Site Tasarım: Savaş Çekiç Uygulama: İkipixel

Bu sitede bulunan resimler ve dökümanlar M. Sinan Genim'e aittir ve izinsiz kullanılamazlar. Ancak gerekli izin alındıktan sonra ve kaynak gösterilmek kaydıyla kullanılabilir.

Yayımlar / Bildiriler

SİNAN’IN SİVİL YAPILARI

 

1. SARAYLAR

Sâî Mustafa Çelebi, Sinan’ın kaleme aldığı iki risâleden Risâle-i Tezkiretü’l-ebniye’de otuz beş, Tuhfetü’l-mi‘mârîn’de ise yirmi dokuz adet saray yaptığını yazmaktadır (Meriç 1965, 40-41, 117-121). Yirmi dört yapının adı her iki risâlede de mükerrerdir, yalnız bir risâlede adı geçen yapıların sayısı on altıdır. Bu durumda “Sinan kırk adet saray yapmış veya yenilemiştir” dersek, tespitte isabet etmiş olur muyuz? Ancak aşağıda görüleceği gibi bu sayıda biraz abartı vardır. Sâî Mustafa Çelebi bazı yapıları, adlarını değiştirerek mükerrer yazmıştır. Atmeydanı Sarayı-İbrâhim Paşa Sarayı ve Vezîriâzam Ahmed Paşa Sarayı-Kaptanıderyâ Sinan Paşa Sarayı gibi, hatta bu iddiayı biraz daha ileri götürerek, Rüstem Paşa Sarayı-Mehmed Paşa Sarayı ve Atmeydanı Sarayı-İbrâhim Paşa Sarayı-Vezîriâzam Sinan Paşa Sarayı da diyebiliriz. Bu tekrarları göz önüne alarak Sinan’ın saray yapılarının kırk adet değil en fazla otuz altı olabileceğini söylemek doğru olacaktır.

 

Risâle-i Tezkiretü’l-enbiye’de adı geçen ilk on bir saray ile Tuhfetü’l mi‘mârîn’de adı geçen ilk sekiz saray padişahlara mahsus saraylardır. Tekrar edilenleri sayı dışı bırakırsak, Sinan’ın yaptığı veya yenilediği padişah saraylarının adedi on birdir. Bu sarayların ilk üçü, Sarây-ı Atîk-Sarây-ı Cedîd-Üsküdar Sarayı, padişahların uzun süreli ikametlerine ayrılmıştır. Diğer üçü, saray adı ile anılmalarına rağmen saray değil ancak saraya bağlı eğitim ve öğretim yapılarıdır. Galata Sarayı-Atmeydanı Sarayı-İskender Çelebi Bahçesi Sarayı. Bir diğer üçünün ise kısa süreli ikametler ve günlük gezintiler için kullanıldıkları bilinmektedir. Kandilli Sarayı-Fenerbahçe Sarayı-Halkalı Pınar Sarayı, iki sarayın ise niçin yaptırıldığı ve hangi amaçla kullanıldığı meçhuldür. Yenikapı Sarayı-Sarây-ı Âliye.

 

Bu yapılar içinde yer alan Atmeydanı Sarayı diğer saraylara nazaran bazı farklılıklar arzeder. Atmeydanı Sarayı’nın ilk yapısı padişahlara ait değildir. İleride görüleceği gibi bu yapı bir vezir sarayıdır ve daha sonraları saraya intikal etmiştir. Seyran yeri ve kısa süreli padişah ikametgâhı, eğitim yapısı, vezir sarayı gibi değişik amaçlarla kullanılmış, zaman zaman bazı kısımları bu fonksiyonlara cevap verebilmek amacıyla, Sinan tarafından yenilenmiş veya tamir edilmiştir. Vezirlere ikametgâh olarak tahsis edildiği zaman, bazı yeni ilâveler yapıldığı da bilinmektedir.

