesi, 1995 yılında yeniden yaptığımız bir Geneleksel Antalya Evi’nin üst katındaki üç odadan oluşuyor. Ocak ayı içinde projelendirmeye başladığımız bu sunum, üç aylık bir araştırma ve projelendirme süresi sonunda, üç aya yakın bir süre içinde hazırlandı ve 3 Haziran 2000 günü ziyarete açıldı.

Üç odanın birincisinde, Geleneksel Türk Ev yaşantısından, günlük hayattan bir kesit var. XIX. yüzyıldan bir kahve pişirme ve ikram sahnesi, biri gergef işleyen, diğeri çubuk içen iki hanım. İkinci odada geçen yüzyıla ait bir damat traşı sahneleniyor. Üçüncü odada ise bir kına gecesi görülüyor, gelin kız, arkadaşları, annesi ve dostlar, ut çalan bir hanım geleneksel ev dekoru içinde sunuluyor. Duvarlarda yer alan kalemişleri ve tavan süslemesi için Tekelioğlu Konağı’ndan esinlendik. Ancak, kopya olduğunu belirtmek için ziyaretçi tarafını koyu bir düz renk ile boyadık. Sunumu koruyan cam bölmeleri taşıyan metal dikmeler aynı zamanda aydınlatma elemanlarını da gizliyor. Işık ziyaretçi ile sunum arasında, böylelikle ışık kaynağını görmüyoruz ve ışık gözümüzü rahatsız etmiyor. Aydınlatma otomatik olarak yapılıyor, on dakikalık bir hareketsiz ortam ışıkların sönmesini sağlıyor. Pencereler dışa kapalı, içlerinde Geleneksel Antalya görünümleri yer alıyor. Bu düzenleme ülkemiz için bir ilk çünkü, ses ve müzik ile destekli insan figürleri belirli bir senaryoya bağlı olarak birbirleriyle konuşuyor. Ut çalan hanım, aynı zamanda bir yöresel kına gecesi türküsü söylüyor. Sokak’tan araba sesleri ve konuşmalar geliyor. Sistem, aydınlatma düzeni gibi otomatik olarak çalışıyor.

İkinci müze ise Ege’de. Yaşar Holding’in sahibi bulunduğu İzmir, Konak İlçesi, Alsancak Mevkii’nde bulunan 287 pafta, 1391 ada, 2 parsel sayılı ve İzmir Koruma Kurulu’nun 8.1.1998 gün ve 7003 sayılı kararı ile Sivil mimarlık örneği olarak tescil edilen "Eski Un Fabrikası" 15 Temmuz 1996 günü Yaşar Eğitim ve Kültür Vakfı’na devredilir. 1997 yılı Eylül ayında İzmir’de Sayın Selçuk Yaşar ile bir toplantıda buluştuk ve bize bu yapının tümünün bir müze ve araştırma enstitüsü olarak düzenlenmesini istediğini söyledi. 1997 Ekim ayından itibaren yapının rölövelerinin yapımına başladık, müze için gereken araştırma ve çalışmalara katıldık ve 20 Şubat 1998 günü hazırladığımız restorasyon projesini İzmir Koruma Kurulu’na sunduk.

Bakanlık katına kadar yaptığımız girişimler sonucu projemiz 8 Ekim 1998 günü bazı noktalarla onaylandı, -yapı bütünlüğünü zedelememek için ısıtma ve soğutma üniteleri için önerdiğimiz bodrum kat için konulan notlar- Ruhsat için gereken diğer projelerin hazırlanmasını takiben uygulama projemiz 1999 yılı Ocak ayı içinde Konak Belediyesi’ne sunuldu. Yaklaşık birbuçuk yılda Belediye’ye gelmiştik, birbuçuk yıl da onay için Belediye’de geçti ve 6 Temmuz 2000 günü ruhsat almayı başardık. Düzeltilmesi gereken yanlış ve hatalar içeren bir proje mi yapmıştık? Hayır, çünkü bürokraside geçen üç yıla yakın bir süreye rağmen projemiz için herhangi bir düzeltme isteği gelmemişti. Bize herhangi bir hatadan bahsedilmedi. Peki neden bu kadar zaman kayboldu? İnsanların birşeyler yapma hırsları törpülendi, heyecanları yok edildi. Benim anlamam mümkün değil, zaten kimse de bana neden olduğunu anlatmadı.

