Site Tasarım: Savaş Çekiç Uygulama: İkipixel

Bu sitede bulunan resimler ve dökümanlar M. Sinan Genim'e aittir ve izinsiz kullanılamazlar. Ancak gerekli izin alındıktan sonra ve kaynak gösterilmek kaydıyla kullanılabilir.

Yayımlar / Bildiriler

XVI. YÜZYILDA İSTANBUL ŞEHRİ

 

Latin istilâsı (1204-1261) sonrası İstanbul, zayıflamış, yüzlerce yılda toplanan serveti yağmalanmış, nüfusu azalmış ve hınterlandı küçülmüş bir şehirdir. 1347 ile 1431 yılları arasında fâsılalarla hüküm süren veba salgınları da şehri güçsüz bıraktı. Artık şehir, Bizanslılar’ın yanı sıra Venedikliler’in, Anconalılar’ın, Amalfililer’in, Pisalılar’ın ve Cenevizliler’in de söz sahibi olduğu karmaşık bir yönetim tarzına sahiptir.

 

İki ve üçüncü tepe arasındaki vadi tabanı ve tepelerin Haliç’e bakan yamaçlarında yer alan ticaret yapıları dışındaki nüfus, şehrin Haliç kıyıları ile Yedikule çevresine toplanmıştır. Suriçi’nin önemli bir bölümü bağlık, bahçelik tarım alanları halindedir. Bu tarım alanlarının arasında yer yer manastır toplulukları görülür.

 

XV. yüzyıl başlarında Marmara cephesinde şehrin siluetini etkileyen yapılar başta olmak üzere, ikinci tepe yamaçlarındaki Hipodrom, dördüncü tepe üzerindeki Oniki Havâri Kilisesi (Hagion Apostolon), üç ve dördüncü tepe arasında uzanan Valens Kemeri ve yedinci tepe üzerindeki Hagios Andreas Kilisesi’dir. Daha gerilerde altıncı tepe üzerinde bulunan Blakernia Sarayı da bu silueti bir miktar etkilemektedir.

 

Şehrin Haliç cephesindeki önemli yapılar ise Ayasofya ve Valens Kemeri başta olmak üzere Oniki Havâri Kilisesi ile Blakernia Sarayı’dır. Şehri kara yönünden çevreleyen ve Haliç’e doğru kademeler halinde inen surlarda bu görünüşe katkıda bulunur.

 

Ayasofya ve Hipodrom arasında bulunan Augusteon’da yer alan Iustinianus’un altı heykelinin bulunduğu sütun, Forum Constantini’de bulunan Çemberlitaş, Forum Tauri’deki Theodosius Sütunu, Form Bovis ve Forum Arcadi üzerinde bulunan sütunlar şehrin hem Marmara hem de Haliç görünüşlerini dikine uzantılar halinde etkilemektedir.

 

Fâtih Sultan Mehmed İstanbul’u 29 Mayıs 1453 günü fetheder. Oldukça tenha olan şehir kısa sürede yoğun bir iskâna tâbi tutulur. Ancak XV. yüzyıl içinde şehrin kimliğinde önemli değişiklikler yapıldığı söylenemez. Ayasofya’ya iki minare eklenmesi, Oniki Havâri Kilisesi yerine yapılan Eski Fâtih Camii, Forum Tauri’nin bir kısmı üzerine yapılan Eski Saray, ikinci tepe yamaçlarına inşa edilen 1463 tarihli Mahmud Paşa Camii, 1496 tarihli Atik Ali Paşa Camii, yedinci tepe yamaçlarına yapılan 1485 tarihli Dâvud Paşa Camii, 1489 tarihli Koca Mustafa Paşa Camii-Aziz Andreas Kilisesi, Yedikule ve Yeni Saray şehrin kimliğini değiştirmeye yönelik faaliyetlerdir. Bütün bunlara rağmen, uzun yıllar terk edilen şehrin tam olarak iskân edildiği söylenemez. İstanbul’un yeniden bir dünya şehri olarak ortaya çıkması ve Bizans şehri görünümünden sıyrılarak, Türk-İslâm şehri kimliğine sahip olması XVI. yüzyılda gerçekleşir (Bizans devrinde geniş hinterlandı bulunan şehir, Bizans Devleti’nin zayıflamasıyla birlikte bu çevreyi kaybetmiş, tekrar ancak XVI. yüzyılda bu genişlikte bir hinterlanda sahip olmuştur).