 

Her iki risâlede adı geçen diğer yirmi beş sarayın (daha sonra vezir olan Mahmud Ağa-Zal Mahmud Paşa Sarayı’nı da dahil edersek) yirmi üçü vezir sarayıdır ve bu yapıların çoğu Paşa Kapısı olarak da kullanılmıştır (1654’te IV. Mehmed tarafından Derviş Mehmed Paşa’nın ikametine tahsis edilen Bâbıâli bölgesindeki saraya kadar, vezîriâzamların özel sarayları, aynı zamanda vezîriâzamlık makamı olarak da kullanılmıştır. Bu sebeple özel konutu yetersiz olan vezîriâzamlara padişahlar tarafından makamına yaraşır saraylar tahsis edildiği bilinmektedir. 1654’ten itibaren Bâbıâli’de bulunan saray (kısa süreli aralıklar hariç) Osmanlı Devleti’nin yıkılışına kadar sadâret makamı olarak kullanılmıştır (İA, II, 175; Hammer-Purgstall, Joseph, Osmanlı Devleti Tarihi, İstanbul 1985, Üçdal Neşriyat, X, 243). Bu sarayların yalnızca biri, Şâh-ı Hûban Kadın Sarayı bir kadına aittir. Kimliğini bilemediğimiz bu kadın, nasıl olmuş da Sinan’a bir saray yaptırabilmiştir. Sâî Mustafa Çelebi’nin saydığı bütün yapıların, günümüz “saray” kavramı kapsamına girdiğini söylemek mümkün değildir. Meselâ adı geçen risâleler her ne kadar Şâh-ı Hûban Kadın Sarayı denirse de, Sinan bir kaydında Hâne-i Şâh-ı Hûban Hatun demekte bu yapının gerçek anlamını ortaya koymaktadır (Bkz. Şâh-ı Hûban Kadın Sarayı).

 

Gerek Risâle-i Tezkiretü’l-enbiye’de gerekse Tuhfetü’l-mi‘mârîn’de adı geçen yapılar hemen hemen aynı sırayı takip eder. Önce önem sırasına göre padişah saraylarının, daha sonra sadâret sırasına göre Vezîriâzam Rüstem Paşa ve Sokullu Mehmed Paşa’nın saraylarının, daha sonra ise Siyavuş Paşa saraylarının adı geçer. Risâlelerdeki vezir saraylarının listesi bize, Sâî Mustafa Çelebi’nin politik kaygılar içinde bulunduğunu göstermektedir. Ağırlığı ve çevresi olan vezirler öne alınmış, bu sebeple Semiz Ali Paşa ve Ahmed Paşa gibi vezirler ise daha gerilerde kalmıştır. Eğer bu diziliş yapıların büyüklüğü ve mimarisi ön plana alınarak yapılsa idi, vezir sarayları içinde Siyavuş Paşa Sarayı’nın ilk sırayı, İbrâhim Paşa Sarayı’nın ise ikinci sırayı alması gerekirdi diye düşünebiliriz.

 

Yerleşme bölgeleri açısından İstanbul sur içi ile Üsküdar aynı değerdedir. Buna mukabil önemli bir yerleşme bölgesi olan Eyüp daha altlarda yer alır. Özellikle dikkatimizi çeken bu durum, Sinan devrinde Üsküdar’ın sur dışındaki en önemli ve değerli iskân alanı olduğunu göstermektedir. Suriçi ve Üsküdar her iki risâlede de karışık olarak dizilir, Sâî Mustafa Çelebi, Yergöğ de Mehmed Paşa Sarayı ile sur dışına çıkmakta, sonra Şâh-ı Hûban Sarayı ile sur içine dönmekte ve tekrar sur dışına çıkmaktadır. Bu durum bizi önceleri Şâh-ı Hûban Kadın Sarayı’nın sur içinde değil, günümüz Kasımpaşa’da olması gerektiğini kabule zorlamış, ancak ileride görüleceği gibi bu konudaki bir baş kayıt endişemizi gidermiştir. Yazarın kullandığı “hâricî surda”, “şehirden taşra” ve “taşra çiftlikte” tabirleri de ilgi çekicidir. Bu ifadelerle ne kastedilmektedir? Görüldüğü kadarıyla Sinan’ın yaptığı bütün saraylar -Bosna’daki Mehmed Paşa Sarayı hariç- İstanbul ve yakın çevresinde toplanmıştır. İmparatorluğun hemen hemen bütün bölgelerinde çeşitli yapılar yaptığını bildiğimiz Sinan’ın yalnızca İstanbul ve yakın çevresinde saray ve ikamet yapısı yaptığını söylemek ne derecede mümkündür? Acaba Sâî Mustafa Çelebi “şehirden taşra” tabiriyle yalnızca İstanbul yakın çevresini mi, yoksa uzak bölgeleri de mi belirtmek istemektedir? Cevap vermesi oldukça güç bir soru, ancak Sinan’ın diğer yapılarına baktığımızda kuvvetli bir anıtsal karakter ve üslûp birliğini görürüz. Yöresel faktörler ve malzeme kullanımı yapının genel görünüşünü fazlaca etkilemez. Edirne’den Mekke’ye bütün yapıları belirli bir üslûp özelliğini yansıtır. Saray yapıları dışında yapılan bütün Sinan yapıları, genel hizmet yapılarıdır ve bu yapılar özel bir beğeni anlayışı gerektirmez. Ancak saray yapılarında kullanıcının özel beğeni istekleri ve iklimsel-yöresel faktörler ağır basar. Sinan acaba bu sebeplerle mi yalnızca İstanbul ve yakın çevresinde özel ikamet yapıları yapabilmiştir?