İşte İzmir Yaşar Eğitim ve Kültür Vakfı Müzesi’nin belki de başlamadan biten serüveni. Halbuki biz, büro olarak korunması gerekli bir sanayi yapısını müzeye dönüştürmekten dolayı çok heyecanlıydık. Böylesi bir yapının yeniden hayata geçirilmesinde görev aldığımız için çok mutlu olmuştuk. Aynı heyecan başta Sayın Selçuk Yaşar ve Feyhan Kalpaklıoğlu olmak üzere tüm Yaşar Grubu’nu sarmıştı. Aradan geçen zaman, elimizde olmayan olaylar sonucu ortaya çıkan ekonomik sıkıntılar belki de bu düşüncenin gerçekleşmesine mani olacak. Destek olacak yerde köstek olanlar sevinmeli, olumluyu olumsuza çevirmenin, İzmir için yapılacak çalışmaya mani olmanın dayanılmaz zevkini doya doya çıkarmalılar mı demeliyiz? Yoksa, bu örnek bizi başkaca kötü örneklere mani olmak için harekete mi geçirmeli?

Yaşar Müzesi iki katlı bir yapı, geçen zaman içinde ahşap olan ara kat yer yer betonarmeye çevrilmiş, zemin kata takviye betonarme kolonlar konulmuş, bir bölümünün üstünde de iki kat daha var. Dış cepheye kısmi olarak müdahale edilmişse de gerek ön gerekse arka cephe bütünlüğünü koruyor. Yeni düzenlemede öncelikle ısıtma ve soğutma ünitelerini yerleştirmek amacı ile kısmi bir bodrum kat planladık, zemin katta yer alan ve mekân bütünlüğünü zedeleyen betonarme kolonları dış duvarlara taşıdık, üst kata ulaşım için dairesel bir merdiven planladık. Orijinal çatı taşıyıcılarını koruduk. Zemin katta, çağdaş hizmet mekânları, kafeterya, satış ünitesi ve tuvaletler düşündük. Zemin katta sunmayı düşündüğümüz DYO Resim Koleksiyonu’nun bulunduğu mekân aynı zamanda çok maksatlı salon [konferans-seminer vs] olarak planlandı. Üst katta ise Ege bölgesi kilim ve halılarından bir kesit sunulacak.

Yaşar Grubu bahsedilen parseldeki yaklaşık 6.000 m² büyüklüğündeki bu yapının tümünü bu düşüncenin gerçekleşmesine adadı. Önce bir Müze, daha sonra Ege Araştırmaları Enstitüsü, proje onayı aşamasında geçirilen zaman onları da bizi de korkuttu. Acaba herkesin destek olması gerekirken, köstek olduğu bu işin gerçekleşmesi daha kaç yıl sürecek?

Benzeri bir süreyi Antalya’da da yaşadım ve yaşıyorum. 1992 yılında yapımına başladığım Akdeniz Medeniyetleri Araştırma Enstitüsü’nün dördüncü yapısı olan Konferans ve Multivizyon Salonu neredeyse üç yıldır onay bekliyor. Gidiyoruz, geliyor. Proje üstüne proje, daha Kurulu geçip, Belediye’ye gelemedik.

Gelelim üçüncü denememize: Bayan Hillary R. Clinton’un 18 Kasım 1999 günü Aspendos Tiyatrosu’nda ülkemizin sahip olduğu kültürel geçmiş üzerine yaptığı konuşma sonrası toplantıya davetli biz bir grup insan sersemlemiş gibiydik. Çok uzaklardan gelen ve geçmişi ikiyüz yılı biraz geçen bir ülkenin insanı bize ders vermişti. Nelere malik olduğumuz, bu topraklarda yerleşen kültürlerin tüm insanlığın oluşumuna yaptığı katkılar... Mustafa Kemal Atatürk’ün "... Eğer Cumhurbaşkanı olmasa idim, bu ülke için kabul edeceğim tek görev Kültür Bakanı olmaktır..." sözleri... Aramızda bulunan Sayın Kültür Bakanı İstemihan Talay dahil, hepimiz için örnek alınacak, üzerinde çok uzun süre düşünülmesi gereken sözlerdi. Aynı gün İstanbul’a dönerken Sayın Bakan uçakta benden çok kötü bir görüntü içinde olan Antalya Arkeloloji Müzesi için yeni bir Etnoğrafya Seksiyonu projelendirmemi rica etti. Doğrusu Antalya Arkeoloji Müzesi’nin yalnızca Etnoğrafya Seksiyonu’nun değil tümünün görüntüsü içler acısı idi. Kötü aydınlatılmış, gün ışığını kontrolsüz biçimde alan serler, beyaz damarlı ve kötü renkli derzleri olan yeşil bir mermer ile kaplı duvarların önüne konan bin yılların kültürel birimini içeren heykeller, arkasında gecekondu misali yapıların yer aldığı, kel kıraç bir bahçe ve eğri büğrü ağaçların önünde, arkadan gelen sert gün ışığının görmeyi ve detaylarını algılamayı zorlaştırdığı kültürel miras. Ortalarda bir yerde fırfır dönen ve fotoğraf çeken insanlara kolaylık olması için zaman zaman durdurulan, dönüp dururken bir kazaya neden olmaması, insanların ayaklarını filan kaptırmaması için kırmızı kuşaklı engel ile kuşatılan Marsyas Heykeli. Ek olarak boyuna vızıldayan ve inleyen bir dönme motoru sesi. Nerede son yıllarda tüm dünyanın gündemini kaplayan ve beğenisini kazanan Bilbao Müzesi, nerede bizim içerik açısından dünyanın hemen hemen tüm arkeoloji müzelerini kıskandıran Antalya Müzemiz? Otur ağla, yapamadığımıza mı, yoksa her şeyimizin olmasına rağmen bir grup aklı evvelin hemen her şeye karışıp akıl vermesinden dolayı yapılamadığını mı? Karar sizin.