 

1509’da meydana gelen ve Küçük Kıyamet (Kıyâmet-i Suğrâ) adıyla anılan depremde İstanbul’un iskânını hızlandırır. Üçüncü tepe yamaçlarında yapımı tamamlanan Beyazıt Camii XVI. yüzyılın ilk anıtsal yapısıdır. 1522 tarihli Yavuz Selim Camii, beşinci tepenin Haliç yamaçlarına inşa edilir. Ancak hâlâ şehrin siluetinde Valens Kemeri ve çeşitli noktalarda yer alan sütunlar etkilidir. Kanûnî Sultan Süleyman ve Mimar Sinan, İstanbul’un bir Türk-İslâm şehri görüntüsüne kavuşması için gerekenleri yaparlar. Artık artan nüfusu, büyüyen hinterlandı ile İstanbul, bilinen dünyanın en önemli şehridir. Karadeniz ve Akdeniz’in en faal limanı olarak canlı bir ticaret hayatı vardır. 1548 tarihli Şehzade Camii, 1556 tarihli Süleymaniye Camii, 1565 tarihli Edirnekapı Mihrimah Sultan Camii, Ayasofya’ya eklenen iki minare ve son olarak Marmara siluetine etkin 1617 tarihli Sultan Ahmed Camii şehrin bütün görünüşünü değiştirir.

 

İstanbul XVI. yüzyıl boyunca bir daha sahip olamayacağı bir anıtsal yapı faaliyetine sahne olur. Süleymaniye Camii, Yeni Saray Kompleksi gibi büyük ebatlı yapı faaliyetlerinin yanı sıra pek çok orta büyüklükte cami ve mescit ile sivil yapılar bu devrin ürünüdür. XVI. yüzyıl İstanbul’un genel görüntüsü XX. yüzyılın ortalarına kadar sürer. XX. yüzyılın ikinci yarısına kadar yapılan hemen hiçbir yapı şehrin genel siluet çizgisinin -Beyazıt Yangın Kulesi hariç- üzerine çıkmaz. Ancak daha sonra yapılan Adliye Sarayı, Belediye Sarayı ve Fen Edebiyat Fakültesi gibi yapılar bu silueti bozan noktalarken, günümüzde yapılan Cerrahpaşa Tıp Fakültesi binaları, Samatya Sosyal Sigorta Hastanesi gibi kamu yapıları İstanbul’u yeni bir siluet çizgisine doğru götürmektedir.

 

Bu arada şehrin Marmara’dan görülen genel siluetine fon teşkil eden Beyoğlu yarımadası üzerinde yer alan 1960 sonrası bazı yapıların (Etap Tepebaşı, Etap Marmara, Sheraton, Harbiye Orduevi, Odakule) gelecek siluet konusunda ipucu verdiklerini söyleyebiliriz.

 

Yeni bir Manhattan kopyası yaratmak kolaydır. Ancak unutulmamalıdır ki 1600 yıl iki imparatorluğa başkentlik yapan İstanbul, yalnızca şimdi içinde yaşayanların ve yöneticilerin değil bütün insanlığın kültür mirasıdır. Böyle bir şehre sahip olmak çok güç bir iştir ve esas olan kendi kültür seviyesine göre kimlik değiştirmek değil, sahip çıkmak, muhafaza etmektir. Çağımız ve gelmekte olan XXI. yüzyıl akıl çağıdır. Eski bir şehri yok edip kötü bir kopya yaratmaya çalışmanın temelinde yatan akılcılığı anlamak ise tarafımızca tamamen çabamıza rağmen mümkün olmamaktadır.