 

Araştırılması gereken bir diğer konu ise imparatorluğun durumudur. Genelde Sinan’ın adlarına saray yaptığı kişiler ya damat ya da saraya yakın kişilerdir (Her iki risâlede adı geçen on üç vezirden, kimliğini bilebildiğimiz on birinin sekizi saraya damattır). Hanım sultanların İstanbul dışına çıkmaları yasaktır. Damat vezirler, İstanbul dışında görev yapsalar bile hanım sultanlar merkezde kalmaktadır. Ayrıca damat vezirlerin İstanbul dışı görevleri de eğer gözden düşüp damatlıktan çıkarılmadılarsa kısa süreli olmaktadır. Belki de bu sebeple İstanbul dışında özel ikametgâh yaptırmalarına pek gerek yoktur. Bildiğimiz kadarıyla Osmanlı Devleti’nin sınırları içinde, İstanbul dışında bu döneme ait herhangi bir vezir sarayı da yoktur. Ancak bu devirlerde var olduğunu bildiğimiz Bursa Sarayı, Edirne Sarayı, Manisa Sarayı gibi padişah saraylarında Sinan’ın herhangi bir faaliyet göstermemiş olmasının sebebi de meçhuldür.

 

Bilindiği gibi özellikle XVI. yüzyılda İstanbul, Bursa, Bosna, Edirne gibi büyük şehirlerde bina yapacak kimse bulunduğu yerin mimari bakımdan sorumlusuna başvurup izin aldıktan sonra dahi kendi arzusuna göre istediği kimseye inşaatını veremez veya istediği işçileri kullanamazdı (Orhonlu 1984, 11; Ergin, 625-626). Kanımca anıtsal yapı faaliyeti merkezî idarenin bir anlamda Hassa Mimarları Ocağı’nın denetimindedir. Ancak sivil yapı faaliyeti herhalde yoğunluğundan kaynaklanan mecburiyet sonucu yöresel olarak denetlenmektedir. Bu sebeple Sinan, İstanbul dışındaki sivil yapılanmaya müdahale etmemiş olabilir (Bosna’da yaptığı söylenen Mehmed Paşa Sarayı’nı özel bir durum olarak kabul etmek gerekir). Pek çok araştırmacı 1509 depremi (kıyâmet-i suğrâ “küçük kıyamet”) sonrası, İstanbul’da kâgir yapı faaliyetinin azalıp, yerine depreme daha dayanıklı olan ahşap yapılanmanın başladığını ve bunun sonucu olarak da sık sık büyük yangınların meydana geldiğini söylerler. Ancak yaygın bir kâgir yapı teknolojisinden kısa süre içinde ahşap yapı teknolojisine geçmek mümkün değildir. Ayrıca yalnız ahşap yapı değil hem basınca hem de çekmeye dayanıklı olan hımış tekniği de depreme dayanıklıdır ve daha önce sivil yapılarda yaygın olarak kullanılmıştır (XV. yüzyıldan günümüze ulaşan Bursa, Somuncu Baba evi bu görüşümüzü destekleyen güzel bir örnektir).

 

Mimar Sinan’ın sivil yapılarından günümüze ulaşan örnekler kâgir yapılardır (İbrâhim Paşa Sarayı-Sultan III. Murad Odası-Topkapı Sarayı mutfakları). Ancak bütün Sinan yapılarının kâgir olduğunu söyleyemeyiz. Bizce söz konusu yapıların büyük bir kısmı da hımış ve ahşaptır. Elimizdeki belgeler ışığında bütün Sinan yapılarında, anıtsal karakterin ağır bastığını söylemek doğru olacaktır. Gravürlerde gördüğümüz Eski Saray-Üsküdar Sarayı-Siyavuş Paşa Sarayı anıtsal karakterli yapılardır. Geleneksel mimaride, kâgir veya ahşap kubbe dışında, büyük açıklıklı mekân elde etmenin tek yolu kırma veya beşik çatı yapmakla mümkündür.