Antalya Arkeoloji Müzesi’nin yapımına 1964 yılında Bayındırlık Bakanlığı tarafından açılan bir konkur sonucu başlanır. Doğan Tekeli, Sami Sisa ve Metin Hepgüler tarafından yapılan proje, daha sonra mimarlarına danışılmaksızın çeşitli kereler değiştirilir. 1980 yılında yapılan son onarım projenin özgün kimliğinin tamamen yok olmasına yol açar. Velhasıl bugünkü Antalya Müzesi kimliksiz, kimin neresini nasıl düzenlediği belirsiz utanılası bir yapıya dönüşmüştür.

Aralık ayı başında İl Kültür Müdürü S. Musa Seyirci, Antalya Müzesi Müdürü S. Metin Pehlivaner ve Rölöve Müdürü S. Battal Erdem ve diğer görevlilerle birlikte yerinde yaptığımız incelemeleri ve yapımı düşünülen Etnoğrafya Seksiyonu ile ilgili önerimi bir rapor halinde S. Talay’a sundum.

Bu öneri kısmi bir çözüm içeriyordu ve Antalya Müzesi içinde önemli olmayan, fakat kanımca nitelikli bir müze içinden aciliyetle çıkarılması gereken bir seksiyonu kapsıyordu. Antalya Müzesi’nin uluslararası niteliğini arkeolojik buluntular oluşturur. Kimin aklına gelmişse burada bir kısım etnoğrafik malzeme de teşhire alınmıştır. Gerek müzenin yapısını gerekse araştırmacı ağırlığını arkeoloji bilimi belirlemiştir. Bu nedenle etnoğrafik malzeme sunumu baştan sağmadır ve üvey evlat muamelesi görmektedir. İlk düşündüğümüz etnoğrafik sunumu ayrı yapı içinde vermek ve bağımsız bir birim oluşturmak oldu. Mevcut binadan ayrı, kendi depoları olan, çağdaş müze fonksiyonlarına cevap verecek bir yapı düşündük. Aralık 1999’da S. Bakan’a sunduğum rapor bürokrasinin çarkları içine girdi ve kayboldu. Ne ses, ne de bir nefes... Çıt çıkmadı.

Kendi kendime söylenirim, be adam otur oturduğun yerde, durup durup iş çıkarma, sana mı kaldı Ankara’ya akıl öğretmek... Herşeyi bilen büyüklerimiz, anlı şanlı, her şeyi bilen bunca bürokratımız varken, taşradan ukalalık etmenin ne anlamı var.

Hani derler ya Ferman Padişahınsa / Dağlar bizimdir. Benim deli gönlüm de durmaz, emir bürokratınsa, akıl da bizimdir. Mart ayına kadar zor dayandım, büroca düşündük, hep beraber Antalya Müzesi’nin tümü için bir proje çizelim dedik.

Sunumun tümü yer altında olsun, günümüze kalan tüm eserleri koruyan ve saklayan toprak onları yine korusun, ışığa, neme, sıcağı, soğuğa velhasıl tüm dış etkenlere karşı korusun. Sunumu suni aydınlatma ile yapalım; sunduklarımız ile diyalog kurulması kolaylaşsın, bizim yaptığımız yapı gözükmesin. Karanlıklar içinde yalnız onlar, binyılların birikimi görülsün istedik. Bu bir düşünce, kabul edilir, edilmez. Tartışılır, konuşuruz; elbette bir asgari müşterekte anlaşmak mümkündür.