 

Özellikle paşa kapısı olarak da kullanılan vezir saraylarında ikindi divanları için gereken büyük ve geniş mekânların (divanhâne) tamamının ahşap çatılı olması bir zorunluluktur (günümüze ulaşan tek vezir divanhânesi İbrâhim Paşa Sarayı’ndadır). Hiçbir vezirin, padişahlarla rekabet edercesine kubbeli divanhâne yaptırmaya cesaret etmesi düşünülemez. Ayrıca bu tür bir kâgir inşaat uzun süre istemektedir, bizse Kaptanıderyâ Sinan Paşa Sarayı’nın altı ayda bitirildiğini bilmekteyiz. Kanımca Sinan’ın sivil yapıları kâgir ve hımış duvarlı ve ahşap çatılıdır. Ancak anıtsal karakteri çoğaltmak amacıyla özellikle büyük mekânların çatısı kurşun kaplanmıştır. Gerek Eski Saray, gerekse Üsküdar Sarayı örneklerinde gördüğümüz kadarıyla çatılar oldukça hareketlidir. Bazı yapıların çatıları fener ile bitmekte, bazı çatılarda ise cihannümâ bulunmaktadır. Günümüzde yalnızca İbrâhim Paşa Sarayı’nda görebildiğimiz eliböğründelerle takviyeli geniş saçağı, Sinan başka yapılarında da kullanmıştır (Eski saray içinde yer alan bir yapıyla, 1557 tarihli Melchıor Lorıch imzalı gravürde görülen ve kimliğini tesbit edemediğimiz bir diğer yapıda bu türde geniş saçak kullanılmıştır). İlk olarak Yeni Saray Bahçesi’nde bulunan Sultan Bayezid Köşkü’nde gördüğümüz bu tür bir saçak Sinan’ın oldukça ilgisini çekmiş olmalıdır.

 

Sinan’ın yaptığı sarayların planlaması konusunda da net bir bilgimiz yoktur. Ancak günümüze ulaşan bazı yapıları ve bilgileri göz önüne alarak bu sarayların hemen hepsinin klasik Osmanlı saraylarının birer küçük örneği olarak birbiriyle bağlantılı avlular etrafında geliştiklerini söyleyebiliriz. Genelde avlulara açılan odalar veya yapılar kendi içlerinde bir bütün halindedirler, çeşitli fonksiyonları olan bu odalar, kullanım amaçları doğrultusunda büyüklüğe ve süslemeye sahiptirler. Saray yapıları kabul, ikamet ve hizmet odaları gibi ünitelerin yanı sıra mutfak, kiler, hamam, hasta odası, silâh odası, ahır, fırın, un ambarı gibi değişik amaçlı hizmet yapılarını da bünyesi içinde toplamaktadır (Bkz. Mehmed Paşa Sarayı-Ayasofya).

 

Daha küçük ölçekli ikamet yapıları da aynı planlama ilkelerine dayanmaktadır. 962 (1554-1555) tarihinde Vezîriâzam Kara Ahmed Paşa tarafından düzenlenen vakfiyede adı geçen bir ev bize bu konuda ışık tutmaktadır. “İstanbul’da Yenibahçe civarında; Topkapı mahallesinde hâricî ve dâhilî iki avluyu müştemil büyük haneyi de vakfetmiştir ki, bu iki avlunun hâricî olanının aşağısında bir hane ve bir ahır ve bunun üzerinde üç oda ve bir sofa bir mutfak ve bir fırın ve bir helâ vardır. Bunun bir de geniş bahçesi vardır... Bunun binadan ayrı iki büyük ahırı da vardır... Bu avlulardan dâhilî olanının üç hanesi ve sofası ve hamamı ve mutfağı helâsı ve çeşmesi ve havuzu ve herkesçe mâlûm olmakla tahdit ve tavsifine lüzum olmayan bahçesi vardır...” (Yaltkaya 1942, 83-97)

 

Bazı önemli yapılar dışında, özellikle ikamet yapıları hakkında XVI. yüzyıldan günümüze çok az bilgi gelmiştir. Osmanlı tarih yazarları ve vak‘anüvisler, siyasî olayları yazmayı tercih ederler, şehrin teşekkülü mahalleler yapılar hemen hemen hiç ilgilenmedikleri konulardır. XVII. yüzyıl İstanbul’unu anlatan tek Türk yazarı Evliya Çelebi bile bu tür konularla fazlaca ilgilenmez. Batılı gezginler ise şehre yabancıdır, padişah sarayları hakkında bilgi vermekle beraber, vezir saraylarından bahsetmezler, dışa kapalı bu yapılara girmek, imkânsız denecek kadar güçtür. Vezir saraylarının yerleri çoğunlukla belirsizdir, bunun önemli bir sebebi saray sahiplerinin sık sık değişmesidir. Değişen vezîriâzamlarla birlikte yapı sahipleri de sık sık değişmektedir. Çoğunlukla vezîriâzam sarayları mîrî yapı olup genelde vezirlere tahsis edilmekte, vezaret sonrası ise tekrar saraya intikal etmektedir. Bu sebeple hangi yapının kime ait olduğunu açık bir şekilde tespit etmek mümkün değildir. XVII. yüzyılda meydana gelen büyük yangınlar ise pek çok yapıyı yok etmiş, geçen zaman içinde bu yapıların yeri ve sahipleri unutulmuştur. Görüldüğü gibi Sinan’ın yaptığı saraylar konusunda, günümüzde bir yoruma varmak imkânsız denecek kadar güçtür, yetersiz bilgilerimiz pek çok soru ile karşılaşmamıza yol açar. Gelecekte bu sorulara verilecek cevaplar oranında bilgi sahibi olabileceğimiz umudunu taşıyarak mevcut bilgiler ışığında Sinan’ın saraylarını yukarıda tek tek incelemeye çalıştık.

 

2. KÖŞK ve KASIRLAR

Sâî Mustafa Çelebi, Tuhfetü’l-mi‘mârîn’in dokuzuncu bölümünde Mimar Sinan’ın beş adet köşk ve kasır yaptığından bahseder. Bu yapılardan Sultan Selim ve Sultan Murad Han adlarına yaptığı iki kasır Üsküdar Sarayı Bahçesi’ndedir (Bkz. Üsküdar Sarayı). Sultan Murad adına yaptığını söylediği bir diğer köşk ise Eski Saray içindedir (Bkz. Eski Saray).

 

Yeni Saray dışındaki bahçede III. Murad zamanında yenilendiği söylenen Sultan Bayezid Köşkü ise hakkında bilgi sahibi olabildiğimiz tek yapıdır.

 

Bayezid Köşkü, III. Murad’ın isteği üzerine Kaptan Ali Paşa nezaretinde yenilenmişse de kısa süre sonra Vezîriâzam Koca Sinan Paşa tarafından yıktırılarak yerine Dâvud Ağa tarafından 999 (1591) yılı Ramazan ayı ortalarında önceleri Kasr-ı Âlî olarak adlandırılan Sepetçiler Köşkü yaptırılmıştır (Erdoğan 1955, XII, 190-204).

 

Sedad Hakkı Eldem her ne kadar Bayezid Köşkü yerine Sepetçiler Kasrı’nın değil de, Yalı Köşkü’nün yapıldığını ileri sürerse de Grelot’un 1672 tarihli gravüründe Sepetçiler Köşkü altında okunan “Sinan Köşkü” yazısı bizim görüşümüzü desteklemektedir (Eldem 1969, 173). Ancak uzun süre yeni yapılan köşke de Sultan Bayezid Köşkü denildiği bilinmektedir. Peçevî İbrâhim Efendi, III. Mehmed’in tahta çıkmak üzere İstanbul’a gelişini anlatırken, “... aynı gün kuşluk vakti Yeni Saray yakınındaki Sultan Bayezid Köşkü’ne yanaştık...” demektedir (Peçevî 1982, 150; Danişmend 1971, III. 142). 27 Ocak 1595 (16 Cemâziyelevvel 1003).