Hiçbir zaman yalnızca benim yaptığım doğrudur gibi bir iddiam olmadı. Her zaman herkesin söylediğini, önerdiğini dinledim, bunlardan ders aldım, sonuca tek başıma değil, hep beraber varmayı yeğledim. Bu kez de öyle olmasını isterim. Önerdiğim üç katlı yapının, mevcut müzenin yerine yapılabileceğni düşündüm. Çünkü merkezde ve ulaşımı kolay. Bugün için tümü kullanılmasa da büyük bir bahçesi var. Geçici bir süre için hemen yanındaki Karayollarına ait arsada kurulacak demontabl yapıları taşınabilir. Böylelikle inşaat süresince müze açık kalır. Yukarıda belirttiğim gibi teklif müze üç katlı, giriş katında sergi salonu, güvenlik ve giriş üniteleri yer alıyor. Gerek merdivenler gerekse dört adet asansör ile bodrum katına inildiğinde, hemen karşımıza kabul ve enformasyon bankosu çıkıyor. Emanet eşya ve çocuk bölümleri var. Orta holü çevreleyen satış ve yeme içme bölümleri, bir iç bahçeye açılıyor. Amacımız yoğun Akdeniz güneşinde sığınılacak serin bir mekân elde etmek. Daha sonra müze bölümüne giriyoruz. Bir süre düz devam eden, iki yarım daire sunum alanlarını belirtiyor, yer yer bu geniş alana paralel bölümlerde var. Perge Salonu, Sikkeler Salonu, Çocuk Müzesi, Görme Engelliler Müzesi bunların bazıları. Depolar, onarım ve restorasyon atölyeleri bodrum katta yer alıyor. Tam daire olan bu bölümün dış cephesinde hareketli güneş kırıcılar var, güneşin dönüş yönüne göre hareket ediyorlar ve yapıyı direkt gün ışığına karşı koruyorlar. Bu bir Avan Proje, hatta bir Fikir Projesi, üzerinde düşünülmesi gereken pek çok nokta ve halledilmesi gereken pek çok detay var. Müzenin sahip olduğu eser sayısını bilmiyorum. Sunumda kaç eser var, tematik mi sunuluyor, kronojik mi? Her yıl kaç adet eser müze envanterine dahil oluyor, müzenin daha ne kadar büyümesi düşünülüyor? Sorulması gereken pek çok soru ve verilmesi gereken pek çok cevap...

Bir mimari projenin yazı ile anlatılmasının güçlüğünü bilirim ve her zaman bundan kaçınırım. Mimariden bahsederken, sunulan projelerin yeterli olduğunu düşünürüm. Çünkü onlar o kadar çok düşünce ve öneri içerirler ki sözle anlatmak bence mümkün değildir. Bu nedenle söylemek istediklerimin tümünü çizmeye çalıştım. İşte Antalya Arkeoloji Müzesi için bir öneri. Eğer bir gün gerçekleşirse çok sevinirim. Gerçekleşmez, fakat başkaca bir projenin yapımına yol açarsa mutlu olurum. Çünkü ne olursa olsun yolun başındaki taşta emeğim var.

Bana verilen süreyi aştım sanırım, ama gerek Oturum Başkanı Sayın Dr. Nazan Ölçer’in gerekse bir önceki konuşması Sayın Musa Seyirci’nin bu üç projede emekleri var. Bu üç projenin de hemen hemen tüm etaplarını beraber yaşadık. Tanrı beni seviyor, buna eminim. Çünkü istesem, çalışsam, çabalasam bu üç kişiyi aynı anda, buraya bir araya getirmem mümkün olmazdı. Pek çoğunuz, anlattıklarımı abarttığımı düşünebilirler, ancak gerek Ölçer’in gerekse Seyirci’nin "az bile söyledin" dediklerini duyar gibi oluyorum.

İşte üç müzenin kısa öyküsü bu. Gökten üç elma daha düştü. Dilerim bu elmaların ülkemin geleceğine katkısı olsun. Bu benim ülkeme karşı bir borcum. Onun ve insanlarının çok daha iyi şeylere layık olduğunu biliyorum ve ülkemin övünülecek eserler ile donanmasını istiyorum. Geçmişte bu topraklarda yaşayanlar dünya kültürünün oluşumuna büyük katkılarda bulundular, gelecekte de bu katkılara devam edecektir.

Bu üç müzenin projelendirme aşamasında Yardımcım Mimar Belma Kurtel’in büyük emeği var. Kaleiçi Müzesi’nin yapımında ise başta İnsel Çelebi olmak üzere, Sevgi Gönül, Dr. Şebnem Akalın, Hülya Bilgi, Kayhan Dörtlük ve adlarını burada sayamadığım pek çok kişinin emeği vardır. Onlar olmasaydı bu müze gerçekleşemezdi. Hepsine sonsuz teşekkürlerimi sunarım.