 

Sinan tarafından elden geçirilen Sultan Bayezid Köşkü’nün bu yenilemeden önceki görünüşünü bilmekteyiz (Oberhummer 1902, Lev. III) Kanûnî Sultan Süleyman devrinde 1559 yılında Mechıor Lorich tarafından yapılan İstanbul panoramasında, deniz kıyısındaki bu köşk net olarak bellidir. Yüksek bir subasman üzerinde kare planlı, kurşun kaplı dik bir kırma çatıya sahip olan yapı dışa açıktır. Eliböğründelerle takviyeli geniş saçakları vardır. Köşk, Yeni Saray Havuzlu Köşkü gibi bir ikamet yapısı olmaktan çok bir seyir yeri gibidir. Genel görünüşünün, özellikle sarkık ve geniş saçaklarının çok etkileyici olduğunu söyleyebiliriz. Sinan, belki de bu yapıdan etkilenerek İbrâhim Paşa Sarayı Divanhânesi’nde ve Eski Saray içindeki diğer yapıda benzer geniş saçaklar kullanmıştır.

 

Sinan’ın yenilendiği söylenen, diğer bir grup köşk ise İskender Çelebi Bahçesi’ndedir. Ancak burada sözü edilen bahçenin yeri konusunda bir anlaşmazlık mevcuttur. Sâî Mustafa Çelebi, Eyüp yolunda Sütlüce’ye yakın İskender Çelebi Bahçesi demektedir. Metinlerde sözü edilen bildiğimiz İskender Çelebi Bahçesi Marmara kıyılarında olup Eyüp yoluyla herhangi bir yakınlığı yoktur. Burada sözü edilen bahçe, şehrin Beyoğlu yarımadasında olup başkaca hiçbir kaynakta adına rastlamadığımız bir bahçedir. Bu durumda, ya Sâî Mustafa Çelebi bahçelerin yerini karıştırmakta ya da daha sonraları unutulmakla birlikte XVI. yüzyılda Sütlüce yakınlarında İskender Çelebi Bahçesi adıyla anılan bir diğer bahçe daha vardır.

 

Sâî Mustafa Çelebi tarafından belirtilmemekle beraber 979 (1571) tarihli Siyavuş Paşa Kasrı da bir Sinan yapısı olabilir (Melûl 1965, 44). Bakırköy Akıl Hastahanesi yakınlarında, Çavuşbaşı Çiftliği içinde bulunan kasır bir havuz içindedir (Eldem 1969, 108-123). Dikdörtgen planlı yapı, kare planlı ve ocaklı kubbe ile örtülü bir büyük odayla bir küçük oda ve aptesthaneden oluşur. Tek kattan teşekkül eden yapının tamamı kâgirdir ve yapı genelde içe dönüktür. Yapının dış görünüşünde anıtsal yapı özellikleri ağır basar. Yerleşim açısından Yeni Saray Havuzlu Köşkü ile önemli benzerlik taşır.

 

Görüldüğü gibi Sinan’ın inşa ettiği söylenen köşk ve kasırlar hakkında da yeteri kadar bilgi yoktur. Bu sebeple adı geçen yapılar hakkında bir değerlendirme yapma imkânına şimdilik sahip değiliz.

 

KAYNAKÇA

 

Danişmend 1971
İsmail Hâmi Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, III, İstanbul, 1971.

 

Eldem 1969
Sedad Hakkı Eldem, Köşkler ve Kasırlar, I, İstanbul, 1969.

 

Erdoğan 1955
Muzaffer Erdoğan, “Mimar Davut Ağa’nın Hayatı ve Eserleri”, Türkiyat Mecmuası, XII, 1955, s. 190-204.

 

Ergin Basım Yılı
Osman Nuri Ergin, Mecelle-i Umûr-ı Belediyye,

 

Meriç 1965
Rıfkı Melûl Meriç, Mimar Sinan Hayatı Eserleri, Ankara, 1965.

 

Oberhummer 1902
Eugen Oberhummer, Konstantinopel unter Sultan Sulelman dem Grossen, auf genommen im Jahre 1559 durch M. Lorich aus Flensburg, München, 1902.

 

Orhonlu 1984
Cengiz Orhonlu (Der. Salih Özbaran), Osmanlı İmparatorluğunda Şehircilik ve Ulaşım, İzmir, 1984.

 

Peçevî 1982
İbrâhim Efendi Peçevî, Peçevî Tarihi, II, Ankara, 1982.

 

Yaltkaya 1942
Şerafettin Yaltkaya, “Kara Ahmet Paşa Vakfiyesi”, Vakıflar Dergisi, II, Ankara, 1942, s. 83-97.